Tanrıça Rheia’nın safı savaşta zayıf düşmüş; Oburluğun Bedivere’ine ait şeytan ordusu dünyanın doğusunun tamamını, haritada gözükmeyen kısımları bile ele geçirmiş ve onlarca yıl sonra bile kapatılamayacak yaralar oluşturmuştu.
Hatta değil onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce yıl geçse bile bir daha düzeltilemezdi. Savaşı Bedivere’ün ordusu kazanırsa bir daha asla kapanmayacak yaralardı.
Tanrılara olan nefreti o kadar büyüktü ki onları kendine çekmek için tüm dünyayı yok etmekte, yaşayan her canlıyı yemekte sorun görmüyordu.
Ama yaptığı da bir işe yaramıyor gibiydi. Çünkü onun istediği gibi olmamış, cennetin ilahları arasından sadece bir kişi dünyaya inmişti: Rheia, Doğa Tanrıçası.
Yaklaşık dört asır önce cennetten kovulan Azer de Rheia ile birlikte dünya için savaşmış ama onun ve neslinin ölmesinden sonra dünyanın üzerinde kalan son ilah Rheia olmuştu. O da öldükten sonra bu dünyanın tamamen yok olmasını engelleyen hiçbir şey kalmayacaktı.
Cennete ulaşacak güce kavuşmak için Bedivere, Rheia’nın ölümünün ardından dünyada kalan her bir ruhu yiyecek, eğer açlığı dinmezse şimdiye dek yaptığı gibi farklı dünyalardan ruhlar getirecekti.
Bedivere’ün kardeşi Galahad ona karşı sahip oldukları en büyük kozdu fakat o da Rheia’yı korumaya çalışırken ölmüştü. Rheia onun ölümünün ardından savaşmakta bir anlam görmüyordu.
Denise, Yumi ve Natalia ayakta dikilirken sandalyenin üzerinde oturan tanrıçayı ikna etmeye çalışıyordu.
“Savaşmanın bir anlamı kalmadı artık,” dedi Rheia. Gözlerindeki yaşam enerjisi tükenmişti. “Cennet bu dünyayı terk etti ve sahip olduğumuz güç ile ölümümüzü geciktirmek dışında bir şey yapamayız. Bu dünyanın sonu geldi.”
“Siz nasıl pes edebilirsiniz! Dünyayı korumanız gerekmiyor mu!? Size inanan insanları korumanız gerekmiyor mu!?”
Eğer Rheia bir tanrıça olmasaydı Rolderhelm’in taç prensesinin tokadı çoktan yüzüne inmiş olurdu ama Eumi ona tokat atmak yerine sadece yumruğunu sıkabildi.
“Galahad öldü, onun dışında kim Bedivere’ü durdurabilir ki? Yeryüzündeyken ölümlüyüm ve bir ilahın daha ruhunu alınca Bedivere durdurulamaz olacak. Azer’in ruhu onu zaten yeterince güçlendirdi...”
“Ne yapacaksınız o zaman!” Denise ellerini masaya vurdu. “Bedivere sizi yemesin diye kaçacak mısınız? Nere kadar!”
“Sizin nereniz tanrıça be!”
Beyaz saçlı genç cadı öfkelenerek masanın üzerindeki eşyaları yere attı.
“Tanrılar cennette güven içinde oturmaya devam etsinler! Siz de Rolderhelm’e kaçıp cennete dönün! Ama biz savaşacağız! Bu dünya bizim sahip olduğumuz tek dünya, bu insanların sahip olduğu tek dünya! Son ruh buradan göçene dek insanlar savaşmaya devam edecek!”
Natalia hışımla çadırdan dışarı çıktı ve yok olmak üzere olan dünyada sakinleşebileceği son bir yer aradı.
Natalia çadırdan çıktıktan sonra ne yapmıştı, Denise hiçbir zaman öğrenemedi.
---
Dünyaya inmiş en güzel varlıktı. Zarifti, nazikti ve tüm güzel erdemlere sahipti. Dünyaya indiğinden beri kaç kişiyi kendine âşık etmişti acaba?
Ama bu güzel ilahın yeşil saçları kan yüzünden kırmızıya boyanmışken yüzünde kederli bir ifade vardı ve ruhsuz kalmış vücudu yerde yatıyordu. Tanrıça Rheia’nın bedeni yavaşça dünyadan silinmekteydi.
Denise’in sevdiği kız olan Eumi de bir şeytanın kılıcıyla öldürülmüş ve Oburluğun Bedivere’ünün midesine girmişti.
Yalnızca Rheia ve Eumi’nin değil, son savunmayı yapan her bir adam, kadın ve çocuk katledilmiş, ruhları artık bir vücudu bile olmayan Bedivere’e gitmişti.
İlonya’da geriye kalan son iki varlık sadece Denise ve Natalia’ydı. Vücutlarında kalan mana ile tek yapabildikleri Rheia’nın da dediği gibi ölümlerini geciktirmekti.
“Kendi dünyamda bir kez öldüm, burada da bir kez daha öleceğim... Lanet olsun!”
Bedivere tamamen korkunçtu. Onun gücü o kadar yüksekti ki Tanrıça İselle’nin özenle yarattığı fiziksel vücudu bile bu gücü kaldıramamış ve yok olmuştu. Şimdi onu oluşturan tek şey çevresindeki ışığı bile emen bir gölgeydi.
Ayakları yoktu, biçimsiz bir gölgeden ibaret şekilde havada süzülüyordu. Onu oluşturan gölgenin içinden eller, başlar ve ayaklar çıkıyordu ama bunların hiçbiri Bedivere’e ait değildi, hepsi onun içinden kurtulmaya çalışan ruhlara aitti.
“A-ç-l-ı-ğ-ı-m, a-ç-ı-m, i-n-t-i-k-a-m-a, a-ç-ı-m.”
Konuşan Bedivere müydü? Hatta konuşan bir erkek miydi, kadın mıydı, bir çocuk muydu, bir insan mıydı? Anlaşılmıyordu...
Bedivere’ün kelimelerindeki her harf başka biri tarafından seslendiriliyordu. Saf oburluk kendilerine yaklaşırken ruhlarının ağırlaştığını hissediyorlardı.
Denise sonun geldiğini anladığında pes etti. Hayır, Eumi’nin öldüğünü gördüğünde çoktan pes etmişti zaten. Şimdi Galahad ölünce pes eden Rheia’yı anlayabiliyordu.
Ama hâlâ pes etmeyen birisi vardı. Natalia, Clermont Cadısı pes etmeyi reddediyordu. Bedivere’ün umutsuzluk, acı ve kederden oluşan formu dünyanın renklerini yok edip üzerlerine gelirken Natalia’nın yüz ifadesi bir anlığına değişti ve şeytani bir gülümseme edindi. Tek bir saniye, tek bir andı ama Denise onun gözlerinin kızıla boyandığını görmüştü.
Natalia kollarını havaya kaldırıp ellerinde mor bir ışık küresi oluşturdu ve küreyi kendi ayaklarının dibine attı. O anda tüm dünya karanlığın içine gömüldü ve Denise ile Natalia o karanlığın içinde bir başlarına kaldı.
“Hâlâ yapacak bir şey var, ben pes etmeyeceğim.”
“Böyle bir büyün varsa neden daha önce kullanmadın!”
Denise, Natalia’nın yakasına yapıştı. Onun düşündüğü ilk şey Natalia’nın sözleri değil Eumi olmuştu. Eğer bu büyüyü önceden yapsaydı Eumi yaşayabilirdi.
“Zamanı geri almanın bir yolu var.” Natalia yakasına yapışan elleri itti. “Nekoverine denen bir yer var, oraya ulaşırsak zamanı geri sarabilir ve Galahad’i uyarabiliriz.
Denise ağlıyordu. Eumi’nin ölümü onu öylesine etkilemişti ki her şeyin çözümünü şimdi öğrenmekte bir anlam göremiyordu. Ne de olsa zamanı geri sardıklarında bulacağı Eumi, son anına kadar Denise’in yanında kalan Eumi olmayacaktı.
Geri döndüğünde bulacağı kişi Eumi olduğu için yine ona değer verecek ve sevgisini sürdürecekti ama vicdanı nasıl rahat edecekti?
“Neden daha önce söylemedin...” Cümle ağzından bir soru gibi çıkmamıştı. Sadece konuşmak için konuşmuş ve Natalia’nın önünde dizlerinin üzerine çökmüştü.
“Bir bedeli vardı.”
Natalia’nın gözlerinde belli belirsiz bir keder vardı. Nekoverine’yi bulmak için karanlığı terk ettiler.
***
Prensesin sağından soluna sırayla, Yu, Yurine, Lylphia, Sivina, Ana ve Raul dizilmişti. Kraliyet sarayının salonunda, tahtın önünde hazır ol pozisyonunda duruyorlardı.
Rolderhelm Prensesi Eumi El Rolder, nedimesinin tuttuğu sandığın içindeki onur nişanlarını yerleştirmeye hazırlanırken arkalarında şövalyeler, soylular ve Rolderhelm’deki ekonomiyi döndürmeye yarayan burjuvalar saygı duruşunda bekliyordu.
Aslında hepsi buraya Kızılşapel başarısını kutlamak için toplanmamıştı. Sadece bayrama denk geldiği için bu kadar kalabalık bir ortam oluşmuştu.
“Başarınızdan ötürü sizi tebrik ediyor ve Rolderhelm’i bir canavardan kurtardığınız için teşekkürlerimi sunuyorum. Lütfen minnetimin bir göstergesi olan bu nişanları kabul edin.”
Eumi nişanları takmaya başladığında Yu göz ucuyla onu izliyordu.
“Şövalye falan ilan ederler diye bekliyordum ben, bir tane nişan takıyorlar sadece. Acaba gerçek altın mı? Kaç para eder bu nişan?”
Zamanı geri saracakları için göğüslerinde duran bir nişana sahip olmalarının bir önemi yoktu. Satıp kazandıkları parayı amaçları uğruna kullanmak daha mantıklıydı.
“Ama harbiden de ayıp ediyorlar. Bari para ödülü verselerdi bin altın ya da iki bin altın falan. Yüz altına bile razıyım aslında. Böyle olunca çok kuru oluyor. Koskoca Rolderhelm Prensliğinin Prensesine hiç yakışıyor mu bu yaptığın? Cimrilik resmen.”
Prenses soldan sağa doğru ilerliyordu. Önce Raul’un, sonra Ana’nın, sonra da Sivina’nın göğsüne nişanı taktı.
“Bazen sadece onur nişanı olmak istersin.”
Sivina bembeyaz şövalye üniformasının içinde çok karizmatik duruyordu. Tamamen iyileşmiş ve yeni mücadelelere girmeye hazır hâle gelmişti.
Özellikle Kızılşapel’de kendisi adına yapılan kutlamaların ardından morali en üst seviyeye çıkmıştı. Kasaba halkı Sivina için öyle büyük bir eğlence düzenlemişti ki o gotik kasaba bile Yu’nun gözüne kısa süreliğine de olsa güzel gözükmüştü.
Eumi, Lylphia’nın iri göğüslerine madalyayı yerleştirdikten sonra sıra Yurine’ye geldi.
Prenses, küçük kılıç perisinin madalyasını takabilmek için diz çöktü. Yu normalde onun gibi bir asilin kibirli olacağını hayal eder ve herhangi birinin karşısında diz çökeceğini düşünmezdi ama saraya gelirken kraliyet ailesinin son derece mütevazı olduğunu duymuştu.
Yurine göğsüne takılan nişanı incelerken kuyruğunu sallıyor oluşu Yu’ya küçük bir tebessüm verdi. Yurine, Yu söz verdiğinden beri olması gerektiği gibi, bir çocuk gibi davranıyordu. Prenses Eumi eli ile Yurine’nin başını okşadı ve onu özel olarak tebrik etti.
Sıra Yu’ya geldiğinde kendini hazırladı. Şu anda ona öyle bir şey söylemeliydi ki sözlerini kocasına ileteceğinden emin olmalıydı. Daha sonra Eumi ya da başbakan ile karşılaşacağını zannetmediği için bu şansı kaçırma lüksü yoktu.
Prenses, Yu’nun önünde durdu. Hikâyede saçları pembe olarak anlatılmıştı ama hikâyedeki Eumi belki henüz yirmiye girmişti. Şu anda karşısında duran Eumi ise saçları ağarmış, altmışına gelmiş bir teyzeydi.
“Kocanızın akademide bıraktığı yazıyı okudum.”
Prenses, Yu’nun dediklerini anlamamış ve ona öylece bakmıştı. Daha sonra Eumi oyalanmanın tuhaf olacağını düşünerek nişanı Yu’nun göğsüne taktı ve geri çekildi.
“Kızılşapel’in kahramanlarının onuruna bu akşam bir ziyafet düzenlenecek ve gün boyu saraydaki eğlenceler devam edecek.”
-------------------------
24.1.2022 - 17:01
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..