Gözlerimin bozulduğunu, böyle bir şeyin var olmasının imkânsız olduğunu düşünerek bakışlarımı aynadan kaçırdım; ama nedense her seferinde gözlerim aynadaki yansımama tekrar kayıyordu. Bu anın rüya olduğunu düşünmek istedim, bir rüyanın bu kadar gerçekçi olamayacağını bilsem bile. Başka ne olabilirdi ki, Tanrı bir şans daha verdiyse durumlar değişir tabii...
Uzun bir süre gözlerimi -küçük aralıklar dışında- kaçırmadan aynadaki yeni bedenimin yansımasına baktım, sanki bir açıklama bekliyormuş gibi. Öyle olacak değildi ya! Hangi zamanda olursan ol, bir cevap almak için çaba harcamak gerek. Ben ise boş boş bakarak bir cevap almaya çalışıyordum. Sonunda ise beynime hücum eden sorular aklımı arı kovanına çevirmiş, pes ederek kendimi yatağa bırakmıştım.
Ben burada ne arıyorum? Kimin bedenindeyim? Bu pembe odada neyin nesi? Neden az önce ölmedim? Bedenim o inşaat alanında yok mu oldu?
Düşünerek bir cevap bulamayacağımı anladığım vakte kadar, kendimi bu sorularla yiyip bitirdim. Geçmişte de böyleydim, en ufak bir sorunu çözmek için gayret ederdim, her zaman ne yaparsam yapayım olumsuz bir sonuç alacağımı bilsem bile... Düşünmeyecektim artık, onun yerine gidip etrafı inceleyecektim. Bu yüzden yataktan kalktım ve gözlerimle içinde bulunduğum odayı süzmeye başladım. Bu bedenin sahibi pembe renkli duvarları anime posterleriyle donatmış, zemini garip desenlerden oluşan halılar yerleştirmişti. Daha sonra duvarın ortasına dayanmış yatağın sol tarafına beyaz bir gardırop, sağ tarafında da ingilizce mangalar, romanlar, çizgi romanlar ve anime figürleri ile dolu olan bir kitaplık bulunuyordu.
Manga ve çizgi roman okuyup, üstüne de bir de anime mi izliyormuş? Tam bir çocuk!
Aslında bu bedenin yansımasına bakarak bile söyleyebilirim ki bu bedenen az yirmi iki yaşındaydı. Sinirden miydi ya da gergin olduğum için miydi bilmiyorum ama nedense birine hakaret edesim vardı. Ben de bunu manga, çizgi roman ve animelere hakaret ederek yaptım... Biraz çocukça davrandığımı kabul etmem gerek.
Çok geçmeden yataktan kalkma kararı aldım, içim şişmişti; daha içimdeki gerginliğimi atamamış, beni yiyip bitiren sorulara yanıt bulamamış olmamdan olsa gerek.
"Kızım saat kaç oldu! Hâlâ uyanmadın mı?" Hiç beklemediğim bir anda, kapının hemen ardından bir kadın sesi geldi. Neler oluyordu şimdi? Az önce yeni bir bedende doğdum ve durumu daha kavrayamadan şimdi bir kadın bana, kapının ardından sesleniyordu.
Ne yapacağım?
Bir süre bu konu hakkında düşündüm. Aralarında kafama en çok yatan şey, yanıt vermeden, sessizce bir ağaç gibi beklemekti. Aynen de düşündüğümü uyguladım ve ses çıkmasın diye, nefes bile almadan, çaresizce yerimde bekledim.
Kadın bir cevap alamamasına daha da sinirlenmiş, kapıya fütursuzca tıklamaya başlamıştı. "Kızım uyansana!"
Kadın kapıyı her tıkladığında kulaklarım ahşap sesiyle doluyordu. Kalbim ise ortamın heyecanını kaldıramamış, dizginlemeye çalışsam da gücüm yetmiyordu. Kadın öncekilerden daha kuvvetli bir şekilde kapıya vurdu, bu sese uyanmayan biri olamazdı. "Ya açsana şu kapıyı! Kesin dün gece geç saatlere kadar anime izledin!"
Artık ne yapıp ne edip yanıt vermem gerektiğini, geç de olsa anlamıştım. O yüzden ciğerlerime hava çektim ve az da olsa bana yük olan kötü duygulardan kurtuldum. "G-Günaydın bayan." Her ne kadar çabalasam da ağzından sadece bu kelimeler dökülmüştü.
"Bayan mı? Anne diyeceğine, bayan mı diyorsun?" diye sordu bağırarak. Gerçi buna sormak denemezdi, daha çok tehdit etmek denirdi.
Az önce aldığım cesaret, bu kadının bağırmasıyla kül olup gitmişti... O yüzden ben de suskunluğumu korumaya devam ettim. Bu kadını daha da çok sinirlendirmişti. "Bunun hesabını sonra soracağım! Yemek hazır, üstünü değiştirip gel! Babanla bekliyoruz." Sonunda kapıdan uzaklaşma kararını almış olması, beni ne kadar mutlu ettiğini anlatamazdım...
Kapıdan uzaklaşmadan önce kulağıma kadının birkaç mırıltısı ilişti. "Ben bunu doğurup besleyeyim, sonra bana gelsin anne diyeceğine utanmadan bayan desin! YOK BÖYLE BİR DÜNYA!" Mırıltılı konuşsa da sanki benim duymamı istiyormuş gibi davranıyordu.
Peki şimdi ne yapmalıyım?
Bu kadar zor durumda kalacağım, aklımın ucundan bile geçmemişti. Sorun kadının gelmesi ve beni aşağı çağırmasında değil, nasıl bu bedendeyken üstümü değiştireceğimdeydi... Şu an sahip olduğum beden bir kız bedeniydi ve ben insanlık görevimi yerine getirip bunu fırsat bilmek istemiyordum, zor olacağını bilsem bile...
Kısa bir süre bu konu hakkında düşündüm, bu vücuda bakmadan nasıl giyinebilirim diye. Aklıma sadece zorda olsa gözlerimi kapatıp giyinmek geldi. Nefsime sahip çıkmalıydım, bunu ne yapıp ne edip başaracaktım. Peki daha sonralarda ne olacaktı? Bugün ve yarın nefsime sahip çıksam bile sonraki günlerde ne olacaktı?
Tanrım lütfen beni bu bedenden kurtar... Günah işlemek istemiyorum.
Şimdilik elimden geleni yaparak gardırobu açtım. Karşıma bir sürü boncuklarla süslenmiş, dekolteyi arttıran kıyafetler çıksa da ben en sıradanlarını seçmiştim; siyah iç çamaşırı, beyaz sütyen, ayak bileğime kadar gelen siyah çorap, kısa kollu bir yıldız desenli yeşil t-shirt ve mavi eşofman.
Kıyafetlerimi de seçtiğime göre geriye tek bir şey kalmıştı, bu seçtiklerimi giymek... Üstümdeki kıyafetleri gözlerim kapalı bir şekilde çıkarttım. Daha sonra ise seçtiğim kıyafetleri giymek için hareketlenirken, kafamdan sadece şunlar geçiyordu: 'Boş ver, bak gitsin! Senin yerinde kim olsa aynı şeyleri yapardı.' Bakmadım... Nefsimi tuttum ve zorda olsa giyindim. Başarmıştım işte... Bir an kendimi kaybedip, bakacakmış gibi olsam da nefsimi son anda tutmuştum.
Ah Kenan ah! Senin şu an gidip aklındaki cevapsız sorulara yanıt bulman gerek ama uğraştığın şeylere bak...
İçten içe kendimle cebelleştim. Haklıydım, benim şu an gidip aklımdaki sorulara yanıt bulmam gerekirdi ama ben burada kıyafet seçiyordum. Bir yandan da haksızdım, uzun bir süre -belki de sonsuza kadar- bu bedende yaşayacaksam eğer, bu hayata alışmalıydım.
Her neyse şu an yemek masasını gitmem lazımdı, bu bedenin ebeveynleri beni aşağıda bekliyordu. Hızlıca ayna karşısına geçtim ve düzeltmem gereken bir şey var mı diye baktım. Gördüklerim beni şaşırtmıştı. Her ne kadar gardıroptan sade kıyafetler seçsem de bu bedene o kadar yakışmıştı ki... Nutkum tutulmuştu... Ne diyebilirdim ki, bu pürüzsüz beyaz cildine... Ne diyebilirdim ki, omzuna kadar gelen dağınık olsa bile yakışan bu kahverengi saçlarına... Ne diyebilirdim ki, insanı kendine âşık eden bu gökyüzü mavisi gözlerine...
Yutkundum, bu beden Tanrı'nın yarattığı yüce bir varlık mıydı yoksa? Başka bir açıklama olamazdı... Neredeyse kusursuzdu aynadaki yansımasından gözlerimi alamadığım beden. İlk görüşte aşık mı olmuştum?
Kafamı sallayarak bu saçma düşüncelerden kurtuldum. Ne yapıyordum ben? Aklımı karıştıran onlarca sorunun cevabını bulmak varken, bir yansımaya bakarak vaktimi boşa mı harcayacaktım? Kendime çekidüzen vermem lazımdı.
Gözlerimi aynadaki bedenimin yansımadan çektim ve kahverengine boyanmış kapıya çevirdim. Kısa adımlar atarak kapıya yaklaştım, kilitli kapının üzerindeki anahtara elimi uzattım, ardından da çevirdim. Kapının kilidi açıldığında geriye sadece kapı kolunu çevirip odadan çıkmak kalmıştı. Aynen de öyle yaptım ve odadan çıktım.
Gözlerime ilk önce aşağıya doğru inen merdivenler ilişmişti. Daha sonradan ise sağ ve sol taraflarda bulunan odalar. Sağ taraftaki oda büyük ihtimalle lavaboydu, sol taraftaki ise tahminimce yatak odası; oda dizaynından çok kolay bir şekilde anlamıştım bunu. Açıkçası evin iki katlı olmasını çok beğenmiştim, küçüklüğümden beri iki katlı evlere bayılırdım. Nedense tek katlı evler beni hep boğardı, aynı önceki evim gibi... Hiç sevmezdim önceki evimi; ama maalesef maddi durumlar o evin bir üst seviyesini kaldıramazdı.
'Neyse' dedim içimden, maziyi kurcalamamın bir manası yoktu. Aşağı inip, bu bedenin ailesiyle konuşmam lazımdı. En azından yaşadığım olayla ilgili bir ipucu alma ihtimalim olabilirdi.
Hadi, aşağı inme zamanı!
Açıkçası ne yalan söyleyeyim, korkuyordum. Neyle karşılaşacağını bilmemek, bir baş ağrısı gibiydi cidden. İlacını bulana kadar içten içe seni yiyip bitiriyor ve daha sonra ardına bakmadan yok oluyor... Hareketlendim, evet neyle karşılaşacağımı bilmesem bile bunu yaptım.
İçimdeki kaygıyla beraber merdivenlerden aşağı indiğimde, her tarafı gezdim. Merdivenin sağ tarafı mutfak ve salonda oluşuyordu. Bu evin mimarı ikisini birleştirmek istemiş, açıkçası pekte güzel olmuş. Daha sonra ise merdivenlerin sol tarafına gittim, burası bildiğin misafir odasıydı.
Peki yemek masası nerede?
Bu işte bir tuhaflık vardı... Ne az önceki kadın, ne de babam dediği şahıs... Hiçbiri evde yoktu. Sanki yer yarılıp içine girdiler, ardından da bir şey bile söylemeden yok olmuşlardı.
Eee ne yapacağım şimdi?
Aklımdan geçirdiğim sorunun cevabı, bir anda sağ taraftaki mutfak ve salonun olduğu alandan gelmişti. Tanrı mı konuşuyordu? Neden burada olduğum hakkında açıklamamı yapacaktı acaba? Kafamı çevirdim ve konuşan kişiye baktım. Tabii ki Tanrı benimle konuşmuyordu... Kapıma gelip fütursuzca tıklayan ve bağıran kadındı bu... Peki nereden çıkmıştı ki? İşte o anda, odada bir kapı olduğunu gördüm, büyük ihtimalle bahçeye çıkan kapıydı.
"Bak," dedi arka kapıdaki kadın parmağını bana uzatarak. "Sana dedim Mustafa, bu kız delirmiş! Az önce bana kadın dedi, şimdide savsak savsak gözleri bir şey arıyor. Anime izlemesini kısıtlamak iyi olur!"
Kadın bir hayli yüksek sesle konuşuyor, kulak namına bir şey bırakmıyordu... Ben de dediklerine aldırış etmedim ve kadının görünüşünü incelemeye koyuldum. Kahverengi kıvırcık saçları sırtına kadar geliyor, kömür kadar kara gözleri fırfır fırfır dönüyordu. Teni ise yaşlılığa boyun eğmiş, kırışmaya başlamıştı... Her ne kadar yaşlı bile olsa, etkileyici bir güzellikteydi. En azından yaşlılar için öyleydi...
Kadın beni eleştirmeye devam ederken, yavaşça yürümeye başladım. Tanrı bu yaşlı kadına güzellik bahşetse de ses tonu için aynı şeyleri söyleyemezdim... Sesi inceydi, güzeldi ama bağırarak konuşması... Evet cidden kötü bir birleşimdi.
Çok geçmeden arka kapıyı açtım ve bahçeye çıktım. Gördüklerim karşısında, nutkum tutulmuştu. O gözlerime ilişen, kare şekillerinde, sırayla toprağa dikilmiş zarafetin, saflığın ve temiz kalbin temsilcisi beyaz papatyalar, asaletin temsilcisi beyaz orkideler, hayalperestliğin temsilcisi kırmızı begonyalar, bitmeyen bir aşkı temsil eden bordo sardunyalar ve güzelliği temsil eden mor menekşeler... Burası Tanrı'nın bahçesiydi adeta... Göze mükemmel bir şekilde hitap ediyor, her bir çiçeğiyle kalbe dokunuyordu.
Peki o ne öyle?
Gözüme papatya, orkide, begonya, sardunya ve menekşe çiçeklerinin iç açıcı renklerini yok eden, kasvetli bir hava sunan o çiçek ilişti... Saksıya dikilmiş, ölümün temsilcisi olan siyah bir gül... Neden insan, mutluluk saçan güzel çiçeklerin yanına, ölümü temsil eden siyah bir gülü koymak ister ki? Yakışmıyordu, kesinlikle yakışmıyordu!
O anda benim çiçekleri incelememi, arkamdan gelen bir kadın sesi bölmüştü. "Ya kızım cevap versene, aptal aptal şu Somber'a bakma!"
"Somber mı?" dedim mırıltıyla. Hafifçe omuz silkti. "Al işte 'Onun ismi Somber' diye diye aklıma soktun." Parmağını siyah güle doğru çevirdi. "Şu aptal siyah gülünden bahsediyorum."
Bu kadın, neden bu kadar agresif? Galiba bu sorunun cevabını hiçbir zaman anlayamayacaktım... Bu sırada konuya saçları yaşlılıktan beyazlamaya başlamış, gözleri gökyüzü mavisi olan ve yüzü kırışmış, kadının 'Mustafa' diye hitap ettiği adamda dahil oldu.
"Sakin ol, Hanife. Bir yanlışlık oldu herhalde. Yeni uyandı ya afallamıştır kızımız," dedi Mustafa ve gözlerini bana çevirdi. "Demi Su!" Adamın gözlerinden 'bir şey de de şu annen sussun' dediği okunuyordu.
Ben de hiç bekletmeden kafamı salladım ve Mustafa Abi'nin dediklerini onayladım. "A-Aynen yeni uyandım ya, çok afalladım." Ses tonuma hâlâ alışamamıştım... Az önce sözler ağzımdan döküldüğünde, naif sesimi garipsemiştim.
"Bak bir de dalga geçiyor!" diye homurdandı.
Hanife Abla'nın konuşmasından sonra uzun bir süre sessizlik, her tarafı ele geçirdi... Hanife Abla hâlâ konuşmak, birilerini çekiştirmek istiyor olsa da konu kalmadığı için teslim oldu. "Her neyse, babana televizyonun önündeki koltuktan gazetesini getir de yemeğe başlayalım."
Bu sebepsiz kavga bittiğinde, sonunda bir nefes alabilmiştim. Aklım hâlâ çiçeklerdeydi, merak ediyordum o mutluluk saçan renkli çiçeklerin yanında, neden kasvetli bir siyah gülün kullanılmasını... 'Neyse' dedikten sonra içimden, hızlıca toparlandım.
Şu gazeteyi alıp geleyim de kadın daha fazla çenesini açmasın.
Gazeteyi bulmak için, evin içerisine girdim. Az önce yemek masasını ararken etrafı dolaştığım için, neyin nerede olduğunu ezberlemiştim. Hele ki o tüm alanı kaplayan kocaman televizyonun yerini aklımda tutmak, basitti... Televizyonu aynen hatırladığım yerden buldum; ve hemen ardından televizyonun önündeki koltuğa yaklaştım. Gazete 'beni bulun' dercesine koltuğun ortasına yerleştirilmiş, görünmeme ihtimalinin olmadığı bir pozisyona koyulmuştu. Yavaşça yaklaştım ve elimi uzattım. O anda gözüme gazetenin ortasını süsleyen bir yazı ilişti...
16.08.2019 Haberleri:
Önceki kitaplarıyla Türkiye'yi kasıp kavuran Yazar Yiğit Mete Çalkan'nın yeni kitabı "Karşılıklı Ölüm" büyük ilgi gördü!
Sessizlik... O her yere hâkim olan sessizlik burayı da ele geçirmiş, aklımda olan binlerce soruya bir o kadar daha eklenmişti. Ne diyeceğimi bilmiyor, sadece gazeteyi kaplayan o yazıyı tekrar ve tekrar okuyordum.
16.08.2019 Haberleri:
Önceki kitaplarıyla Türkiye'yi kasıp kavuran Yazar Yiğit Mete Çalkan'nın yeni kitabı "Karşılıklı Ölüm" büyük ilgi gördü.
Bu mümkün değil! Nasıl böyle bir şey olabilir? Gördüklerime inanamayarak, tekrar baktım o gazetede yazan tarihe...
16.08.2019 Haberleri:
Az önce gördüklerimin bir yanılsama olduğunu düşünmüştüm; ama tekrar ve tekrar o yazıyı incelememe rağmen hâlâ orada bekliyordu... Normal şartlar altında o tarih bildiren yerde 2021 yazması gerekirken, neden 2019 yazıyordu? Ben zamanda geriye mi gittim? Bugün maşallah Tanrı, bereketiyle soru yağdırıyordu...
Bir şans... Tanrı bana bir şans daha verdi.
Aklımdan geçen ilk düzgün cümle buydu, her ne kadar cevap yanlış olsa bile... Eğer Tanrı varsa, bir şans daha vermeyeceğine emindim; çünkü Tanrı, bir insanın aksine adildir.
Tanrı her şeyi görür, insan ise görmek istediğini... Bu yüzden insanlar Tanrı'ya inanır ve tapar.
Tanrı'nın bir şans daha vermediği teorisini de çürütünce silkelendim ve kendime geldim. Açıkçası bu 'zamanda yolculuk' meselesi beni korkutmuyordu. Hatta ve hatta benim içime büyük bir su serpmişti. Bu vasıtayla yenilmez olarak gördüğüm X'i yenebilirdim... Bunu başarabilirdim!
Peki zamanda yolculuk yaptığıma göre, neden zamanda kırılma olmadı? Sonuçta burada kısa bir süre geçirsem bile, binlerce gelecekte yaşanmış olayı değiştirmiş olmalıydım. Bunu araştırmak için kafama not ettim. Başka bir sürü daha aklımda soru olsa da şimdilik bunları düşünebilecek vaktim yoktu, elimdeki gazeteyi Mustafa Abi'ye teslim etmem lazımdı.
Geri dönsem iyi olacak!
Şok edici bilgiyi aldıktan kısa bir süre sonra yemek masasına gelmiştim. Elimdeki gazeteyi Mustafa Abi'ye uzattım. "Teşekkür ederim kızım," dedikten sonra, kendisine uzattığım gazeteyi kaparak eline aldı Mustafa.
"Rica ederim." Hızlıca sandalyeye oturdum ve masadaki yemeklere bir göz attım. Yemekler o kadar güzel duruyordu ki... Uzun zamandan beri meşgul olduğum için genelde dışarıdan yemek sipariş ederdim ama Hanife Abla'nın hazırladığı bu muhteşem sucuklu yumurtayı görünce, bana yaşattığı onca eziyeti unutmuştum bile...
Masadaki ekmeği koparttım ve sucuklu yumurtaya daldırmak için hazırlandım. O sırada Mustafa Abi bana garip bir bakış atmıştı. "Bir şey mi oldu?"
"Hayır ama... Senin sucuklu yumurta yemen garip geldi." Mustafa Abi'nin sözlerine Hanife Abla'nın onaylayan bakışları da eklendi. "Aynen aynen sen yumurta sevmezdin ki?" Parmağını kaldırdı ve masanın yan tarafında bulunan brokoliyi gösterdi. "Bak sen yumurta sevmediğin için sana brokoli almıştık."
Brokoli mi?
Brokoliyi görünce midem bulanmıştı... Brokoliyi asla ve asla sevmezdim, ezelî bir düşmanımdı sanki. Peki ne yapacaktım? Eğer şu an sucuklu yumurta yemeye başlarsam garip kaçardı, o yüzden... Midem isyan bayraklarını çekse de direnmeye çalıştım ve elimdeki ekmeği bıraktım, ardından da brokoliye uzandım. İğrenç gözüküyordu...
Brokoliyi elime aldığım gibi hızlıca ağzıma attım, ne olacaksa hızlı olsun istiyordum. O anda midemdeki sancı daha da artmış, sanki kusmak için can atıyordu.
"Şey yumurta sevmediğimi bir anlık dalgınlıkla unutmuşuyum..." Parmağımla masadaki brokoliyi işaret ettim. "Brokoli kadar lezzetli bir şey yok," dedim zar zor da olsa sırıtarak.
EVETT İKİNCİ BÖLÜMDE BİTTİ DOSTLAR. UMARIM OKURKEN EĞLENMİŞSİNİZDİR, OKUDUĞUNUZ İÇİN TEŞEKKÜR EDERİM.
SORU:
ZAMANDA YOLCULUK OLACAĞINI BEKLİYOR MUYDUNUZ?
SERİ NASIL GİDİYOR?
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..