“Iggghhhhğğğğğhggghhhıaaa…”
Şehir dışına çıkma yasağı almalarının üzerinden bir hafta geçmişti.
Geçen bu haftada Kızılşapel’den herhangi bir haber alamamışlar ve buradaki zamanlarını da verimsiz şekilde geçirmişlerdi.
Yu boş zamanı değerlendirmek için şehir kütüphanesine sıklıkla uğrasa da en nihayetinde sıkılmış ve şehirde Yurine ile birlikte aylak aylak dolaşmıştı.
Şu andaysa Yu’nun vücudundaki tüm kaslar tek bir amaç uğruna çalışıyordu, içeridekini dışarıya çıkartmak için.
Şlop.
Dışkının aşağıya düşüşüyle klozetteki su, Yu’nun kaba etine kadar sıçradı.
“Uh amını sikeyim, sanki bomba bıraktık.”
Bu iş sırasında zorlanmasının sebebi ne olduğunu bilmediği yemekleri yemesiydi.
Akşam yemeğinde handa olan Lucie ona tuhaf şeyler getirmiş ve heyecanla yemesini beklemişti. Yu tat alamadığı için yediği şeyin iyi ya da kötü olduğundan habersiz tüm yemeği bitirmiş ve yemeğin güzel olduğunu söyleyerek Lucie’nin mutlu olmasını sağlamıştı.
Ama şimdi anlıyordu ki tat alma duyusu olsaydı yemek hakkında yaptığı yorum çok farklı olabilirdi.
“Off…”
Bir başka dışkı, şlop sesiyle aşağıya düşerken başını ellerinin arasına aldı.
“Lan… Ben, Yurine’yi hiç işerken görmedim… Yani tabii ki de normal olarak görmemem gerekiyor zaten ama tuvalete gittiğini hiç söylemedi.”
Maceracılar loncasındayken üstüne meyve suyu dökünce temizlemek için tuvalete gitmişti ve bu onun tuvalete gittiğini gördüğü tek seferdi. Susadığı ya da acıktığı zaman da söylüyordu ve sıkıldığı her seferinde bunu söylemekten çekinmiyordu ama tuvalet hakkında konuşurken hiç duymamıştı.
“Kılıç perileri boşaltım yapmıyor mu? Utandığından gizliyor diyeceğim ama o kadar süredir birlikteyiz, çocuk harbiden tuvalete hiç gitmiyor. Gerçi... Bir ara uyurken altına işemişti.”
Yu, Yurine’nin yediklerini nasıl çıkardığını düşünmeye başladı.
“Yani… Manaya dönüştürüyor olmasın? Belki bu işlemi uyanıkken yapıyordur, uyurken de bunu yapamadığı için doğal yollardan atıyordur. Gün içinde tuvalete gitmediğine göre bir şekilde vücuttan atılması gerek sonuçta ve sürekli altına işemiyor ama şimdi… Beni iyileştirmek için kullandığı mana… Onun… Bunu düşünmesem daha iyi.”
İşini bitirdikten sonra ayağa kalktı ve eserine son bir kez göz attı.
“Tam da tadilat yapacak zamanı buldular var ya.”
Kendi katlarındaki birkaç odada tadilat yapılacağını söyleyerek tuvaleti kullanmamalarını istemişlerdi. Aksi takdirde Yu ortak tuvaletleri kullanmazdı.
Maşrapaya doldurduğu suyu, pisliğin akıp gitmesi için klozete döktü.
“Görsen bu şey, bu adamdan çıkmış diyemezsin.”
Su seviyesi önce yükseldi, sonra alçaldı ve giderden suyun dönerek gittiğini belirten bir “flolop grurrr…” sesi yankılandı ama pislik hala oradaydı.
Yu söylenerek tekrar maşrapaya su doldurdu ve tekrar suyu klozetin içine boşalttı.
“Yok artık.”
Pislik gitmeyince aynısını tekrar yaptı.
Ve tekrar.
Ve tekrar.
Ve tekrar.
Bir noktadan sonra su seviyesi azalmak yerine sadece yükselmeye başlamıştı.
“Hayda…”
Klozetin içinde çok fazla su birikirse ağırlık yaparak tıkayan şeyin akıp gitmesini sağlar diye biraz daha su döktü ama su seviyesini klozetin ağzına kadar getirmek dışında bir işe yaramadı.
“Ne yapacağım lan şimdi?”
Etrafında tuvaleti açabileceği bir nesne aradı ama ne kabinlerin içinde ne de tuvaletin başka bir yerinde pompa ya da bu durumda kullanmak için koyulmuş bir eşya bulamadı.
Fakat tuvaleti bu şekilde bırakamazdı, tuvaletteki süpürgelerden birini aldı ve ters çevirip sapını klozetin içine daldırdı. Daha sonra bu süpürgeyi kullanması gerekecek kişi olmak istemezdi.
Yu birkaç dakika boyunca uğraştı ama tuvaleti hala açamamıştı.
“Ulan tıkanmak için beni mi bekledin?”
Süpürgenin sapını daha sert bir şekilde bastırdı. Süpürgeyi klozete bastırırken ağırlığını sapına verdiği için süpürge kırıldığında az kalsın kafası klozete girecekti, son anda klozetin köşesini tutup başını kurtardı.
“Siktir ya.”
Yu başını kabinden çıkarıp dışarı baktı. “Kimse beni buraya gelirken görmedi, kimse fark etmeden kaçarsam bir şey olmaz.” Ellerini yıkadıktan sonra kulağını tuvaletin kapısına dayadı.
“Hiç ses gelmiyor, şu lanet çınlama dışında.”
Kulağının çınladığını tekrar fark ediyordu. İşine konsantre olması gereken bir anda gelen çınlama sesi dikkatini dağıtıyordu.
“Siktir ama ya…”
Serçe parmağını kulağına sokup çınlamaya neden olan şeye ulaşmayı denese de tek yaptığı canını yakmaktı.
“Neyse…”
Tuvaletin kapısını açtı ve çınlamayı görmezden gelerek yavaş, sessiz, emin adımlarla dışarı çıktı. Adeta bir ninja gibiydi, ayaklarının yere değdiği bile belli olmadan gölgelerin arasında süzülerek ilerliyordu.
“Neyse ki tuvalet birinci katta, yoksa direkt üçüncü kattakilerden şüphelenebilirlerdi.”
Giderken ses kasmaya devam ediyor, en ufak bir titreşim hissettiğinde nefesini tutuyordu.
En fazla otuz saniye sürecek yolu bu şekilde alması iki dakikayı buldu ama sonuç başarılıydı, kimse fark etmeden odasına ulaşmıştı.
Yurine’nin uyuduğunu kontrol etmek için ona seslendi, hâlâ uyuyordu. Yani odadan ayrıldığını o bile fark etmemişti.
“Mişın kompleyt.”
***
Kahvaltının ardından bir saat geçmişti. Yu’nun yapacak hiçbir işi olmadığından Yurine ile satranç oynayarak vakit geçirmeye çalışıyordu.
“Hangisi daha kötü acaba? Tuvalet kâğıdı yerine çubuk kullanmak mı yoksa internetsizlik mi?”
Şu anda kendi dünyasında olsaydı muhtemelen vaktini ders çalışarak ya da telefonda video izleyerek geçirirdi.
Dünyadaki son dönemlerinde motivasyonunun düşük olduğu düşünüldüğünde ders çalışmak yerine telefonda video izlemeyi seçmesi daha yüksek bir ihtimal olurdu.
Ama burada yapabileceği çok fazla şey yoktu. Diğer insanların tüm gün çalıştıklarını biliyordu ama kendisi yapacak bir şey bulamıyordu.
Yurine’den aldığı dünya tarihi dersleri, Yurine’nin de konu hakkında yüzeysel bilgiye sahip olmasından kaynaklı çabuk bitmişti ve Rolderhelm’in halk kütüphanesindeki tarih kitaplarının önemli olan çoğunu okumuştu.
Tarih ve coğrafya dışında öğrenebileceği çok fazla şey de yoktu çünkü Yu pozitif bilimlerde bu dünyadaki herkesten daha iyi olduğuna inanıyordu.
“Fizik ve biyoloji bilmek bu dünyada ne işime yarar onu da bilmiyorum gerçi, normal hayatımda da dersler dışında pek kullanmıyordum. Büyü şeylerini de öğrenemem... Yabancı diller? Belki bunlara sarabilirim. Aramca diye bir dil vardı.”
Aramca, Rolderce ile birlikte dünyada en yaygın konuşulan diller arasındaydı ve ismini Aram Kıtasındaki Aram İmparatorluğundan alıyordu.
“Bunu kafamın bir köşesine not edeyim, sonra bakacağım.”
İkinci Dünya, Birinci Dünya’nın olduğu gibi “küresel” olmadığından dil öğrenmenin ona pek bir faydası dokunmayabilirdi ama boş durmaktan daha iyi olacağına emindi.
“Aklımdaki bilgileri unutmamak için de hepsini yazıya geçirmeliyim. Ah… Acaba farklı canlıların anatomisini bulabilir miyim?”
Bu dünyadaki canlıları da incelediği bir biyoloji kitabı fikri onu heyecanlandırıyordu.
“Bunu hiç araştırmamıştım ama benden önce gelenler pozitif bilimleri aktarmış olabilir. Evet, zaman geçirecek bir şeyler buldum.”
Ama hâlâ internetsizlik gibi bir sorunu vardı. Ders çalışmak ya da yazı yazmaktan sıkıldığında internette vakit geçirerek kendini dinlendiremeyecekti.
Yurine ile eğlenceli aktiviteler yapmak isterdi ama parkta kendisini sallamasına izin vereceğini ya da onunla saklambaç oynayacağını zannetmiyordu.
“Hem saklambaç oynasak da beni hemen bulmaz mı? Hayır, bulamaz.”
Yurine’nin manayı hissederek saklambaçtaki rakiplerini bulabileceğini düşünmüştü ama Yu’nun manası yoktu, onun nerede olduğunu hissedemezdi.
“Bu, şu an oynadığımızdan daha adil bir oyun olur.”
Yurine’nin oynamayı kabul ettiği tek oyun satrançtı. Satrancı birkaç kez annesi ile oynadığını söylemiş ve Yu’ya karşı iddialı söylemlerde bulunmuştu ama oyunda hiç iyi değildi.
“Oraya gidersen seni yerim.”
“Ne? Ne alaka? Neden beni yiyorsun?”
“Çok tatlı olduğun- yani… Taşını yerim diyorum.”
Yurine’yi utandırmak için bilerek gaf yapmıştı ama kız kızarıp Yu’yu eğlendirmek yerine oyun tahtasına odaklandı.
“Bana avans vermekten bahsediyordun.”
“Sen beni kandırdın, oynamayı bildiğini söylememiştin.”
“Hmm, demek beni yeneceğini düşündüğün için oynamayı kabul ettin. Ne kadar da acımasızsın, Yurine.” Yu kıkırdadı. “Ama ben oynamayı bilmiyorum da dememiştim. Muhteşem zekâmı görmezden gelmek ve oynamayı bilmediğimi varsaymak senin hatandı.”
Ablaları henüz birinci sınıftayken ona satrancı öğretmişti ve o günden sonra Yu, ablalarına ne kadar harika olabileceğini gösterip hava atmak için bir manyak gibi sürekli oyunu oynamaya başlamıştı.
Modern teorilerin hepsini ezberlemişti, internetten kurslara katılmış, ilkokul ve lisede düzenlenen yarışmalarda birkaç defa birinci olmuştu.
“O taşı oraya oynayarak ne yapacaksın ki? Yanlış yere bakıyorsun, şahına bak. Birazdan ona saldıracağım.”
“Ama o zaman senin taşını yiyemem ki.”
“Yiyemezsin ama şahın daha öncelikli.”
Yu’nun beklediği gibi kötü bir oyuncu çıkmayışıyla Yurine sıkılıp oyundan kopmuştu. Anlaşılan kazanamadığı oyunları sevmiyordu.
“Eh, buna bir şey diyemem. Ben de kazanamayacağım oyunları oynamayı sevmiyorum.”
Oynadığı oyunlar küçük ve önemsiz olsa dahi Yu için bir gurur meselesine dönüşüyor ve kaybedince inciniyordu. Bu yüzden kaybetme ihtimali yüksek olan oyunlardan uzak dururdu.
“Ama işin içinde zekâ varsa çoğu oyunu kazanırım, hehe.”
Sonraki hamlesini yapmak için vezirini eline aldığında kulağında sıcak bir nefes hissetti.
“Satranç mı oynuyorsunuz?”
Her yönüyle çekici bir elfe ait olan bu ses ve nefes, Yu’yu titretmişti.
“Yapma, ben kulak yalamalı asmr fetişi olan adamım, yanarız.”
Lucie tüm gün Yu’nun kulağına fısıldasa, Yu parmağını kıpırdatmadan dinlemeye hazırdı.
“Evet, sevdiğiniz bir oyun mu?”
“Bir ara öğrenmiştim ama çok iyi olduğumu iddia edemem. Tabii ablam farklı, o satrancı çok iyi oynar.”
“Belki bir ara ona maç teklif ederim, bu dünyada benden iyi oynayan birinin olacağını zannetmesem de biraz düşünmeye zorlanmak eğlenceli olurdu.”
“Çok iddialısınız.” Lucie, Yu’nun yanına oturdu. Omuzları birbirine değiyordu. “Yurine bir tık zor durumda sanki.”
“Hmph, sadece öylesine oynuyorum. Eğer ciddi oynasaydım sonuç çok farklı olurdu.”
Yurine, kaçınılmaz yenilgisinin bahanesini sundu ve Yu, onu mat olmaya götürecek ilk şahı çektiğinde iki eliyle masadaki taşları devirdi.
“Tebrik ederim Yurine, sanırım sonraki sefer avans vermene ihtiyacım olacak.”
“Saçmalık.”
Yurine kafasını çevirdi ve pencereden dışarıyı izlemeye başladı. Oyunlarının bittiğini gören Lucie, başını ona çevirip söze girdi.
“Size sormak istediğim bir şey var.”
Omuzları birbirine değecek kadar yakın olduğu için yüzleri de birbirlerinin nefesini hissedecek kadar yakındı.
“Ne soracaksınız?”
“Ş-Şey… Tuvalet tıkanmış da, dün gece onu kimin kullandığını gördünüz mü?”
“Tuzak soru mu lan bu?” Beyni hızla düşünmeye başladı. “Biri beni görmüş ve Lucie’ye benim tuvaleti kullandığımı söylemiş olabilir. Bu durumda Lucie bana yaklaşırken beni gafil avlayacağını düşünüyor olmalı diyeceğim ama Lucie bana karşı her zaman böyle, hem beni kimsenin görmediğinden de eminim. Şu anda bir art niyeti olamaz.”
“Hayır? Neden ki?” Bilmiyormuş gibi davranıyordu.
“Hayvanın biri nasıl becermişse tuvaleti tıkamış.”
“Bu biraz kaba olmadı mı?”
Lucie’yi kaba konuşurken hiç duymamıştı. Onun böyle konuştuğunu ilk kez duyuyordu ve bu kendisine karşıydı.
“Bunlar toplum içinde yaşamayı öğrenememiş, medeniyetsizler.”
“Harbiden ya, yemek veriyoruz, temiz su veriyoruz, yatacak yer veriyoruz ama yaptığına bak.”
“Bir de yüzümüze bakıp içinden gülüyordur.”
“Değil mi? En çok da buna sinir oluyorum,” Lucie hararetli bir şekilde konuşurken nefesi sürekli Yu’nun yüzüne çarpıyordu. “Belki her gün yüz yüze geldiğimiz adam ama hayvanın teki. Aptal herif bir de süpürgeyi klozete sokup içinde kırmış, çıkaramıyoruz… Off…”
Lucie bitkin bir tavırla başını Yu’nun omzuna dayadı. Yu onun derin bir nefes aldığını duydu.
“Beni mi kokluyor lan?”
“Sizinle böyle bir konu konuşmak istemezdim, hiç konuşmamış gibi yapsak olur mu?”
“Mişın kompleyt ulan, mişın kompleyt. Kimse şüphelenmiyor benden. Tabii şüphelenmezler, benim gibi mütevazı bir beyefendinin böyle bir şey yapacağına tabii kimse ihtimal vermez ama ne demişler, sessiz olandan korkacaksın.”
Başarısından gurur duyuyordu. Yüzünde ise herhangi bir mutluluk ya da stres belirtisi yoktu, tamamen doğaldı.
“Bana uyar.”
Lucie başını omzundan kaldırıp Yu’nun gözlerine baktı. Bir süre baktıktan sonra gözlerini camdan dışarı çevirdi.
“Peki, Bay Valarfin, şey… Bugün boş-”
“Ah... Ben sıkıldım.” Yurine aniden Lucie’nin sözünü böldü. “Sıkıldım, dışarı çıkmak istiyorum. Hadi gidip o aptallardan bir haber gelmiş mi diye maceracılar loncasına bakalım.”
“Olur. Giderken bir kıyafet dükkânına uğrasak olur mu peki?”
“Neden?”
“Çünkü bir pelerinin üzerimde çok havalı duracağını düşündüm.”
Bu sabah omuzlarına attığı battaniye ile aynanın karşısına geçtiğinde pelerin alma fikri aklına gelmişti.
“Neden diğer her şeyde tasarruf yapmalıyız, paramızı dikkatli harcamalıyız derken konu sana geldiğinde para harcamaktan çekinmiyorsun? Parayı boşa harcamana izin vermeyeceğim.”
“Boşa harcamıyorum ki, kendime yatırım yapıyorum.”
“Hayır! Şu taşları topla da gidelim.”
Yu ayağa kalktı ve gerindi. Taşları kutunun içine koymaya başladığında bir gözü de Lucie’deydi.
“Siz ne diyecektiniz?”
Onun ne diyeceğini elbette anlamıştı, Lucie basbayağı ona çıkma teklifi edecekti.
“H-Hiç… Boş verin.”
“Emin misiniz?”
Lucie hayal kırıklığıyla yeşil gözlerini yere indirdiğinde Yu kendini kötü hissetti, onu üzmek istemiyordu.
“Önemli bir şey değildi, müsait olduğunuzda söylerim.”
Yu başını salladı. Onu üzdüğü için üzülüyordu.
***
“Sen beni biraz kıskanıyorsun sanki…”
“Hah, nereden çıktı bu?”
“Ne bileyim, Lucie tam bana çıkma teklifi edecekken araya girmen falan… Beni kimselere vermek istemiyor musun?”
“SUS!”
Yurine öne doğru sıçrayarak birkaç adım attı ve Yu’yu arkasında bıraktı. Kuyruğu takip etmesi zor bir hızda sallanıyordu.
Öne geçtiği için maceracılar loncasına ilk giren Yurine oldu, Yu onu içeride yalnız bırakmak istemediğinden hızlandı ve yetiştiğinde omuzlarından yakaladı.
“Benden ayrılma.”
Lonca şimdiye dek tanık olduğu en kalabalık halindeydi. Loncanın ortasında bir sürü maceracı kutlama yapıyor, kadehlerini birbirine tokuşturup şarkı söylüyordu.
“Ortalıkta şarkı söyleyen insanları sevmiyorum.”
Kendisinin güzel bir sesi ve şarkı söyleyebilme yeteneği olmasına rağmen başkalarının söylemesinden hoşlanmıyordu. İnternette şarkı dinliyordu ama bunu gerçek hayatta duymak onu rahatsız ediyordu.
“Sanırım bunun nedeni istediğim zaman seslerini kesemeyecek oluşum.”
Şarkılarını duymazdan geldi ve resepsiyona doğru yürüdü.
“İyi günler,” elini kaldırarak resepsiyoniste selam verdi.
“İyi günler, nasıl yardımcı olabilirim?”
“Mektup bekliyorduk. Yu Valarfin adına gelmiş olması gerekiyor. Lonca numarası iki sekiz altı sekiz.”
Resepsiyonist adam altında tekerlekler olan bir sandalyede oturuyordu. Masadan destek alarak kendini geriye itti ve sandalyede arkasına dönerek üzerinde küçük çekmecelerin olduğu dolabın önünde durdu.
Cebinden çıkardığı anahtarla üzerinde yirmi sekiz yazan bir çekmecenin kilidini açtı ve çekmeyi çekip içini karıştırmaya başladı.
“İki mektup var, biri Kızılşapel’den diğeri Büyücülük Akademisinden.”
Resepsiyonist zarfları Yu’ya uzattı.
“Teşekkür ederim.” Zarfları alıp en yakınındaki boş masaya geçti ve önce Kızılşapel’den gelen mektubu açtı. “Sivina ev adresini yollamış, başka bir şey yok.” Daha sonra da Maron Martin tarafından gönderilen mektubu açıp okumaya başladı.
“Ne yazmış,” diye sordu Yurine.
“Bizim, şehirden çıkma yasağından kurtulmamızı sağlayacağını iddia ettiği bir şey yazmış.”
Yu, Maron Martin’in gerçekten de böyle bir referans verebileceğini düşünmemişti. Bu mektup harbiden şehirden çıkmalarına yardımcı olursa harika olacaktı.
“Buraya gelmek doğru bir kararmış. Benim gibi ulu bir varlık yanında olduğu için şükretmelisin. Ben olmasaydım o kızla fingirdeşeceğinden mektubu asla alamazdın. Evet, şükretmelisin.”
Göğsünü kabartarak mektubu Yu’nun elinden aldı ve incelemeye başladı.
“Bunu nereye götüreceğiz şimdi?”
“Doğrusu şehirden çıkma yasağı gibi şeyler mahkemeler tarafından verilir zannediyordum, şehri terk edemeyeceğimizi söyleyen kişi Floy olunca şaşırmıştım.”
Dünyadayken mahkeme ile pek bir işi olmamıştı. Sahip olduğu hukuk bilgisi de tarih derslerinden ve sağdan soldan duyup, gördüğü şeylerden ibaretti.
“Bize şehirden çıkma yasağını veren Floy olduğuna göre mektubu ona götürelim diyorum. Başka bir yere götürmemiz gerekirse de o nereye götürmemiz gerektiğini bize söyler.”
***
“Yine mi siz?”
“Doğrusu, ben de buraya güle oynaya gelmiyorum.” Floy’un ofisinde oldukları üçüncü seferdi, Başkomiser Floy da artık onları görmekten sıkılmıştı. “Bugün buraya şu mektubu getirmek için geldim. Şehirden çıkma yasağının kalkması için.”
Floy, Yu’nun uzattığı zarfı alıp açtı.
“Oha lan, Bay Martin’i bunu yazmaya nasıl ikna ettiniz? Cidden o mu yolladı mektubu.”
Floy’un ağzı şaşkınlıktan açık kalmıştı, sıradan iki insanın önemli birinden referans alabileceğini düşünmüyordu.
“Ne sandın yarram...”
Floy mektubu evirip çeviriyor, doğruluğundan emin olmaya çalışıyordu.
“Evet, o yolladı. Bize bir iş vermişti, şehirden çıkmazsak bu işi halletmemiz mümkün olmayacak.”
“Bakın, imza kopyalamak ciddi bir suç. Gerçekten o mu yolladı bunu?”
“Bizim güvenilirlik seviyemiz sizin gözünüzde ne kadar düşük acaba? Evet, bu mektup bizzat Maron Martin tarafından yollandı.”
Gelen mektup, Yu’nun tahmin ettiğinden de önemli olmalıydı.
“Şimdi şehirden çıkabilir miyiz?”
“Mahkeme tarihiniz belli oldu mu sizin? Kaldığınız yere mektup falan gönderdiler mi?”
“Bizim nerede kaldığımızı nereden bilecekler ki? Herhangi bir yere ikamet verdiğimi hatırlamıyorum.”
Belirli bir evde değil, istediği zaman değiştirebileceği bir handa yaşıyordu.
“Adalet sarayına gidip öğrenin mahkemenin ne zaman olduğunu. Mahkeme tarihi geçmemiştir diye umuyorum. Geçmiş olsaydı muhafızlar çoktan sizi bulup zorla mahkemeye götürmüş olurlardı çünkü. Tarihi öğrendikten sonra ona göre hareket edersiniz.”
“Yani… Şehirden çıkabilir miyiz?”
“Yarın çıkabilirsiniz.”
-------------------------
16.01.2022 - 14:40
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..