Nihayet bir araba bulmuştuk. Fakat Aiden dışında kimse kullanmayı bilmiyordu. Direksiyonda o vardı. Çevresi orman olan anayolda ilerlerken ağaçlara gözüm dalmıştı. Tabiat ana onun olanı geri almıştı, doğayı...
Ormana doğru bakarken birden yanan bir ateş gördüm. "Dur, Aiden. Yavaşla." dedim. "Birşey gördüm."
Aiden kamyoneti yavaşlattı ve durdurdu. Yavaş yavaş geri gelmeye başladı. "Orada yanan bir ateş var." dedim. "Gidip kontrol etmeliyiz. Ormanın içinde."
Elimde silah, belimde bıçak vardı. Aiden'da da bir beyzbol sopası vardı, kızlar arkadan geliyorlardı.
Ormanda ateşe yaklaştıkça bir çadır, çadıra yaklaştıkça bir adam belirdi. Çadırın içindeydi. Silahının olduğu sesten anlaşılıyordu. Üstümde gerginliğin verdiği garip bir mutluluk vardı. Sanırım deliriyordum.
Çadırdaki adama çıkması için bağırdık. Adam bir an durdu ve yavaş yavaş çadırın dışarıya açılan fermuarını açmaya başladı. Ortaya çıkması çok uzun sürmedi. Kumral saçlı, elinde tüfek olan bir adam. Hayatından bezdiği ağzındaki buğdaydan anlaşılıyordu. Eli çiftesinde, gözü bizdeydi. Ellerim titrerken tüm şarjörü dolu dokuz milimetre bir tabancayı ona doğruluyordum. Onun korkmadığını gözlerinden anlamıştım. Gözleri, kış ateşinin mavisiysi. Bir süre sonra konuşmaya başladı;
"Bazen Dünya'nın çok büyük biryer olduğunu düşünürdüm. İnsanlar ölmeden önce öyleydi en azından." dedi yabancı. "Görüyorum ki şimdi, hayatta olanlar yürüyenlerden daha tehlikeli."
"Sen kimsin, neden böyle konuşuyorsun?" dedim.
"Gidin buradan." dedi ses tonunu bir anda alçaltarak. "Patron sizi görürse ilk olarak yanındaki kızları alır, sonra sizin canınızı alır."
Korkmuştum, Aiden da öyle. Arkada tetikte bekleyen kızlara doğru yöneldim.
"Kamyonete binin, eğer on dakika içinde dönmezsek, düşünmeyin. Gidin." dedim ve adama doğru yöneldim. "Kimmiş bakalım bu patron?"
"Arkana bakarsan anlarsın." dedi sakin adam. "Şu an orada."
Kafamı arkama doğru çevirmemle kafama sağlam bir dipçik darbesi yemem bir oldu, anında bayılmıştım. Acıyı kafamda değil, vücudumun tamamında hissediyordum. Böyle birşey daha önce yaşamamıştım. Gözlerimi kapamadan önce rahat adamın Aiden'ı da bayılttığını gördüm.
Ayıldığımda bir odanın içindeydim. Bir sandalye de bekliyordum. Ellerim arkadan bağlı idi. Kafamdan ter mi yoksa kan mı aktığını bile anlayamıyordum artık. Ellerimi ne kadar zorlasam da, o dandik plastik kelepçelerden değillerdi. Demir ve passızlardı. Bunu dokununca hissedebiliyordum. Bağırmaya başladım;
"Hey, orada birisi var mı?" dedim. Sesim bir anda alçalmıştı. Sesimin alçalmasıyla ayak seslerinin yükselmesi bir oldu birşey bana doğru geliyordu. Bunu kulaklarımdan tutun, iliklerime kadar hissedebiliyordum. Ayak sesleri kapıya yaklaşınca kapıyı birisi çaldı. Konuşmaya başladı.
"Tak, tak. Orada birileri var mı?" dedi yabancı ses. Ardından içeri girdi. Bir dakika, onu tanımıştım. O, kaslı adamdı. Albay'ı alan üç adamdan biriydi o. İsmi sanırım "Bill" idi. Ona yakışan dövmelerinin arasında bir de dar gelen atleti hala üstündeydi. Siyahilik derisinde olduğu kadar içinde de vardı. İkimiz de birbirimizi süzüyorduk. En sonunda Bill konuşmaya başladı.
"Çok garip değil mi?" dedi.
"Garip olan da ne?" dedim cevap olarak.
"Bir zencisin ama ismin Bill." dedi ve gülmeye başladı. Bomboş, bir sandalye ve bir masa olan bir odada yankılanıyordu. "Bak Murphy, biz kötü insanlar değiliz. Fakat siz çok güçlü ve sezgisi yüksek çocuklarsınız. Biz üç kişiyken silahınız olsaydı yenebilirdiniz. Sizden korkuyorum, bu yüzden de arkadaş olmak istiyorum. Bizim küçük şehrimizin meydanına çıkıp bir 'merhaba' demeye ne dersin?" dedi ve kelepçelerimi çözdü. Odadan dışarı çıkıp birkaç merdiven çıktık. Anladım ki bu oda yerin altındaydı. Dışarı çıktığımda heryer insanla doluydu. Yaşayan, düşünen, birbirini yemeyen insanlarla.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..