Sizce bir insan bir bilgiyi nasıl öğrenmektedir? Başta bu konu bizlere çok soyut gelebilir fakat lütfen düşününüz. Bir insan acaba bir bilgiyi nasıl öğrenmektedir? Bu tarz gerçekleşen gerçeklikleri sorguladığımızda ve düşündüğümüzde genellikle yapmamız gereken ilk hamle bu gerçekliğin başını ve sonunu düşünmek olacaktır. Bunun sebebi bir gerçekliğin başını ve sonunu düşündükten sonra bu gerçeklik hakkında kendi anlağımız için gerçeklikler üzerinde daha somut bir çizgi çekebilmemizdir (başı ve sonu iki nokta olarak düşünün ve bu noktaları bir doğrusal çizgi ile birleştirdiğimizi hayal ediniz çizgiden kastım budur). Bu düşünme süreci ve çektiğimiz çizgi boyunca problemlerle karşı karşıya kalacağız ve bu problemleri durmadan sorgulayacağız. Bir insanın bir bilgiyi nasıl öğrendiği konusunda başlangıç bakımından düşünmemiz gereken ilk temel düşünce bir insanın yeni bir kavramla tanışmış olmasıdır. Bizler zaten bu yeni kavrama bir bilgi demekteyiz. Bir insanın yeni bir kavramla karşılaşması demek ya onu görmesi demektir ya da onu duyması koklaması, tatması ve dokunabilmesi demektir. Beş duyu organı aracılığı ile bir insan yeni bir bilgiyle karşılaşır. Şimdi ise bir insanın bir bilgiyi nasıl öğrendiği konusundaki yaşanan son aşamayı düşünelim. Bu aşama da bir insanın bilgiyi öğrenmiş olacağı olacaktır. Yani özet şudur,
“Bir insan bir bilgiyi beş duyu organı aracılığı ile alır ve onu öğrenir.”
Sizce bu bilgi doğru mudur? (Doğru ve yanlış nedir bakımından düşününüz.) Değildir. Nasıl değildir? Çünkü bu insan zaten daima beş duyu organı ile bilgi bombardımanına maruz kalmaktadır fakat bu bilgi bombardımanlarının tamamını öğrenememektedir. Yani özetle yanlışlığın kaynağı beş duyu organı ile alınan bilgilerin unutulabilir olduğudur ve direkt öğrenilecek pozisyonda olmadıklarıdır. O zaman elimizde unutup unutmamayı sağlayan bir mekanizma daha olmalıdır. O mekanizma ise bir işleyici olmalıdır çünkü işledikten sonra ya unutulacaktır ya da hatırlanacaktır. Bu bilgileri de toplarsak elimizdeki özet bilgi şu anlık şöyle olmuş olur,
“Bir insan bir bilgiyi beş duyu organı ile alır ve onu işler. Sonuç ya öğrenmesidir ya da unutmasıdır”
Sizce bu bilgi doğru mudur? Değildir çünkü bilgiyi işleyen özne insanın kendisi değildir. Bunu aynı mide kası gibi düşünebilirsiniz. Bir insan mide kasını istemli bir şekilde yönetemez yani motor fonksiyonda değildir. Buradan yola çıkarak aynı şekilde bir insan bir bilgiyi istemli bir şekilde işleyemez. O zaman elimizde bir bilgi daha bulunur. Bu işlemcinin faali insan öznesine bağlı değildir. İnsan öznesine bağlı olmayan bir işlemci ve bu bir organ, işte bu işlemci tam olarak beyindir. Şu ana kadar elimizdeki en güncel bilgi şu anlık şöyledir,
“Bir insan bir bilgiyi beş duyu organı ile toplar ve o bilgileri beyni ile işler. Sonuç ya öğrenmesidir ya da unutmasıdır.”
Sizce bu bilgi doğru mudur? Doğrudur ve artık detaylandırılmaya hazırdır. Elimizde kalan bu bilgide üç parça bulunur ve genellikle detaylandırmak istiyor isek bu üç parçayı enlemesine ve boylamasına düşünürüz. Bu üç parça şu şekildedir,
1-) Bir insanın bilgiyi beş duyu organı ile toplaması,
2-) O bilgiyi beyni ile işlemesi,
3-) Ya öğrenmesi ya da unutması,
Artık elimizde doğru bir bilgiden temellenmiş üç parçacık bulunur. Peki ya nasıl enlemesine ve boylamasına düşüneceğiz? Düzgün düşünme sanatından okuduklarımızı burada uygulayabiliriz. Bu uygulamalar için de nasıl sorusu bombardımanını kullanacağız çünkü sorguya çektiğimiz olgu bir gerçekliktir (Neden sorusunu kullanmıyoruz zaman kaybı, zaten biliyorsunuz.). Bu üç parçacığı nasıl sorusu bombardımanına tutacağız ve birinci parçacıktan başlayalım,
“Bir insanın bilgiyi beş duyu organı ile toplaması à Bir insan bilgiyi beş duyu organı ile nasıl toplar?”
Bir insan bilgileri kendisini Öklid uzayına bağlayan duyu organları vasıtası ile toplamaktadır. Bu bağlamda demeliyiz ki bir insan bilgiyi görerek, duyarak, koklayarak, tadarak ve dokunarak toplar. Bu ulaştığımız sonucu da nasıl sorusu bombardımanına tabii tutuyoruz,
“Nasıl görüyor? Nasıl Duyuyor? Nasıl Kokluyor? Nasıl Tadıyor? Nasıl Dokunuyor?”
Ayrıca bu soruları bilimsel yöntem ile düşüneceğiz. Demek istediğim “Nasıl görüyor?” sorusuna gözüyle cevabını vermeyeceğiz. Işığı ve fiziksel işlevleri düşüneceğiz. Şimdi sırayla bu soruların cevaplarını okuyucularım ile dizmeye başlayalım,
Nasıl Görüyor?
Uzayda güneş adını verdiğimiz sıradan bir yıldızdan gelen ışık demetleri dünya adlı gezegene yaklaşık sekiz dakika 40 saniyede ulaşır. Işığın güneşten başlayan bu uzay yolcuğu serüveni dünyaya kadar sürmesinin süresidir bu. Işık bu süreç boyunca uzay boşluğunda süzülür. Bu ışık demetleri atmosferden dünya adlı gezegenin yerküresine iniş yapar. Bu iniş sürecinde uzaydan gelen bu ışığımızın spektrumu atmosferde bulunan gaz tabakaları tarafından modifikasyona da uğrar. En son bu modifiye olmuş ışık demetleri yerküredeki cisimlere çarpar. Bu cisimlere çarpan ışık demetleri cisim tarafından kısmen absorbe edilirken kısmen de yansıtılır. Bir spesifik cisimden bu aşamalardan geçmiş ışık demeti en son aşamada insan adlı hayvanın gözüne doğru yolculuk eder. Göze gelen yansımış ışık demeti göz merceğinde ters döner ve gözün arka kısmında bulunan sarı cismin üstüne ters düşer. Düşen bu foton parçacıkları gözdeki reseptör hücreleri uyarır. Bu reseptörler iki cinstir. Çubuk ve koni. Çubuk reseptörleri şekli verirken koni reseptörleri rengi vermektedir. Bu çubuk ve koni reseptörlerin yaktığı impulslar beynin (yani işleyicinin) ilgili merkezine iletilir ve işlenir. Görme işlemi tamamlanmış olur.
Nasıl Duyuyor?
Ses tıpkı güneş ışığının enerjisi gibi bir enerjidir. Ses ile ışığın arasındaki tek fark birisinin boşlukta ilerlemesi ve diğerinin sadece moleküler düzeyde bir maddesel yoğunluğa ihtiyaç duyarak ilerleyebilmesidir. Ses boşlukta yayılamayan taraftadır yani moleküler düzeyde bir maddesel yoğunluğa ihtiyacı vardır. Dünyamızın atmosferi bolca azot ve bol miktarda oksijen molekülleri içerir. Bu durum da sesi iletilebilir yapmaktadır. Bir kaynağın ses üretebilmesi için enerji yani titreşim üretmesi gerekir. Bu üretilen titreşim enerjisi havada adeta bir sprey gibi küresel bir şekilde yayılır ve insan adlı hayvanın kulağına ulaşır. Havadan gelen bu titreşim insan kulağının zarını da titreştirir. Titreşen bu zarın enerjisi salyangoza açılan pencereyi de titreştirir. Salyangozda oluşmuş bu enerji elektriksel impulsa dönüştürülüp beynin ilgili merkezine iletilir ve işlenir. Duyma işlemi tamamlanmış olur.
Nasıl Kokluyor?
Etrafımızdaki her cisim belli başlı kokular yaymaktadırlar. Bu kokular da aynı zamanda moleküller aracılığı ile taşınmaktadır. Bir insanın bu cisimlerden yayılan kokuları koklayabilmesi için akciğerlerinde baştan basınç farkı oluşmalıdır. Bu fark sonucunda bir insan nefesini çeker ve kokladığı maddenin molekülleri burnuna doğru yolculuk eder. Bu moleküller burnun mukusuna takılırlar ve sarı bölgeyi uyarırlar. Sarı bölgede oluşturulmuş impulslar beynin ilgili merkezine işlenmek için gönderilir. Koklama işlemi tamamlanmış olur.
Nasıl Tadıyor?
Etrafımızdaki her cisim belli başlı moleküler tatlar içerir. Bir insan bunları tadabilmektedir. Tatma eylemi ağızda yaşanmaktadır ve bunun için ilk adım ağzın açılmasıdır. Cisim ağzın içine girdiği zaman tükürük ile ıslanır ve ağza alınan cismin moleküllerini tükürüğün içine difüze olur. Bu moleküller papillalar tarafından tutulur ve sarı cisim üzerinde impuls oluştururlar. Bu impulslar beynin ilgili merkezine iletilir ve işlenirler. Tatma işlemi de böylece tamamlanmış olur.
Nasıl Dokunuyor?
Etrafımızdaki cisimler üç boyutlu şekillere sahiptirler. Bir insan bu cisimlere istemli bir şekilde dokunur. Dokunma eylemi ihtiyaç ve merak kökenlidir. Ayrıca bir de temas eylemi vardır. Temas eylemi vücudun her yeri ile yapılırken dokunma eylemi sadece ellerle yapılmaktadır. Temas eylemine bir örnek olarak ihtiyaç halinde cinsel organların birbirine dokundurulmasına çiftleşme denir. Diğer bir örnek ise ihtiyaç halinde iki bireyin birbiriyle sohbet başlatması için tokalaşması da olabilir. Dokunma eylemi ise daha çok meraktan gerçekleşir. Yeni bir cismi keşfetmeye çalıştığımızda onla direkt temas kurmak yerine dokunma eylemiyle harekete geçeriz. Dokunma eylemi istemli bir şekilde gerçekleşen motor bir eylemdir fakat temas eylemi istemsizce de gerçekleşebilir. Buna örnek insanların birbirleri ile çarpışması veyahut bir insanın cansız bir obje ile çarpışması örnek verilebilir. Bu duruma ayrıca dalgınlık da denir. Vücudumuzun neredeyse her bölgesinde sinir hücreleri bulunur. Dokunma ve temas anında bu sinir hücreleri uyarılır ve impuls üretilir. Beynin ilgili bölgesine iletilir. Dokunma işlemi de böylece tamamlanmış olur. Unutmamakta fayda vardır, vücudumuzdaki sinir hücreleri vücudumuzun her yerine eşit bir şekilde dağılmamıştır. Vücudumuzun bazı bölgeleri çokça sinir hücresi içerirken bazı bölgeleri ise daha az sinir hücresi içermektedir.
Bu durumlar neticesinde bir insan beş duyu organı ile bilgileri böylece toplamaktadır. Peki biz bu duyu organlarını parçalama işleminden ne kazandık? Bazı ortak noktalar gözümüze çarpmış oldu. Birinci ortak nokta bir canlının bilgi toplayabilmesi için duyu organları vasıtası ile Öklid uzayına bağlantı kurmasıydı. İkinci ortak nokta ise bu kümülatif bilgilerin impulslara dönüştürülmesi ve beyine iletilip işlenmesiydi. Bu bağlamlardan yola çıkarak o bilgiyi beynin işlemesi kısmını sorgulamaya başlayalım çünkü artık duyu organlarından toplanmış bütün impulslar beyine işlenmek için yola çıktılar,
“O bilgiyi beyni ile işlemesi àO bilgiyi beyni ile nasıl işler?”
İşte bu kısım enteresandır. Beş duyu organından gelen impulsları beynin işlemesi durumu. Bu işleyişin sonucunda ise bir insanın algılayabilmesi durumu. Bu durumun nasıl işlediği ile ilgili evrimden yardım alabiliriz çünkü spesifik bir canlıyı üç boyutlu Öklid uzayına bağlayan sistem evrimin ta kendisidir. Bu durum zamanın bir icatıdır fakat tabii ki de zamanla canlı bir sistemin birleşimi de gereklidir. Beş duyu organından gelen impulsların beynin özel bölgelerine iletildiğini hatırlamaktayız. Bu özel bölgeler beynin loblarını temsil etmektedir ki kitaptan da hatırlayabiliriz. Bu beyin loblarının içerisinde özelleşmiş ve nöron adını verdiğimiz küçük canlı hücreler bulunur. Duyu organlarından gelen impulslar bu lobların içerisindeki nöron yığınına dağılırlar. İşte tam anlamıyla enteresan kısım burasıdır çünkü impuls adını verdiğimiz bu elektriksel potansiyelin bu nöron yığınlarına dağılışı bir insanı ayrıca algılatabilmektedir (Beynin algılatma işlevinden yola çıkarak bir bilginin nasıl işlendiği konusunda somut bilgilere sahip olabiliriz.). Bu durum tam olarak nasıl yaşanmaktadır ki? Nöron gibi küçük özelleşmiş bir hücre bizlere bu algıda ve işleyişte nasıl yardım etmektedir? Burada benim yapabileceğim en kuvvetli yorum evrimin gücü olacaktır fakat tabii ki de bir fikrim daha bulunmaktadır. Açıklayayım. Aslında bizlerin tamamıyla beyin olduğumuzu açıklamıştım. Beynimizin içinde milyarlarca nöron hücresi olduğunu da biliyoruz. Mantık olarak aslında bizler milyarlarca nöron hücresiyiz. Bu nöron hücrelerinin tamamı ve birbirleri ile kurdukları sinaps bağları miktarı kadarız. Alzheimer hastalığı bu düşüncemi desteklemektedir çünkü bir kişi Alzheimer olduğunda beyin hücreleri arasındaki bağlantı yavaş yavaş kaybolur. Sonuç olarak gördüğümüz ürün ise en son kişinin kendi kendisini de unutması olacaktır. Bu da zaten resmen ölümdür. Bu bağlamlardan yola çıkarak beynimizin içindeki nöronlar ve nöronal ağlar biziz desek şu anlık doğru olacaktır. Kendimizi bir bütün olarak kabul edersek yani kendimize “1” dersek ve bu değeri nöron hücrelerimizin sayısına yani 100 milyara böler isek her bir spesifik nöron hücremize kendimizden yüzde kaçlık pay düşüyor onu buluruz. Bu değer 100 milyar küsurata düşer. Her bir nöron hücremizdeki bu küsuratlı değerleri toplar isek yine kendimizi yani “1” sonucunu elde ederiz. Bu şu demektir, beynimizin içerisindeki her bir nöron hücresi bizden belli başlı bilgi kırıntıları taşımaktadır. Bu kırıntılar birbirleri ile iş yapmaktadırlar ve sonuç olarak biz meydana gelmekteyiz. (Bu fikir ayrıca duyu organlarının topladığı bilgileri yok saymaktadır. İmpulsun aslında bilgi taşımadığını savunmaktadır. Yani gereken bilgi otomatik olarak aslında bizim beynimizin içinde sağlanıyor çünkü zamanla böyle evrimleşti. İmpuls ise sadece bir uyaran gibi düşünülebilir. İçerisinde bir bilgi yok.). Bu durumu anlayabilmemiz için basit bir örnek vermek isterim. Bir “x” canlısı hayal ediniz. Bu “x” canlısının 1000 tane nöron hücresi olsun. Bu canlının benliğine yine aynı şekilde 1 değerini veriyoruz. Böylelikle her nöron hücresine düşen bilgi kırıntısı 0,001 olmuş olur çünkü kendisini beyin hücresi sayısına böldüm sebep kendisinin beyin olmasıdır. Bütün bu 0,001 değerlerini toplasaydık 1 değerini geri elde etmiş olurduk. Bu örnek ile şu an ki anlattıklarımı daha anlaşılır kılmak istedim fakat dikkat ettiyseniz elimizde bir problem bulunur. Bir “x” canlısının da benliği 1 değerindedir, bir insanın da benliği 1 değerindedir. Peki hangisinin hangisinden daha karmaşık (veya buna üstün de diyebilirsiniz damak zevkinize bağlı) bir benliğe sahip olduğunu nasıl anlayacağız? Sonuçta günün sonunda her ikisi de 1’dir. Bu kısımda iki düşünce karşımıza çıkar,
1-) Her bir özel nöron hücresinin sahip olduğu küsuratlı değerler ne kadar 1 değerinden küçük ise bir canlı o kadar karmaşıktır. Bu küçük küsuratlı değerlerin toplanması bize beyni bütünlemesine 1 değerini verdirtir.
2-) Her canlının benliğine ve işleyiş mekanizmasına 1 değerini atamak yerine her bir spesifik nöron hücresine 1 değerini atarız. Böylelikle her canlı nöron hücresi kadar benlik gücüne sahip olmuş olur.
İki fikir de enteresandır. Birinci fikir beyne bütünlemesine 1 değerini verirken, ikinci fikir her bir nöron hücresine 1 değerini verir. Üçüncü bir fikir ise neden illaki 1 değerini verdiğimizdir. Dördüncü fikir ise vücut kütlesinin beyin kütlesine bölümünün eksi bir üssüdür. Yani dördüncü fikride 1 değerine yaklaşım vardır. Üçüncü fikir akıl karıştırır çünkü gereksizdir. Sonuç olarak 1 değerini vermek bizlere basitlik sağlayacaktır. Dördüncü fikir ise şu an kabul gören zekâ anlayışlarındandır. Hadi bu üç fikri manipüle edelim ve diyelim ki bir insan beyninin içinde sadece ve sadece bir tanecik nöron hücresi olsun. Koskocaman ve bir beyin kadar nöron hücresi hayal ediniz. Peki elimize ne geçti bunu hayal ederek? Her iki fikri de ortak nokta da birleştirmiş olduk. Birinci fikirde kendimize tamamıyla 1 değerini veriyor idik ve kendimiz zaten tamamı ile beyindik. Artık beynimiz tamamı ile bir bütün nöron hücresi olduğu için ikinci fikirdeki her bir spesifik nöron hücresine 1 değerini vermemiz gerektiği fikrini de sağlatmış olduk. Tamam da bunu neden yaptık? Evrimin rolünü de anlamamız için yaptık. Eğer ki böyle evrimleşmemiş ise o zaman bu iki fikirden sadece bir tanesi doğru demektir çünkü her iki fikri de ortak noktada birleştiremedik! Hatırlarsanız duyu organlarından gelen impulslar beynin ilgili özel bölgelerine iletilip işleniyordu. Bunu tekrar hatırlatmam gerekir çünkü şu ana kadar düşündüğümüz her şey bu an içindi. “O bilgiyi beyin nasıl işler?” kısmında ben birinci fikri kendime disiplin edinip sizlere işleyişi açıklamak isterim. Evrimi de baz alaka her kompleks canlının beynindeki özel bölgeler yaşadıkları ortama göre maksimize olacak şekilde evrimleşir. Mesela bir balina ile bir insanı bu bakımdan karşılaştırabiliriz. Bir balinanın görme duyusundan gelen impulslar o balinanın görme duyusundan sorumlu beynin özel bölgesini belki de bir insana kıyasla daha az uyarır ve o bölgedeki nöron hücreleri daha az olabilir. Balinaya kıyasla bir insan çevresini görebilir, uzayı görebilir ve olmadı denizin altını da görebilir. Görme spektrumu geniştir. Bu durum görme duyusuyla ilgili beynin özel bölgesini etkiler. Bir insanın nöron hücreleri bu bölgede daha fazla ve buna kıyasla bir balinanınkisi daha az olabilir. Sonuç olarak insanın görmeyi işleyen beynin özel bölgesindeki nöronların pek fazlalığı her bir spesifik nörona daha da az bilgi biti düşürür. İnsanın görme bölgesi için nöronal değerleri bir balinaya kıyasla 1 değerinden daha küçük olduğu için insanın görme işlemi balinaya kıyasla daha karmaşık olacaktır. Ayrıntı artacaktır (Bunu aynı cetvel üzerinde ölçülen santimler ve metreler olarak düşünebilirsiniz. Nöron hücre sayısı arttıkça paylaşılan bilgi biti gittikçe azalır ve metrelerden santimlere düşersiniz. Bu da karmaşıklığı ve ayrıntıyı sizlere sağlayan en temel etken olmuş oluyor. İnsan neden karmaşık bir canlıdır günün sonunda? Nöronlarına paylaşılan bilgi bitleri çok azdır ve beyin nöronları epeyce fazladır.). Bu karmaşıklık durumu zamanın getirisi evrimsel süreçlerle süregelmiştir ve şu an kendimize biz diyebilmemizin de temeli atılmıştır. Bu her spesifik nörona ve bilgi bitine çarpan elektriksel impuls akımları bu her bir spesifik nöronun içerisindeki bilgi bitlerini uyarmaktadır. Beyin bilgileri böylece işlemektedir. Evrimsel olarak çoğu bilgi beynimize kazınmıştır. Ya öğrenmesi ya da unutması durumu nasıl yaşanır? Son olarak bu durumu nasıl sorusu bombardımanına tutalım,
“Ya öğrenmesi ya da unutması à Bir insan bir bilgiyi nasıl öğrenir nasıl unutur?”
Artık bu kısma kadar birçok şey düşünüp kavradık. Duyu organlarından gelen uyarıları yakalayan ve işleyen bir beyin ve buna bağlı olarak bu beynin kendine has bölgelerinin olması ve bu bölgelerin içindeki nöronların sayısı ve sinaps gücünün önemi. Şimdi sistemi tamamı ile baştan başlatalım ve bunun için bir insanın ilk defa yeni bir cisim gördüğünü hayal edelim. Bu görülen yeni cisimden yansıyan ışık demetleri bu insanımızın gözüne girecektir. Görüntü mercekte ters dönecektir ve gözün sarı cisim üzerine düşüp impulslara dönüşecektir. İmpulslar beynin ilgili merkezi olan beynin görme bölgesine iletilecek ve bu bölgedeki her bir spesifik nöron hücresinin içerisindeki bilgi bitleri uyarılacaktır. Bu bilgi bitleri otomatik bir şekilde beynimiz tarafından birleştirilip anlamlaştırılacak ve cismi görmüş olacağız (Kamera gibi düşünün). Peki öğrenmeyi sağlayan ne olacaktır? Öğrenmeyi sağlayan hafıza olacaktır ve bu kısımda da nöron hücreleri bulunur. Bu yeni cismi bir insanın öğrenip öğrenmemesi o insanın yeni cismin bilgisini hafızasında tutup tutmamasına bağlıdır. Eğer tutmuş ise öğrendi diyeceğiz tutmamış ise günün sonunda zaten unuttu diyeceğiz. Peki hafızanın bu bilgiyi tutup tutmaması nelere bağlıdır? Tamamı ile ilginçlik, kişisel haza bağlıdır. İlginçlik kısmı anlaşılır bir durumdur fakat kişisel haz tam anlamıyla nedir? Kişisel haz veya hazda olma durumu rahatlığa tekabül eder. Bir insan rahatlığa ve kişisel haza ulaşma çabasında ise yeni bilgiler öğrenmek durumundadır. Eğer bu insan kişisel haza ve bu denli bir rahatlığa ulaşma gibi bir derdi yok ise yeni bilgiler öğrenme durumunda değildir çünkü zaten hayatta kalmaktadır. İlginçlik kısmı ise her iki durum için de geçerlidir. İnsanın tabiatı ilginçliğe karşı öğrenmeye ve unutmamaya açtır. Peki bir şeyi ilginç yapan nedir? Farklılıktır. Farklılıklar insanlarda ilgi uyandırırlar. Peki bir bilgiyi öğrenmiş isek o bilgiyi nasıl hatırlarız? Aynı şekilde bir bilgiyi unutmuş isek o bilgiyi nasıl unutmuşuzdur? Bir bilgiyi öğrenmiş isek onu hatırlamamızın yolu tamamı ile çağrışım yapmaktır. Beyin sürekli otomatik bir şekilde çağrışım yapan bir organdır çünkü bu hayatta kalmak için süperdir. Bir bilgiyi hatırlamanın yolu sürekli çağrışım yapmaktan ve bu çağrışımları istemsizce yani otomatikman kullanmaktan geçer. Diğer insanlar buna ayrıca bilinçaltı da derler. Aslında istemli bir şekilde hatırlayamayız. Bilgiler bir anda ve bir anda beynimize çakarlar. Unutma durumunda da bilgi artık silinmiştir ve bu durum da istenç ötesidir yani bilginin silinip silinmediğinin farkındalığına varamazsınız. Beyin sürekli aktif bir organdır ve bu aktiflik onu çağrışım makinesine dönüştürür. Şu an beynimizde kim bilir hangi bilgiler bulunuyordur fakat hiçbirisini neredeyse hatırlayamıyoruz. Neden hatırlayamıyoruz? Çünkü beynimiz şu an o spesifik bilgilere çağrışım yapamıyor. Eğer birisi çocukluğunuzdan bahsetseydi hemen çocukluk anılarınızı hatırlamaya başlardınız değil mi? Çünkü ne dedik? Beyin çağrışım yapan bir organdır. Her nöron sonuçta bizden bir bilgi tutmaktadır.
Evrim (Zaman, Biyolojik Kanun) + Doğru Koşullar à Kendini Tanıma (Prefrontal Korteksteki Nöronal Sayım (evrim ile zamana göre) + Sinaps gücü) à Farkındalık + Öz Kimlik + Zaman (Deneyimler, Fizik Yasası) (Entropi)) = EGO (Değişebilir)
Yukarıdaki formül nedir hemen açıklamaya başlayayım,
Yukarıdaki formülde oklar zamanı sembolize ederler. Yani evrim ve doğru koşulların zamanla birlikte çalışması kendini tanımaya yol açar. Yukarıdaki formülde toplama işareti ise birlikte çalışmayı sembolize etmiştir. Parantez içerisindeki ek açıklamalar bir şeyin içerikleridir. Mesela, evrim parantez içerisinde yazan zamanın ve biyolojik yasanın bir ürünüdür. Kendini tanıma ise prefrontal lobdaki nöronların sayısı ve o nöronların sinaps gücünün bir ürünüdür. Eşittir sembolü ise bütün kavramların bir noktaya denk olmasıdır. Formül baştan sona şöyle yorumlanmalıdır,
Biyolojik yasa olan evrimin zamanla doğru koşullar altında işlemesi durumunda bir canlı için kendini tanıma özelliği açılır. Kendini tanıma özelliği beynin prefrontal korteksindeki nöronların sayısı ve bu nöronların sinaps gücüyle ilişkilidir. Kendini tanıma özelliğinin ilk belirtileri ayna karşısında veyahut su yansımasında bir canlının yansımasına bakıp kendisine bakım yapmasıdır. Bu durum da evrimleşerek farkındalığa ve öz kimliğe dönüşür. Farkındalığın ve öz kimliğin zamanla çalışması durumunda (ki bu duruma insanlar ulaşmıştır) insan gibi bir canlı 60 veyahut 70 sene yaşar ve bu yaşam boyunca Ego biriktirir ve değiştirir.
Ego, teolojide ruha denktir fakat teoloji felsefenin bir dalı olduğu için gerçeklikle bağıntısı yoktur. Ego teolojideki ruhun bilimsel çalışmasıdır fakat ruh reddedilir ve ego denir. İnsanların egosu yani bir benliği vardır. Bu benlik yukarıdaki formülden açığa çıkmıştır. Otomatik beyin konusunun önergesi ise Egomuzun aslında çoğunlukla otomatik olduğudur. Bu ne demektir? Daha iyi anlayabilmemiz için kısa bir öyküleme yapmak isterim. Uyudunuz ve uyandınız. Uyanırken otomatik bir şekilde gözlerinizi açarsınız. Gözünüzü açtığınız an yattığınız ortamı ve bulunduğunuz mekânı görürsünüz. Bu görme işlemi de otomatik olmuş olur yani görüyorum deyip görmezsiniz. Bu görme işlemi beyninizde bir dizi düşünce biçemlerini başlatır fakat bunlar otomatik ve çok hızlı gerçekleşir. Mesela evinizin duvarını veyahut kapısını gördüyseniz bu duvarın ve kapının bulunduğu odayı da hızlıca düşünüverirsiniz. Bu durumda nerede uyuduğunuzu hatırlar ve çevresel bilince varırsınız. Bu çevresel bilince de insanlar uyandım, uyanığım ve uyumuyorum derler. Yatağınızdan kalkarsınız ve bu durum da çoğunlukla otomatik olur. Yatağınızdan kalkmanızın sebebi bulunduğunuz ortamdan ayrılmaktır ve bunun sağlanması için çevresel bilincin genişlemesi de gerekmektedir. Mesela odanızda uyanmış iseniz artık evinizde olduğunuzu ve bu evin de bir şehirde olduğunu hatırlamanız gerekecektir. Bu şehri hatırladıktan sonra bir işinizin ve kariyerinizin olduğunu hatırlarsınız. Bu düşünceler çok hızlı gerçekleşir ve bu düşüncelerden doğan sebeplerin üst üste binmesi neticesinde yatağınızdan kalkarsınız otomatikçe. Kalktıktan sonra ilk işiniz ihtiyaçlarınızı gidermek olur ve çevresel bilinçten ötürü yürümeye başlarsınız. Gözünüz sürekli görür ve sürekli imgeleri beyninize taşır. Çevrenizde hareket ettikçe yani Öklid uzayında yer değiştirdikçe gelen ışık ve objeler değişir. Gözünüz değişimi görür beyninizde bunun bitlerini yakar, bunları zaten okuduk. Değişim üstüne değişimi getirerek çevresel bilinciniz daha da artar ve kafanızın yerine geldiğini yani kendinize geldiğinizi hissedersiniz. Bu his neticesinde midenizin açlığını da hissedersiniz. Bu durumların hepsi bir sinyaldir ve otomatiktir. Çevresel bilincinizin maksimum olduğu noktada egonuza kavuşursunuz. Kimsiniz? Neredesiniz? Aileniz kimdi? Kaç yaşındasınız? Cinsiyetiniz nedir? Evli misiniz bekar mısınız? Uzar gider ve işte bu kavrayıştasınızdır. Ayrıca, bir kişiyi uykusundan hemen uyandırdığınızda bir şok yaşar. Kim olduğunu veya nerede olduğunu tam anlamıyla kavrayamaz çünkü çevresel bilinci henüz yerine oturmamıştır. Her şey çok hızlı gerçekleşiyordur. Bu kişi egosuna tam anlamıyla sahip değildir. Kendi kendisine konuşamaz veya muhakeme edemez. Bir deney daha uyuyan bir insana tokat atmayı denemeniz olabilir. Bu kişi uyanır ama ona tokat attığınız için size doğru hemen bir atak yapmaz veyahut kendisini savunma moduna da geçmez. Ne oluğunu kavramaya çalışır ve bunu becermeye çalışır. Uyanık bir insana tokat atsaydınız ve bu insanın bu durumda olduğunu görseydiniz herhalde ona aptal derdiniz değil mi? Anlayacağınız, ego ile uykunun arasında zıt bir ilişki vardır. Derin uykuda olduğunuz an egonuz artık gizlenmiştir. Maksimum çevresel bilinçte olduğunuz an ise egonuz artık görünürdür ve bu duruma uyanıklık denir. Ego çoğunlukla otomatiktir ve çevreniz kadardır. Bunu size çok basit bir şekilde şöyle kanıtlayabilirim,
Çok güzel bir kadınla tanıştınız ve ikiniz de birbirinizden hoşlandınız. Kadını yemeğe davet ettiniz ve bir iki soju içtiniz. Kafanız güzel ve süpersiniz. Böyle durumlarda bir gecelik motel ayarlamadan olmaz bunu ikizin de biliyorsunuz. Hop geldiniz. Odaya girdiniz. Kafalar güzel ve kalp ritimleriniz hızlı. Kadın yatağa seksi yürüyüşleriyle yanaştı ve kendisini yatağa bıraktı. O güzel siyah saçları tane tane yayıldı yatağın üzerine. Bu görüntüyü gördükten sonra içiniz kıpır kıpır oldu. Kadının o seksi görüntüsü sizin hayvansal güdülerinizi uyandırdı. Onu yiyip tüketmek istediniz. Ağzınız sulandı kalbiniz daha da hızlı atmaya başladı. Yatağa yöneldiniz ve kadının göğüslerine hamle yapmaya hazırlandınız derken hop bakalım. Sen bir matematik öğretmenisin canım. Hadi o an aklını karıştırmış o kompleks integral problemi çözmeye koyulsana? İşte bu integral problemi o an aklına asla gelmeyecek çünkü çevren kadarsın ve otomatiksin.
Umarım güzel bir örnek olmuştur. Bu durumda ego hatırlayabileceğimiz şeylerden tutun kendimize karşın gün içinde sorduğumuz sorulara kadar çevremizle bağıntılıdır ve çoğunlukla otomatiktir. Uyandığımız andan başlar uykuya girdiğimiz ana kadar devam eder. Peki, ego tamamı ile ne zaman otomatik olmaz ki? Farkındalığa ulaştığınız an. Farkındalıkla egonuzu yorumlarsınız. Beyninizi kendi kendisine çalıştırırsınız. Düşünceleriniz kendi kendinize çalışır. Çevrenizden bağımsızlaşırsınız. Kutunun dışına yönelirsiniz. Özetle içinizden geçen düşünceler çoğunlukla otomatik oluyor ve siz bunu kontrol ettiğiniz an da farkındalığa ulaşmış oluyorsunuz. Ben kimim sorusuna verdiğiniz yanıt bile yüksek ihtimal isminizden, geçmişteki başarılarınızdan veya şu an ki yaptığınız meslekten öteye geçmiyor. Otomatik Beyin bu kitapta bulunan bir eleştiridir. Gerçekten otomatik miyiz? Yoksa özgür müyüz? Bunu düşünün derim. Benim durduğum pozisyon çoğunlukla otomatik olduğumuz ve azınlıkta özgür olduğumuzdur. Maksimum özgürlüğe ulaştığımızda belki de bir tanrı olacağızdır kim bilir?
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..