Karakoldan ayrıldıktan sonra Başkomiser Floy’un yönlendirmesiyle mahkeme hakkında bilgi edinmek için adalet sarayına gitmişlerdi.
İşleri uzun sürmemişti, mahkemenin on dokuz ekimde yapılacağını öğrendikten sonra Yu’dan bir kâğıda mahkemeye katılacağını yazarak imzalamasını istemişler, sonra da salmışlardı.
“Neden yazmıyorsun?” diye sormuştu Yurine, Yu’nun kâğıda öylece baktığını görünce.
Eline kalemi alıp yazarken bir anda durmuş, nerede olduğunu ve ne yaptığını unutmuştu. Yazmaya devam etmesi için Yurine’nin ona ne yaptıklarını baştan anlatması gerekmişti.
“Sadece dalgınlık, abartmaya gerek yok.”
Basit bir dalgınlık olarak görmek ve kafasına takıp kendi canını sıkmak istemiyordu.
“Of…” Uzunca iç çekti. Son zamanlarda üzerinde biriken yoğun bir yük hissediyor, her geçen gün stres seviyesi artıyordu. Dalgınlığın sebebi de bu olmalıydı.
“Sence de mahkeme tarihi çok geç değil mi? Ülkede taş çatlasın bir milyon kişi falan vardır, önümüzdeki on beş günde bu nüfustan en fazla kaçının mahkemesi olabilir ki? Cidden ayın on dokuzuna ertelemeleri olacak iş değil.”
“Önümüzdeki günlerde zafer bayramları falan var, belki o zamanlar tatil yapıyorlardır.”
“Rolderhelm’in kuruluşu için olan şeyi mi diyorsun? Turnuva finalinin oynanacağı gün değil miydi o?”
Yirmi altı ekim tarihi, Rolderhelm Prensliği’nin kuruluş yıl dönümüydü.
“Rolderhelm’in kuruluşu ani gerçekleşen bir olay. Ondan hemen önce kazanılan birkaç muharebe var, koca bir hafta bayram ilan edilmiş o yüzden.”
“Bunlar neden hızlandırılmış dünya tarihi derslerinde yoktu peki?”
Yu geriye yaslandı. Yurine’nin derslerde anlatmadığı ne kadar şey vardı acaba?
“Tch… Bedavaya bu kadar ders oluyor.”
“Bir dakika, bir de benden para mı alacaktın?”
“Bulabileceğin e~n iyi öğretmenden bedavaya eğitim alacağını mı sandın, hmph! Şimdiye kadarki eğitimlerim için şükretmen gerekirken bir de nankörlük yapıyorsunu.”
“Yapıyorsunu…”
“Ah! Sen! Bu ne cüret!”
Yu, Yurine’nin dilinin sürçmesine gülerken Yurine eli ile oturduğu yeri tokatlıyordu.
“Bir haftalık şenlikler olsa bile ayın on dokuzu çok uzak ama bir yandan da iyi oldu gibi hissediyorum.”
Gemileri hala limandaydı ve kalkmasına yarım saat varken binmişlerdi.
Gemi ile yolculuk ettikleri ilk seferde Yu cimrilik yapmış ve bir oda tutmak yerine güvertede yolculuk etmeyi seçmişti. İkinci seferdeyse bir oda tutmak için diğerleri ile paralarını birleştirmiş ve biraz konforlu bir oda tutmuştu.
Bugün ise kendini kötü hissettiği için insanların gürültüsüne katlanamayacağını düşünerek kendileri için yolculuk edebilecekleri iki kişilik bir kamara tuttu.
Tabii ki gittikleri her yerde konfor aramıyordu, sadece bugünlük rahat etmek için böyle bir şey yapmıştı ve giden parasına hâlâ üzülüyordu.
“Tekrar aynı gemiye denk gelmişiz.”
Bu gemi, Yurine ile Büyücülük Akademisine giderken bindiği gemiydi. O zamandan bu zamana aralarındaki ilişki çok fazla gelişmişti.
Gemileri limandan ayrıldığında Yu penceredeki perdeyi kapadı. Görebildiği tek şeyin deniz olması onu korkutuyordu.
“En son bu gemideyken Mora hakkında konuşuyorduk. İstersen daha fazla şey anlatabilirsin.”
“Ne anlatmamı istiyorsun?”
“Azer’in cennetten kovulduğunu söylemiştin. Bunu bilmek önümüzdeki süreçte bir işime yarayacak mı bilmiyorum ama neden kovulduğunu merak ediyorum.”
Kulağa bir oyunun içinde yer alan arka plan hikâyesi gibi geliyordu. Hikâyeyi bilmek oynayışa etki etmeyecek olsa da hoştu.
“Ah… Cehaletin beni öldürecek.”
“Böyle şeyler söyleme, o kavramdan hoşlanmıyorum.”
Ölüm kavramının kendisinden nefret ediyordu, bu kavramı asla kabullenmeyecekti. Ölümün kendisi adaletsizdi, eğer geri alınacaksa hayat neden verilirdi ki?
“Tanrılar canlıları yarattı ve yarattıkları canlılara güçlerinin yarısını bahşettiler. Bu, tanrılar arasında alınmış bir kuraldı ve her tanrının kurala uyması bekleniyordu.”
Yurine’nin bilgilendirmesi başladığında Yu başını duvara yaslayıp dinlemeye başladı. Gerçek tarihi bazen unutsa da bu tarz bilgileri hiç unutmuyordu. Hatta bazı oyun ve hikâyelerdeki tarihi, Birinci Dünya’daki bazı ülkelerin tarihinden daha iyi biliyordu.
“Bazı tanrılar çok fazla canlı yarattı ve güçlerini onlara eşit bir şekilde paylaştırmaları gerektiğinden yaratılan canlıların sayısından ötürü her birinin payına çok az miktarda güç düştü. İnsanları buna örnek olarak verebiliriz.”
“Az bulunan şeylerin daha değerli olması gibi.” Güç dağılımı kulağa adil geliyordu ama neden bazı insanlar diğerlerinden daha güçlüydü? “Pekâlâ, kılıç perilerini kim yarattı?”
“Onlar yaratılmadı, evrimleşti,” dedikten sonra gülümsedi ve elini gururla göğsüne koydu. “Tabii beni bir tanrıça olmaya en layık olan kişi yarattı, orası ayrı.”
“Evrimleşti… Kulağa ilgi çekici geliyor.”
Yurine daha önce kılıç perileri ile ilgili konuşmamıştı. Onun türü hakkında bir şeyler öğrenmek istiyordu.
“Peki insanları hangi tanrı yarattı?”
Yu soruyu sorar sormaz Yurine’nin yüzü düştü, az önceki gururlu ifadeden eser yoktu. Asık bir suratla fısıldadı, “Theia.”
“Neden bir anda yüzün-”
“Azer’e geri dönelim,” dedi Yurine. Kendini toparlayıp boğazını temizledi.
Yu, ‘Theia’ isimli ilah hakkında meraklanmıştı ama Yurine onu anlatmak istemiyordu.
“Mesela elfler, pek çok farklı türde olsalar da sayıları az olduğu için ilahların güçlerinden paylarına bol miktarda düştü. Elflerin insanlardan çok daha fazla yaşaması da, büyü de çok daha güçlü olması da bu yüzden.”
Yu mantığı anlamıştı, genel olarak işler sayılarla bağlantılıydı.
“Azer ise sadece iki tane dişi yarattı, onlara Fırtına’nın Kızları dedi ve onlarla evlendi. Azer güçlerinin yarısını yarattığı iki dişi ile paylaştığı için bu dişiler birer yarı tanrı oldu, yani yaratılan en güçlü varlıklar ve ikisi gücünü birleştirdiğinde bir tanrıya eşitlerdi.”
“Sonra ne oldu?”
“Tanrılar, Azer’i ve karılarını kendi otoritelerine bir tehdit olarak gördü ve birleşerek onları Göklerdeki Krallıktan, yani cennetten kovdular.”
Hikâye bir mağduriyet hikâyesiydi ama kulağa tamamen Azer’in lehine anlatılıyormuş gibi geliyordu. Hangi tarafın haklı olduğuna karar vermek için başka açılardan da hikâyeye bakmak gerekliydi.
“Azer yapılanın haksızlık olduğunu söyledi. Azer’e göre yaptığı kurallara karşı değildi ama tanrılar onu dinlemediler. Azer de intikam yemini etti ve tanrıların güçlerini dahi aşacak lütuflar yaratmaya girişti. Amacı lütufları çocuklarına vermekmiş ama daha sonra bilinmeyen şeyler olmuş ve lütuflar bugün kardinal olarak anılan insanların ellerine düşmüş.”
“Ama o insanlar da Azer’e tapıyor, değil mi?”
“Evet, öyle.”
Fırtına Tanrısı Azer’e tapan Zodya dininin lideri Pontifeks, onun hemen altında yer alan ve mezhepleri temsil edenlerse kardinallerdi.
“Bu hikâyenin başka versiyonları var mı peki? Varsa onları da duymak isterim.”
“Azer’in günahı tanrılara tehdit olacak bir güç yaratmak değildi,” diye anlatmaya devam etti Yurine. “Bu onun kendi takipçilerine anlattığı hikâye. Rheia farklı şeyler anlatıyor.”
Rheia, dünyanın çoğu yerinde tapılan, en çok takipçisi bulunan ve Rolderhelm’in ana tanrıçasıydı.
“Onun günahı çok ağır, ne insanların ne de tanrıların tolerans gösteremeyeceği bir şeydi. Tanrılar kendi yarattıklarını çocukları olarak gördü fakat Azer, yarattığı kızlara Fırtına’nın Kızları dedikten sonra onlarla evlendi.”
Hikâyenin bu kısmını biliyordu. Daha sonra o kızlardan gelen nesle Fırtına’nın Çocukları deniyordu ve hâlâ dünya üzerindeydiler.
“Tanrılar insanların kendi kanı ile evlenmesine kesinlikle karşıdır ve Zodya’nın egemen olduğu Mora dışında her ülkede kendi kanından biriyle evlenmek yasaktır. Eğer böyle insanlar arasında bir ilişki keşfedilirse taşlanır ve bazı yerlerde öldürülürler. Çok nadir olsa da bazı yerlerde de yedi kuşak kanunu vardır ve aileleri yedi kuşak öncesine kadar araştırıldıktan sonra insanların evlenmelerine müsaade edilir. Kendi kanından biriyle evlenmenin sadece Mora’da yasak olmadığı düşünülürse bu hikâye kulağa daha inandırıcı geliyor.”
“Fırtına Krallığı da Azer’e tapmıyor muydu?”
“O başka konu.”
Fırtına Krallığı’nın da Fırtına Tanrısı Azer’e taptığını biliyordu ama Mora ile arasında bir deniz vardı. Bu yüzden işlerin işleyişinde farklılıklar oluşmuş olabilirdi.
“Gelelim Mora’ya...” Yu boğazını temizleyip yeni konuyu açtı. “Mora, teokratik bir devletti ve Andromeda Kilisesi tarafından yönetilirdi. Kilisenin altında katedraller vardı ve onlar da mezhep liderleriydi. Bu ülkede kral sadece bir temsilciydi ve yetkileri kısıtlıydı. Sonra kral, dini tanımadığını söyledi ve iç savaş çıktı. Olay bu mu?”
“Evet,” Yurine başını sallayarak onayladı.
“Kraldan bahset, onun nasıl biri olduğunu merak ediyorum.”
Kral, Yu ile aynı ismi taşıyordu. Bu ismin ona özel olmasını isterdi ama eğer bir başkası taşıyorsa en azından havalı biri olmalıydı.
“Söylediğin şekilde kral ülkenin temsilcisidir ve Long Klanı üyelerinden seçilir.”
“Krallar nasıl seçiliyor peki?”
“Mühür ile.” Yurine kendi bileğini Yu’ya gösterdi. “Long Kralları’nın bileğinde bir ejderha mührü olur. Bu mühür tüm Long Klanından sadece bir kişide gözükür ve o kişi ölünce bir başkasına geçer. Bu sayede yeni kral belirlenir.”
“Hmm… Aslında iyi yöntem, bu sayede krallar güçlerini tanrıdan aldığını kolaylıkla iddia edebilir ama yetkileri yokmuş işte.”
Bir açıdan kut sistemine benziyordu. Eğer krallar ülkenin tek hükümdarı olsaydı tahttaki hak iddiaları sıradan halkın karşı koyamayacağı kadar güçlü olurdu.
“Ejder Mührünün belirdiği bir sonraki kral da Long Klanının Zao kolundandı. Onun görevleri de kendisinden önce gelen krallar ile aynıydı; ara sıra halkın arasına karışıp sorunlarını dinlermiş gibi yapacak, ne kadar dindar biri olduğundan bahsedecek ve bazen de onlara erzak yardımı yapacaktı.”
“Bakarsın bir gün ben de kral olurum, bana yakışır he… Şöyle bir taç olsa kafamda, sırtımda pelerin, sonra da kıçımı yayıp otursam tahta… Harika olur yemin ediyorum. Bir de haremim olsa of, öhöm, neyse.”
“Senin anlayacağın yapması gereken tek şey kilisenin verdiği basit görevleri yerine getirmek ve önceki krallar gibi kıçını yayıp keyfine bakmaktı.”
“Tabi bazılarına rahat batıyor, o lavuk da kesin aksiyon aramıştır.”
Mora Krallığı Kralı Yu Zao Long. Eğer Yu onun yerinde olsaydı yaşadığı hayat harbi hayat gibi hayat olurdu. Sadece sözde kral olsa da yapması gereken neredeyse hiçbir şey yoktu. Tüm gün keyfine bakar, kendini strese sokmaz ve hayatındaki en büyük aksiyon hareminden birkaç kişiyle aynı anda yatmak olurdu.
“Adaletine altı yüz on dokuz çektiğim dünyası böyle hayatları bize vermez işte.”
Yu hiç görmediği bir adama özeniyordu.
“Yeni kral bu düzene karşı çıktı. Zodya’nın yönetimi altında halkın fakirleştiğini ve dinin zenginleştiğini, tanrının değil halkın paraya ihtiyacı olduğunu söyledi. Kral, kilisenin değil kendisinin yönettiği bir ülke istiyordu.”
“Bunu gerçekten halkı için mi istiyor yoksa iktidar hevesi için bunları bir bahane olarak mı gösteriyor?”
Yu’nun gözünde hiçbir siyasi isim halk için çalışmazdı. Yu’nun inancına göre her şeyin temelinde tatmin arzusu yatardı ve siyasilerin de halk için değil kendilerini tatmin etmek için güç kazanmaya çalıştıklarına inanırdı.
Yu Zao da dinin çıkarcı yönetimini bahane edip kendini tatmin etmek için hareket ediyor olabilirdi. Eğer durum buysa kazanması durumunda değişen tek şey ülkeyi sömüren kişi olurdu.
“Bunun kader olduğuna inanıyor,” dedi Yurine.
“Kader? Kendini buna inandırdıysa sıkıntıları olabilir, böyle insanlar hiç çekilmiyor.”
İnanç o kadar güçlü bir yapıydı ki onu yıkmak için ordular yetersiz kalırdı. Yu inanmaktansa bilmeyi isteyen biriydi ve ne zaman bilmek yerine inanan bir insanla tartışsa karşıdaki kişinin cehaleti yüzünden sinirlenip tartışmayı sonlandırırdı. En sonunda bu insanlara laf geçiremeyeceğini anlayıp tartışmayı bırakmıştı.
“Din tarafındaki söylentilere göre kralın yanında olan bir cadı var ve bu cadı tarafından beyni yıkanmış. Cadı onu Yüce Ejderha’nın yeryüzündeki formu olduğuna inandırmış.”
“Yüce Ejderha’nın yeryüzündeki formu… Kulağa havalı geliyor, böyle bir şeye inanmak istemesine şaşmamalı.”
Yu da kendisinin özel bir insan olduğuna, bir görevi olduğuna inanmak isterdi. Her insan isterdi.
“Rie de bir kardinal olduğuna göre Yu Zao sizin de düşmanınız oluyor.”
“Evet ama annem onun haklılık payı olduğunu söylemişti. O da dinin kötü yönettiğine ve kendi ceplerini doldurmak için çalıştığına inanıyordu.”
“Ama annen Zodya’nın kardinallerinden birisi değil miydi? Dini düzeltmek için mi bir parçası oldu?”
Rie onda dindar bir kadın izlenimi yaratmamıştı. Gerçekten dini düzeltmek gibi saçma bir idealin peşinden giderken mi ölmüştü? Yu böyle bir sebep uğruna ölmek istemezdi.
“Zodya dinine katılması da Başak Kilisesini tekrar kurması da kendi iyiliği uğrunaydı, böyle söylemişti.”
“Bu daha kabul edilebilir bir sebep.”
Yu ancak insanlar kişisel çıkarlarının peşinde koşarsa medeniyetin gelişeceğine inanıyordu. Tabii bunun için de eğitilmeleri ve neyin onlar için daha iyi olduğunu kavrayabilecek düzeye ulaşmaları gerekliydi.
“Rie hangi amaç uğruna dine katılmıştı peki?”
“Bilmiyorum.”
“Ne demek bilmiyorsun?”
“Bilmiyorum işte, bana söylemedi.”
Yu tekrar hatırladı. Kendisi arkadaşlık edebileceği fazla kişi olmadığından Yurine ile daha yakındı ve gerek görevleri gerekse günlük hayatları ile ilgili pek çok konuyu kendi aralarında konuşuyorlardı.
Ama Rie onu sadece bir çocuk olarak görüyor ve bir çocuğun bilmesinin gerekmediği şeyleri söylemiyordu. Bu yüzden Yurine, Rie’ye yardımcı olmak için bilmeleri gereken bilgilerin bir kısmından haberdar değildi.
“Ama öldürmek istediği bir şey vardı, biliyorum.”
“Öldürmek,” diye tekrarladı içinden. Kelime onu rahatsız ediyordu. Bu kelime ile hiçbir zaman iyi anlaşamayacaktı.
“Bir ‘şey’ diyorsun, insan değil yani?”
“Bilmiyorum.”
“Sistem, düzen, çark, inanç, krallık ya da bir varlık… Şey kelimesi bir sürü anlama gelebilir.”
Rie’nin öldürmek istediği şey ile cinayet arasında bir bağ olabilir miydi? Yoksa cinayet o şeyden bağımsız mıydı?
“Öldürmek istediği şeyin onu da öldürmek istemesi şaşırtıcı olmasa gerek.”
Az önce Yurine, Rie’nin kralı haklı bulduğunu söylemişti. Belki de Rie’nin bu düşüncesi dinin diğer mensuplarının hoşuna gitmemiş ve aralarındaki düzenin bozulmaması için onun öldürülmesini kararlaştırmışlardı.
Ya da ölümünün arkasındaki kişi kral da olabilirdi. Yu Zao tüm dini yok etmeyi amaçlıyorsa buna katedraller arasında en güçsüzü olan Başak Katedralinden başlayabilirdi.
Bir başka muhtemel sebep Rie’nin öldürmek istediği şey ile alakalı olabilirdi. Eğer olay intikam meselesi ise zaten iki taraftan biri ölmeden meseleyi çözmek kolay olmazdı.
“Belki de benim ürettiğim fikirlerden tamamen farklı bir sebebi vardır. O kadar uğraşıyoruz, eğer cinayet sikimsonik bir nedenden ötürü işlendiyse cidden sinirlenirim.”
Olay aşk cinayeti tarzında bir şey çıkarsa Yu başına gelen her şeyin sebebinin saçmalık olduğunu düşünecek ve tüm bu uğraşın sinirini birinin canını yakmadan atamayacaktı.
“Gerçi olayın altında mantıklı bir sebep olsa ne olacak ki?”
Zamanı geri almak mümkün olabilir miydi? Yurine gerçekten haklı mıydı? Eğer mümkün değilse ne olacaktı? Yurine ondan annesinin intikamının almasını bekliyordu.
“Kimden intikam alacağım? Kimden alacağız? Kaç kişiden? En sonunda da kendimi mi öldürmeliyim bu olaydaki tüm suçluların cezasını kesmek için?”
İntikam alınacaklar listesinde kendi ismi de vardı.
“Bir başkasından intikam almak istesek bile… Ben nasıl bir işe bulaştım, tanrım…”
Hayalindeki paralel dünya macerası bu şekilde değildi. Yu sürekli daha da derinlere batıyor, ağlar çözemeyeceği şekilde vücudunu sarıyordu.
“Sorun sadece dövüş gücü değil, intikam almak isteyeceğimiz kişiler kolayca bulaşamayacağımız kişiler. Hadi diyelim Rie’yi öldüren kral ya da din olsun, bunlardan nasıl intikam alacağız ki? Yanlarına yaklaşması bile kolay değil ve cinayeti Rie’nin öldürmeyi amaçladığı şey planlamışsa onu nasıl bulacağız? En yakını bile bir şey bilmiyor. Of… Off…”
Her biri bir başka olayla bağlantılı olabilecek bir sürü olay, kör bir düğüm ve henüz o düğüme dokunamamış olan Yu. Ne yapacağını, gelecekte neler olacağını merak ediyordu.
Tek bir ışık zerresi görse, belki her şey farklı olurdu.
“Rie’yi öldürenleri bulduğumuzda ne yapmayı planlıyorsun?”
“Elbette öldüreceğiz! Başka ne olacağını düşünüyorsun, daha önce söylememiş miydim? Annemin intikamını alacağız!”
“Alacağız…”
Merak etti, gelecek neden her geçen gün daha da kararıyordu?
-------------------------
16.01.2022 - 22:10
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..