Sert bir şekilde yataktan itildi ve yere yuvarlandı. Düşüşte başını vurmuş, eliyle kafasını acırken inliyordu.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu. Başını ovuştururken diğer eliyle yataktan destek alarak ayağa kalkmayı deniyordu.
“Asıl sen yapıyorsun?! Neden benim yanımdasın!?”
Ona bu acımasız muameleyi gösteren kişi tabi ki de Yurine’ydi. Yöntemi sert olduğu gibi kalbini de parçalıyordu. Zorla yataktan itilmek birini uyandırmak için kötü bir yöntemdi ve o yöntem Yurine’nin kendisi tarafından Yu için seçilmişti.
“Ah…”
Yurine’nin yanında uyumaya öylesine alışmıştı ki odalarında iki yatak olmasına rağmen gece hiç düşünmeden onun yanına yatmıştı. O zaman ona bu yaptığı dünyanın en normal şeyiymiş gibi geliyordu.
Ayrıca birisiyle uyumaya alıştıktan sonra yalnız yatmak Yu’nun hoşuna gitmemişti.
“Alışkanlık olmuş işte,” dedi, ayağa kalkarken. “Tam da birbirimize alıştık derken böyle bir tepkiyle karşılamak yalnızca fiziksel olarak değil, duygusal olarak da canımı yaktı.”
“Hmph!”
“Yanaklarını şişirdiğinde çok tatlı oluyorsun.”
“HMPH!”
Yurine sırtını dönüp yüzünü Yu’dan gizledi. Yaşananlara rağmen Yu, onun moralinin yerinde olduğunu düşünüyordu.
“Bugün üst katlar için su ısıtacaklarmış, yıkanıp kahvaltıya inelim.”
Kaldıkları loncada her gün farklı bir kat için sıcak su temin ediliyordu. Sıcak su sırası gelen katta kalanlar kendileri için ısıtılan suyu kovalarla kendi odalarına taşıyor ve banyo yapmak için kullanıyordu.
Karşılaştıracak olursa Lucia’nın hanını buraya tercih ederdi. Orada üç günde bir sıra beklemek yerine istediği zaman sıcak su alıp banyo yapabiliyordu.
Tabi burası maceracılar loncası olduğundan loncanın sahibi, maceracılara görevlerinden döndükten sonra tek başlarına banyo yapma imkanı sağlamak için her odaya küvet koymuştu. Lucia’nın hanında küvetli odalar özeldi.
Ve eğer görevinden dönen maceracıların sıcak su sırası henüz gelmediyse toplu banyoyu kullanabiliyorlardı. Yani burası misafirlerinin ihtiyacına göre donatılmıştı.
“Benimle gelir misin, seni tek başına bırakmak istemiyorum.” Satoshi’nin tek başınayken öldüğünü düşününce, paronaya geliştirmeye oldukça müsait olan Yu, Yurine’yi bir dakikalığına bile olsa tek başına bırakamazdı.
“Davetsiz misafirler gazabımın tadına bakar, aptal. Ben güçsüz bir insan değilim.”
“Ama içim daha rahat edecek, lütfen.”
***
“Günaydın.”
“Günaydın,” Lylphia’ya aynı şekilde yanıt verdi.
Olayı hemen atlatıp tamamen görevine odaklanacağını düşünüyordu ama Lylphia’nın yüzü hala asıktı. Diğerleri de onun gibi asık bir yüze sahip olmalıydı.
Yu böyle oldukları için onları yargılayamazdı. Bir arkadaşı kaybetmek kolaylıkla atlatılabilecek bir durum değildi. Yine de Lylphia’nın tepkisini anlamsız buluyordu, Satoshi ile aralarında bir bağ yoktu.
“Belki de işi ciddiye aldığı içindir.”
Yu da üzülmüştü, onun da canı yanmıştı ama şimdi sanki her şey normalmiş gibi davranıyordu.
Bunu fark ettiğinde “Neden?” diye sordu kendine. “Belki de… Ne zaman birisini öldürsem, öldürmenin verdiği suçluluk hissi azalıyordur.”
Lylphia, Yu’nun yüzünün önünde elini salladı.
“Birisini öldürsem? Satoshi’yi ben öldürmedim… Benim seçimlerim yüzünden öldü? Ne düşünüyorum ben böyle?” Düşünceler kendi elinde olmadan kafasında beliriyordu. “Hayır, bu benim suçum değil. Elbette değil!... Ben… Kötü biri miyim?” Cevabı belliydi.
“Bay Valarfin?”
Lylphia, yüzünün önünde elini sallıyordu ama kendisine seslenene kadar fark etmemişti.
“Efendim?”
“Bir anda durunca sorun olduğunu düşündüm.”
“Sorun yok.”
Lylphia ile üçüncü katta karşılaşmışlardı, Yu kendini toparladıktan sonra merdivenleri inmeye başladılar.
“Yaşananlar yüzünden kendimi suçlamak bana yardımcı olmayacak.” Sadece moralini düşürdüğünün farkındaydı. “Bakalım diğerleri nasılmış.”
Lylphia ve Yurine ile birlikte salona girdi. Buraya geldikleri ilk sefere kıyasla handa daha az kişi vardı, masaların yarısı boştu ve içeridekiler de kahvaltılarını yaparken çıt çıkarmıyorlardı.
Kendi grubundakilerin yüzleri ise tahmin ettiği şekilde dünkünden farklı değildi.
“Günaydın,” dedi masaya otururken. Yurine sağına, Lylphia soluna geçti.
“Günaydın, Bay Valarfin.”
“Günaydın.”
Sivina ve Ana ona karşılık verirken Raul sessiz kaldı. O, Sivina’nın yanına yanaşmıştı.
“Satoshi varken kızlara bu kadar yakın değildi.” Daha doğrusu Sivina’ya bu kadar yakın değildi. “Ondan mı hoşlanıyor? İkisi için birden kavga ettiklerini zannediyordum, sadece Sivina için miydi? Ya da sadece öyle denk gelmiştir, her neyse.”
Yuvarlak masanın çevresine tamamen yerleştiler ve henüz ergenliğe girmemiş bir kız kahvaltılarını getirdi.
Peynir, zeytin, yumurta, salam, su ve ekmek vardı. Hepsi sessizce önlerindekileri yemeye başladı.
“Acaba bu dünyanın yemeklerinin tadı nasıl?” İlk gecesinden beri hiçbir yemekten tat alamıyordu.
Dünyadayken tat alma duyusunu körelten şeyler olduğunu duymuştu ama detaylı bilgiye sahip değildi. Hayatının kalanı boyunca tat alamamaktan korkuyordu.
Birkaç deney yapmıştı. Bol acılı, tatlı, tuzlu ve şekerli şeyler yemeyi denemişti; aynı yemeği midesini bozacak kadar yemeği de denemişti ama hepsinin sonu kusmak olmuştu.
“Yani? Sadece susup yemek mi yiyeceğiz?” Yurine ile gün içinde yapacaklarını kahvaltı sırasında konuşuyorlardı. Böyle sessizce yemeye alışkın değildi.
“Ne yapacağız?” Yurine yemek yemeyi bıraktı. Her sabah aynısını yapıyordu. Kahvaltı etmiyor, öğlen yemeğinde çok fazla yiyor ve akşam yemeğinde yine az yiyordu.
“Neden bıraktın, Yurine. Devam et.”
İş konuşmaları gerekiyordu ama Yurine’nin beslenmesine daha çok önem vermişti.
“Karnım tok.”
Yu iç çekti. Karnının tok olduğunu söylüyorsa onu yemek yemeye zorlayamazdı.
“Birimiz dün Lylphia’nın getirdiği listedeki isimleri araştıracak. Kalanlar da ormanda biraz dolaşacak.”
“Orman?” Sivina, lokmasını yuttuktan sonra sordu.
“Evet, orman. Bir araştırma gezisi yapacağız.” Dün bu yüzden ormanı tanıyan birisini aramıştı. “Siz gittikten sonra Yurine ve ben bir ormancı bulduk. Ondan ormanın haritasını aldım.”
Hedeflerinin ormanda saklandığına inanıyordu, eğer öyleyse yaşayabileceği belli başlı alanlar olmalıydı. William Berry kötü bir nama sahip korkunç bir katil olsa da bu dünyada canavarlar için bile canavarlar vardı ve ormanın herhangi bir yerinde hiçbir şey yokmuş gibi yaşayamazdı.
“Eğer tahmin ettiğimiz gibi çevredeki ormanda yaşıyorsa ilk önceliği temiz su elde etmek olmalı. Suyun yakınlarına bakmalıyız.”
“Ormanın içinden geçen bir akarsu var, buradan su içilebilir.”
Lylphia’nın bilgilendirmesi ile dün konuştukları ormancının yaptığı bilgilendirme aynıydı.
“Su kuyuları ormanda da bulunamaz mı?” diye sordu Sivina. Yu onun demek istediğini anlamıştı, illaki akarsuyun yakınlarında olması gerekmediğinden bahsetmeye çalışıyordu. “Belki onlardan birinin yakınındadır ya da kendine bir su kuyusu açmıştır. Kolay iş değil ama yıllardır burada, yapabilir.”
“Ormancının söylediğine göre su kuyularının hepsi şehirde yer alıyor…”
“Ayrıca su kuyuları sabit noktalarda, akarsu daha geniş bir alana yayılmış. Sürekli yerini değiştirmek isteyeceğini varsayarsak kuyularla uğraşmaz.”
“Tch…” Yu, bir izci olan Raul sözünü böldüğünde dişini sıktı. Bunun yaşanmasından nefret ediyordu ve aynı şeyi kendisi de düşünmüştü zaten. “...Raul’un da dediği gibi, su kuyusu açacağını zannetmiyorum. Belki ormanda kimsenin bulamayacağı bir köşede su kuyusu açmış olabilir derdim ama elini attığı yerden temiz su çıkacak diye bir şey yok. Akarsuyun etrafında olacağının düşünüleceğini tahmin etmiş olup uzak bir yerde, yerde biriken yağmur suyunu içebilirdi ama su çamurlu olacağından yapamaz.”
Kendi dünyasında çamurlu suyu temiz suya çevirmenin yöntemleri vardı ama burada yapılması zor olacağından bahsetmedi.
“Kimsenin bulamayacağı bir yerde su kuyusu açtıysa da tüm gezi boşa olur.”
“Araştırmaya kimler katılacak?” diye sordu Lylphia.
Yu gidecek kişileri önceden belirlemişti.
“Yurine ve ben bankoyuz zaten,” kendisini lider konumuna koyduğundan aralarına katılması gerektiğini düşünüyordu. “Sen tehlike anında ateş büyüsü kullanabileceğin için sen de varsın ve Sivina da yakın dövüş konusunda bilgili olduğundan o da gelecek. Raul da bir izci olduğu için bize katılacak. Ana da listedeki isimleri araştıracak.” Ana’yı grup dışında bırakmak istemiyordu ama görev dağılımının bu haliyle adil olduğuna inanıyordu.
“Ana da büyü yapabiliyor.” Sivina doğal bir içgüdüyle arkadaşını savunmaya geçti, arkadaşının yalnız kalmasını istemiyordu.
“Hem neden ne yapacağımızı sen söylüyorsun ki?” Tıpkı dünkü gibi Raul yine Yu’nun otoritesini sorgulamaktaydı.
Yu onu görmezden gelerek neden bu dağılımı yaptığını açıklamaya başladı. “Senin dövüş gücüne ihtiyaç var, Yurine’nin de şifa büyüsüne. Lylphia ateş büyüsüne sahip olduğu için geliyor ve Raul da izci olduğu için. Ben de Yurine’yi yalnız bırakmayacağım için geliyorum.”
“Bence de grup dağılımı mantıklı, ben isimleri araştırabilirim.” Ana sorunu olmadığını belirtti.
“Bence Yu ve Yurine birbirinden ayrılmayacaksa isimleri onların araştırması daha doğru olur. Hem bir çocuğun ormana girmesi de tehlikeli.”
“Yu mu?”
Bir süredir kendisine ismiyle hitap edildiğini duymuyordu. Lylphia bir anda Yu dediğinde kendi ismini garipsemişti.
“Üstelik siz savaşamıyorsunuz, değil mi? Bu şekilde sizin için daha güvenli olur.”
“Evet, böyle yapalım. Benim gibi üstün bir varlığın öyle yerlerde dolaşmasına gerek yok.”
Sivina, Lylphia’yı destekleyecek güzel bir argüman sundu.
Ayrıca ilk kez Yu'nun fikri alınmadan bir karar veriliyordu.
“Ana?” Yu, Ana’ya baktı.
“Grubun kararı buysa benim için sorun değil.”
“Öyle olsun. Zaten kendime güvenli iş alıp başkalarına tehlikeli iş vermeyi gururuma yediremediğimden böyle bir dağılım yapmıştım. Tercihiniz buysa, siz bilirsiniz.”
Eğer görev dağılımı dediği gibi olsaydı dağılımı yaparken ki niyetini açıklamayacaktı ama şimdi Ana, grup dışına atılıyormuş gibi hissetmesin diye asıl niyetini itiraf etti.
“Öğlene doğru konuştuğumuz ormancı buraya gelecek, ormanın içinde rehberlik etmesi için tutmuştum.”
Gelecek ormancı ömrünün büyük kısmını ormanın içinde geçirmiş bir adamdı, ormanın içinde iyi bir rehber olacaktı.
“Araştırma gezinizin kaç gün süreceği belli değil, yanınızda birkaç günlük yiyecek ve içecek götürürseniz iyi edersiniz. Bunu siz ayarlarsınız, ben diğer konuya geçeyim.”
“Diğer konu? Başka bir şey mi var?”
“Tabii ki de, Lylphia. Ormanda nereyi arayacağınızı önceden planlamalısınız.”
Ormancının verdiği harita ve anlattıklarından yaptığı çıkarımla Yu, katilin akarsuya en fazla birkaç saat uzaklıkta yaşayabileceğini düşünüyordu.
“Az önce de bahsettik, katil su ihtiyacını karşılamak için akarsuya yakın bir yerde olmak zorunda. Gidiş ve dönüş sürelerini hesaba katarsak akarsudan itibaren üç saatlik bir alanı araştırmak doğru olacaktır diye düşünüyorum. Hem akarsuyun batısı hem de doğusu araştırılmalı, yani göreviniz çok yüksek ihtimalle birkaç gün alacak.”
Orta çağda yaşayan bir insan için günde altı saatlik su yolculuğu kabul edilebilir bir şey miydi? Yu bunu bilmiyordu ama bir kaçak için kabul edilebilir bir durum olmalıydı.
“Burada varsayımımızı bozan ufak bir nokta var, o da hedeflerimizin büyü kabiliyeti. William Berry’nin büyü kullanabildiğine dair herhangi bir bilgimiz yok ama Sony onunla beraberse işler değişir.”
“Ne demek istiyorsunuz?” diye sordu Sivina.
“Sony bir büyücü, değil mi?” Maron Martin öyle olduğunu söylemişti. “Eğer su büyüsü yapabiliyorsa kendisi için içme suyu yaratabilir mi yoksa su büyüsü işi var olan suyu bükmek gibi bir şey mi?”
Belki de yaratılan su doğal olarak tuzlu olduğundan içilemiyordu. Büyünün nasıl işlediğini öğrenmek lazımdı.
“İçme suyu yaratmak…” Lylphia, Yu’nun fikrini bir süre düşündü. “Doğrusu bu hiç aklıma gelmemişti ama mümkün olabilir. Fakat Sony’nin böyle bir şey yapabileceğini zannetmiyorum.”
“Neden?”
“Sony’yi pek tanımıyorum, sadece birkaç kez gördüm ama müdürümüz sadece ışık ve toprak büyülerini kullanabiliyor. Annesini de tanımadığım için onun bir büyücü olup olmadığını da bilmiyorum, eğer annesi bir su büyücüsü değilse Sony de yüksek ihtimalle babası gibi sadece ışık ve toprak büyülerini kullanabiliyordur.”
“Büyü ile alakalı farklı kesimlerin ürettiği farklı teoriler var ama en yaygın olanı kalıtımsal olduğu teorisidir. Eğer ailedeki herkes ateş büyüsü kullanıyorsa ailenin bir sonraki üyesinin toprak büyüsü kullanması beklenmez. Aileden farklı bir büyü türüne yatkın olmak oldukça istisnai bir durumdur.”
Yurine, Lylphia’nın ardından büyü ile ilgili bir açıklama yaptı. Eğer büyü kalıtımsalsa Yu hiçbir zaman büyü kullanamayacaktı.
“Ne kadar yazık…”
Büyü kullanabileceğine dair tırnak ucu kadar olan umudu artık tamamen yok olmuştu.
“Hatta bu durum aldatılma şüphesini beraberinde getirebilir, o kadar istisnai. Eğer Sony’nin annesi ya da atalarındaki herhangi birisi su büyüsü kullanmıyorsa, yani Sony’nin kanında bu büyü tipi yoksa kullanamaz ve bizim bildiğimiz kadarıyla yok.”
“Yani benim çocuklarım da büyü kullanamayabilir…”
Yu çekirdeksiz bir nesil başlatabilirdi.
“Bir sorum var.”
“Ne soracaksın?” Lylphia, Ana’ya döndü.
“Neden siz Bay Sony ve Kızılşapel Katilini aynı tarafta tutuyorsunuz?”
“Aynı tarafta da olabilirler, Sony öldürülmüş de olabilir,” Yu, Ana’yı yanıtladı ve konuşmaya devam etti. “William Berry’nin Sony ve birkaç kişinin ismini daha andığı bilgisi elimizde olan tek şey. Belki onları öldürmüştür ama öyleyse neden olmadık bir yerde onların ismini ansın ki? Sony’nin William’a yardım etme ihtimalini yok sayamayız.”
“Başarılı bir adamın oğlu ve güçlü bir büyücü, neden böyle bir şey yapar ki? Anlayamıyorum.”
“Ben de anlayamıyorum, Lylphia.” Kaliteli bir hayat yaşayabilecekken hırsızlık yapmış ve kaçak hayatı yaşamaya başlamıştı, motivasyonu ne olabilirdi? “Ama katilin yüzü bilindiğinden kasabadan erzak alması gerektiğinde bunu yapamaz. Girdiği evlerden para çaldığını biliyor, yani bir şekilde kasabada bu parayı elden çıkarması gerek. Para çaldığına göre kasabadan alışveriş yapacak birine ihtiyaç duyuyor olmalı ve bu kişi Sony ya da bir başkası olabilir.”
“O piç bunu yaparken ne düşünüyor?” Yurine haklı bir soru sormuştu, Yu da bunu merak ediyordu.
“Ben de merak ediyorum ama nedenini ya da fikrimizin doğruluğunu onu bulmadan öğrenemeyiz.” Maron Martin’in bir fikri olmalıydı ama Yu’ya verdiği bilgiler sınırlıydı. “Ama bildiğim bir şey var ki o da şudur; bir şeyin ters gitme ihtimali varsa ters gidecektir. Burada aradığımız Sony’nin, Kızılşapel Katili ile işbirliği yapması bence ‘ters’ bir ihtimal. Tabi bir de Sony’nin ölme ihtimali var ki o en ters ihtimal ama bu senaryoyu düşünmemeyi tercih ediyorum.”
Sony ölmüşse Maron’un verdiği görevi yerine getiremezlerdi. Yani, Yu’nun başarması için Sony hayatta olmak zorundaydı.
“Eğer birlikte yaşıyorlarsa ve aralarında içme suyu üretebilen bir su büyücüsü yoksa bahsettiğim alanda olmalılar. Tabi akarsu kilometreler boyu uzandığı için nerede olduğunu nokta atışı bilemeyiz ama bir tahminim var.”
Ormancı, Yu’ya mağaralardan bahsetmişti. Akarsunun doğusunda kalan ve akarsuya iki saat uzaklıkta olan, insanların da pek gitmediği bir mağara vardı.
“İlk seferde bulabilme ihtimalimiz oldukça düşük ama akarsunun doğusuna geçip iki saat ilerledikten sonra bir mağara varmış. Ormanda pek çok mağara var ama bu mağaranın bulunduğu alan sık ağaçlarla kaplı olduğundan davetsiz misafirlere karşı doğal önlemi olan bir tercih, akarsuya konumu da ideal. Araştırılacak ilk yer burası olacak.”
“Bence katil sürekli yer değiştiriyordur, orada bulacağımızı zannetmiyorum,” dedi Raul, çok bilmiş bir tavırla.
“Evet ama orada kalmış olma ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüyorum ve orada kalmışsa iz bırakmış olmalı. Bu da senin görevin.”
Raul bir izciydi ve Yu ona bir başlangıç noktası verirse iz bulma konusunda daha başarılı olabilirdi.
“Ben kavga dövüşten uzak büyüdüğümü söyleyebilirim.”
Küçük bir çocukken ettiği kavgalar olmuştu ama bunlar çocuk kavgasıydı, bu dünyanın maceracılarına kıyasla Yu hiçbir kavgaya girmemiş sayılırdı.
“Bu yüzden bu dünyanın savaşçılarının ne kadar güçlü olduğunu bilmiyorum. Sizce Kızılşapel Katili dövüş konusunda ne kadar güçlüdür? Sivina, birebirde onu alt edebilir misin?”
“Sadece en iyi olanlar şövalye olabilir,” dedi Sivina. “Ben savaş gücüme güveniyorum.”
“Ben de senin savaş gücüne güvenmek istiyorum.”
Ama körü körüne güvenemezdi. William Berry ikisi yaşlı olsa da üç şövalye öldürmüştü ve bu, şövalyelerin ölümsüz olmadığının basit bir kanıtıydı.
Elbette katilin dövüş tarzı ile şövalyelerin dövüş tarzı aynı değildi ve katil, şövalyeler ellerinde kılıç tutmuyorken onlara saldırmıştı. Yine de onun savaş gücünü hafife almak hata olurdu.
“Aynı anda kaç kişiyle dövüşebilirsin?”
“İki ya da üç, eğer rakibim Rolderhelm ya da Elli ortalama kişilerse.” El, Sivina’nın ülkesi olan Elhaven’in bulunduğu adaydı.
“Daha iyi bir cevap duymayı bekliyordum.”
Sivina’nın beş kişiyle aynı anda dövüşebilecek biri olduğunu hayal etmişti. Sonuçta o, ‘sadece en iyiler şövalye olabilir’ gibi iddialı bir cümle kullanmıştı.
“Birden fazla rakibe karşı tek kişi, böyle dezavantajlı durumlara karşı mücadele edebilen tipler büyücüleridir. Rakipleri ile aralarına mesafe koyabilecekleri için birden fazla kişiyle savaşabilirler.”
“Yurine haklı,” Sivina, Yurine’nin fikrini destekledi. “Ne kadar iyi olursam olayım üç kişi bana doğru kılıç salladığında hoplasam da atlasam da bir tanesi bana isabet edecektir. Sonuçta ben bir Sabah Şövalyesi değilim.”
“En iyiler deyince çok güçlü olduğunu düşünmüştüm.”
“Öyledir.”
Bir süredir sadece dinleyen Ana, az önce Sivina’nın yaptığı gibi arkadaşını savunmak için konuştu.
“Rolderhelm ve Sivina’nın memleketindeki insanlar bu dünyanın ortalamasının çok üstünde, bu yüzden Sivina büyük konuşmamaya çalışıyor.”
Yu tüm dünyayı çılgın güçlerle dolu zannediyordu, Ana'nın sözleri şimdi ilgisini çekmişti.
“Fakat dünyanın bir başka ülkesinde Sivina, tıpkı bir Sabah Şövalyesi gibi onlarca düşmanı ayağının altında ezebilir!”
Ana son cümlesini öyle bir şevkle söylemişti ki Yu bile Sivina’ya hayran kalabilirdi.
Sivina’nın pembe dudaklarının uçları hafifçe yukarı kıvrılırken yüzü kızardı, tatlı bir şekilde deniz yeşili gözlerini Ana’dan kaçırdı.
“Utangaç insanların daha güvenilir olduklarını duymuştum. Bakalım doğru muymuş?”
Bir bardak daha su içtikten sonra masadan kalktı, Yurine’de ona eşlik etti.
“Peki, konuşulacak başka bir şey kalmadı.” Hala yemeğini yemekte olan Lylphia’nın omzuna dokundu. “Lylphia, yemekten sonra yanıma gel, senden bir şey isteyeceğim.”
-------------------------
22.12.2021 - 23.17
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..