Birkaç saat sonra Maron gittiğinde Yurine, Yu’nun kucağından
kalktı ve rafların arasına doğru yürüyüp birkaç saniyeliğine kayboldu. Birkaç
saniye sonra geldiğinde elinde bir kitap vardı.
“Yu, o adam varken bunu göstermek istemedim.”
Yurine kitabı Yu’nun önüne koydu ve içini açtı, içinde katlanmış birkaç kâğıt vardı.
“Yu, senin yazına benziyor o yüzden okuyabilirsin diye düşündüm. Yu, okuyabilir misin?”
Yu eline kâğıtları aldı ve sıraya dizdi, kelimeler Latin alfabesi ile yazılmıştı.
“Bu nasıl olur?”
Yu şaşkınlığını gizleyemiyordu, Yurine yerinde zıplamaya başladı ve heyecanla bağırdı.
“Yu! Yu! Okuyabilir misin?”
Yurine, Yu’nun kucağına geri geçti ve Yu’nun elindeki kâğıda bakarken Yu okumaya başladı.
“Bu hikâyeyi insanların duymasını istemesem de kimsenin bilmemesi bir şekilde beni rahatsız ediyor. Vicdanımı rahatlatmak için bu kelimeleri kâğıda döküyor ve herkesin değil de sadece benim gibilerin okuyabilmesi için kendi dilimde yazıyorum. Okuyacak kişiyi uyarmalıyım; bunlar hem bu dünyanın hem kendi dünyamızın hem de var olan her bir dünyanın arkasında yatanları barındıran kelimeler. Yaşanan her şeyin anlamsız olduğunu düşünebilir ve boşluğa düşebilirsin, bunu bilerek oku.”
Yu kâğıtta yazanları okumayı bitirdiğinde Yurine ile birbirlerine bakıyorlardı.
“##### #####, Yu Valarfin.”
“Yurine, Rie baya güzel kızdı ya.”
***
Birkaç gün sonra Sivina uyanmıştı. Sivina’nın uyandığını öğrendiğinde Yurine banyodaydı ve Yu kitap okumaktan sıkılmıştı. Bu yüzden onlarla konuşup daha önceden Yurine ile kararlaştırdıkları işi ayarlamanın iyi olacağını düşündü.
“Rahatsız etmiyorumdur umarım,” kapı açık olsa da Yu kapıyı tıklattı.
“Hayır, buyurun.”
Sivina onları içeri davet etti. Uyanmasına rağmen vücudunu hareket ettirmekte zorlanıyordu, bu sebeple Ana ona yemek yemesinde yardımcı oluyordu. Hekimlere göre kısa sürede vücudu eski formuna kavuşacaktı.
“Sen de hoş geldin Raul. Geldiğinden beri konuşamadık, değil mi?”
Her gün Sivina’yı kontrol etse de iki gün önce gelen Raul ile hiçbir şey konuşmamıştı. Yu onunla konuşmakta sorun görmüyordu ama Raul şimdi de olduğu gibi onunla konuşmaktan kaçınıyordu.
Yu onun tavırlarıyla uğraşmaktansa yüzünü tekrar Sivina’ya döndü.
“Bir an önce yataktan kalkmalısın, eminim Kızılşapel halkı şükranlarını sunmak için seni bekliyordur.”
Sivina yıllardır kimsenin başaramadığını başarmış ve Kızılşapel Katilini öldürerek sonunda halkın korku içinde yataklarına gittiği döneme son vermişti. Bu kesinlikle kutlanması gereken bir başarıydı.
“Bunu tek başıma yapmadım, sizin sayenizde başardık.”
“Biliyorum, rica ederim,” diyerek Sivina’nın yatağına, ayaklarının ucuna oturdu.
“Ana, sen nasılsın?”
“Sivina uyandığı için mutluyum.”
“Merak ettiğim bir şey var, Ana.” Dövüştükleri gece kendisine çarpan rüzgâr büyüsü hakkında konuşacaktı. “O gece tünelin içinden çıkan rüzgâr büyüsünü yapan sen miydin?”
“Evet.”
“Az kalsın ölüyordum, rüzgârın üzerime doğru geldiğini görünce aman tanrım dedim.”
Yu bunu gülerek söylemişti ama Ana utandı ve hata yaptığını düşünerek özür diledi.
“Hayır, hayır. Özür dilemene gerek yok çünkü büyüyü göndermesen kesin olarak ölmüş olabilirdim. Büyün sayesinde hayatımızı kurtardın, hem benim hem de Yurine’ninkini. Teşekkür ederim, Ana.”
“İ-İşe yaradığına sevindim.”
Ana’nın yüzünde şimdi tatlı bir gülümseme vardı.
“Konuyu uzatmak istemiyorum, size bir teklifim var. İş arıyor musunuz?”
Sivina ve Ana bir süre birbirine baktılar, Raul’un varlığını çoktan unutmuşlardı ki Raul kendini rahatsız edici bir tonda hatırlattı.
“Bu iş bittikten sonra herkes kendi yoluna gidecek demiştin!”
“Bu tepki de ne böyle?” Yu, Raul’a bakıp gülümsedi. “Fikrimi değiştirmiş olamaz mıyım?”
Raul yumruklarını sıktı. Yu neden onun kendisine sinirlendiğini anlayamıyordu.
“Ah... Aslında anlıyorum. Kıskanıyor. Korkuyor.”
“Raul, bırak da Bay Valarfin konuşsun.”
Sivina’nın sözünün ardından Raul bir sandalyenin üzerine oturdu ve Yu anlatmaya başladı.
“Başak Kardinaline hizmet edecek elamanlar arıyorum, maaş konusunda gönlünüz rahat olsun ve yemek ile barınma hizmetleri için de ücret ödemeniz gerekmeyecek.”
İkisi de şaşkındı, Yu’dan böyle bir iş teklifi almayı hiç beklemiyorlardı. En başında Yu’nun kim olduğun bile hâlâ bilmiyorlardı.
“Bence Başak Kardinaline hizmet etmek bir şövalye için maceracılıktan çok daha uygun bir iş. Ana da kardinal hazretleri tarafından şövalye ilan edilebilir, harika bir kariyerin başlangıcı değil mi?”
“Ama öyle birini hiç duymamıştım, bununla kimi kastediyorsunuz?” diye sordu Ana.
“Kimi olacak, önceki kardinalin kızını tabii ki de! Yurine’yi!”
Yu gülümsedi ve kollarını açtı.
“Dürüst olacağım, Başak Katedrali ve Kardinalliği çok da önemli değil ki zaten önemli olsa duymuş olurdunuz. Tabii bu şimdilik böyle, bu dünyayı daha iyi bir haline getirmek için güvenilir yoldaşlar arıyorum. Sizinle birlikte katedrali güçlendirebilir ve Mora’yı değiştirebiliriz.”
Yu gülümsemeye devam ederken cevaplarını bekliyordu.
“Ben bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. Sadece başımıza bela alacağız. Sivina, böyle iyiyiz.”
Raul’a sormamıştı bile ama yine konuşmalarının arasına girmişti.
“Benim için... Yani, Sivina maceracılığı zaten ben istediğim için yapıyordu, değil mi?”
Raul’u dikkate almadan konuşmaya başlayan Ana’yı Sivina reddetmedi.
“Evet, bunu biliyordum,” dedi Ana kibarca gülümseyerek. “Bence Sivina bir şövalye olarak bunu istiyor. O istiyorsa bana da uygundur.” Henüz Sivina konuşmamıştı bile ama Ana onun istediğine karar vermişti.
“Ama...”
Yu bu sefer Raul’a döndü, iki de bir sözlerini bölmesine artık katlanamıyordu.
“Sana bir soru sormuyorum, Raul. Sivina ve Ana ile konuşuyorum.”
“Ama!”
“Raul!” Ana bağırdı ve onu susturdu. “Satoshi de sen de sürekli bizim yerimize karar vermeye çalışıyordunuz, neden? Biz kendi kararlarımızı verebiliriz.”
Bu cevabın ardından Raul temelli sustu ve Yu son yanıtı almak için Sivina’ya baktı. Deniz yeşili gözleri sahiden güzeldi.
“Ben... Daha konuşmamız gereken çok şey var ama ben kabul edeceğim.”
“Güzel. Öğle yemeğinde detayları konuşmak için Yurine ile geleceğiz.”
Yüzünde tatmin olmuş bir gülümsemeyle Sivina’nın odasından çıktı.
Çıktıkları görevde onların kendini kanıtladığına inanıyordu. Ayrıca Yu’nun sözüne de uyuyorlardı. Onlarla birlikte Yu ve Yurine’nin hayali gerçek olabilirdi.
“Şimdi... Kaç kat yukarıdaydı bu adam?”
Dün gece tekrar Maron Martin ile küçük kütüphanede karşılaşmıştı. Maron onun okuduğu tıp kitaplarını görünce nedenini sormuş, Yu da beynindeki problemden biraz bahsetmişti.
“Bu Maron iyi adammış ha...”
Maron ona akademinin başhekimi ile görüşmesini söylemişti.
Yu, Doğu Kulesinin dördüncü katına çıkıp büyük bir kapıdan içeri girdi. Burası bir koridora açılıyordu ve içeride Yu’nun hastane kokusu olarak adlandırdığı kokunun bir benzeri vardı.
“Başhekim... Başhekim...”
Koridor boyunca dolaşıp kapılardaki isimlere bakıyordu ama aradığı başhekimin adını bir türlü göremiyordu.
“Yanlış yere mi geldim acaba?”
“Evet.”
Yu duyduğu sesle birlikte arkasını döndü. Uzun boylu, sarı gözlü yakışıklı bir adam kendisine gülümsüyordu.
“Hekimlerin ofisleri burada ama benimki bir kat yukarıda.” Adam gülümsemeye devam ederken elini Yu’ya uzattı. “Başhekim Noteos.”
“Yu Valarfin.”
Başhekim onu omzundan tuttu ve kendisiyle birlikte yürümeye zorladı. O otuzlu yaşlarındaymış gibi görünüyordu, Yu daha yaşlı biriyle karşılaşacağını düşünmüştü.
“Beni Bay Martin gönderdi,” dedi Noteos onu odasına sokarken. “Bir hastalığım için size muayene olmamı istedi.”
“Hmm... Nasıl bir hastalık?”
Başhekim kendi koltuğuna otururken Yu da onun işaret ettiği sandalyeye oturdu.
“Geldiğim yerde epilepsi diye geçiyor. Nasıl anlatayım...” Yu kendi dünyasının terimleri ile anlatmak istiyordu ama karşısındaki adamın anlamayacağını bildiğinden anlatmak için başka bir yol arıyordu. “Beynimde bir şeyler meydana geliyor ve nöbetler geçiriyorum. Vücudum titriyor, bilincim gidiyor. Nöbetler dışında bir sorunum yok.”
Başhekim başını salladı ve bir kâğıda Yu’nun söyledikleri ile ilgili notlar aldı.
“Daha önce karşılaştığım belirtiler.”
“Ama...” diye ekledi Yu. “Son zamanlarda bundan fazlası var. Ben nöbetlerden önce bazı sesler duyuyorum, nasıl anlatsam... Rolderhelm’e geldiğimden beri geçirdiğim nöbetlerde bir değişiklik var. Kızım şifa büyüsüyle ilk başta kolayca krizi atlatmamı sağlıyordu ama bunu yapmakta zorlanmaya başladı, tamamen bayılıyorum ve nöbetten çok sonra uyanıyorum.”
Başhekim ilk başta gülümseyerek onu dinliyordu ama Yu anlatmaya devam ettiğinde yüzündeki gülümseme bir anda silindi. Göz göze geldiklerinde Yu kalbinin hızlandığını hissetti.
“Bu sesler... Ne diyorlar?”
“Her zaman aynı şeyi söylüyorlar, özür dilerim.”
Kim olduğunu bilmediği bir kadına ait seslerden şimdiye kadar başka hiçbir kelime duyamamıştı.
“Bir bakalım,” dedi Noteos ve ayağa kalkıp Yu’nun yanına geldi.
Yu onu izlerken Noteos ellerini kaldırdı ve Yu’nun başının üzerine getirdi. Noteos’un ellerinden yeşil bir ışık çıkarken Yu titremeye başladı.
“Sakin ol.”
Yu beynine saplanan acıyı hissediyordu. Aniden dondurmayı ısırıp yutmuş gibiydi ama ondan daha sert bir acıydı. Yu’nun vücudu kasılırken Noteos ciddi bir ifade ile büyüsünü yapmaya devam etti.
İşini bitirdiğinde geri çekildi, Yu’nun yüzüne baktı. Hâlâ yüzü asıktı. Yutkundu ve yerine geri geçti.
“Bunu söylemesi kolay değil ama...” Yu endişeli bir şekilde ona baktı. “Üzgünüm, genç adam.”
“Ne oldu?”
Başhekim Noteos gözlerini önce yere indirdi ama cesaretini topladığında göz göze demenin daha iyi olacağını düşünerek başını kaldırdı ve direkt olarak Yu’nun ametist renkli gözlerinin içine baktı.
“Henüz benim neslimin tam olarak doğasını keşfedemediği bir bozukluk... Korkarım önünde uzun bir hayat olmayacak.”
Yu’nun omuzları düştü, ametist rengi gözlerinde korku ve endişe dışında bir ifade kalmamıştı.
“Ne demek istiyorsunuz?”
“En fazla beş yıl yaşarsın, büyük ihtimalle daha az. Maalesef bu hastalığın bir çözümü yok.”
“Ş-Şaka yapmayın! Bu... Milyonlarca kişi de var epilepsi!”
“Üzgünüm ama dediğin hastalığın ne olduğunu bilmiyorum. Anlattığın türde krizlerle daha önceden karşılaştık ve tüm vakalar aynıydı. Üzgünüm. Tek yapabileceğim kriz yaşamanı engellemek için ilaç vermek ama o da seni bekleyen sonu değiştirmeyecek.”
“Ben... Söz verdim...”
Yurine’ye söz vermişti. Eğer birkaç yıl sonra ölecekse sözünü nasıl tamamlayacaktı?
Noteos, Yu’nun gözyaşlarını gördüğünde yüzünü kaçırdı ve tekrar aynı kelimeyi söyledi, “Üzgünüm.”
***
Salery hâlâ hücresindeydi. Ona ve oğluna ne olacağı hakkında hiçbir fikri olmadan bekliyordu.
“Neden? Neden tüm bunlar başıma geldi?”
Hayatı bir yıl öncesine kadar harika gidiyordu. İyi bir aileden geliyordu, karısı hâlâ hayattaydı ve oğlu ile gurur duyuyordu.
Ama karısının ölümüyle her şey bozulmuştu. Harika giden hayatı bir anda tepetaklak olmuş, ömrünün en berbat aylarına giriş yapmıştı.
“Lanet olsun... Vermilia’ya da... Bishory’ye de... Akademiye de... Her şeye lanet olsun...”
En çok da istediklerini ona vermeyen dünyaya lanet ediyordu. Neden ömrünün sonuna dek mutlu bir hayat yaşayıp, mutlu ve yaşlı bir adam olarak bu dünyadan göç etmeyi hayat ona çok görmüştü?
İşkencenin acısını hâlâ hissediyordu. Yu Valarfin’in yüzüne attığı o iki yumruk da gururunu, işkence görmekten çok daha fazla incitmişti.
“Hmm? Neler düşünüyorsun böyle?”
Sert ayak sesleri tutulduğu hücrenin çok uzağından gelse de sesi zihninde net bir şekilde işitebilmişti. Gölgeler, hücresinin bulunduğu koridorun zeminini kaplarken etrafta hiç kimseyi göremiyordu.
“Tehlike.”
Sesi duyduğunda düşündüğü ilk şey bu olmuştu. Adamın korkunç derecede kibar sesinin her bir zerresine tehlike işlenmişti.
“Hmm... Salery Von Bishory... Başkasının karısına asılan kıskanç bir adam... Kötü bir insan... Hıhıhı... Hıhıhıhı!”
Bir çocuk gibi kıkırdıyordu ve sesi Salery’nin kalbinin en derin noktasına kadar korkuyu kazıyordu.
Sonunda sesin sahibi Salery’nin hücresinin önüne geldi. Korku, Salery’nin hissettiği tek şeydi.
Sesin sahibi uzun boyluydu. Saçları siyahtan daha koyu ve gözleri güneş kadar parlak bir sarıydı. Sesin sahibi olan erkek varlık hiç şüphesiz yakışıklıydı ama Salery’nin hissettiği korku ona sempati beslemesini engelliyordu.
Sesin sahibi, hücrenin parmaklıklarının içinden geçerek içeri girdi ve çarmıha bağlanmış Salery’nin önünde durdu. Onu ilk gördüğünde yüzünde bıçak gibi keskin bir gülümseme vardı ama şimdi gülümsemesi gitmiş, yerini asık bir surat almıştı.
Korku, korku, korku.
Salery’nin hissettiği tek şey korkuydu. Burada neden yalnız olduklarını bile sorgulayamıyordu, onun buraya nasıl girdiğini bile bilmiyordu.
“Bana insanları neden sevmediğimi hatırlatıyorsun... Yaptığın diğer şeyler tipik insan davranışları ama benim malıma dokunmak...”
Salery öyle korkmuştu ki göz kapaklarını oynatamıyordu bile. Onun yaydığı o bilinmez aura donmasına neden olmuştu.
“Onlardan birini yetiştirmenin ne kadar zor olduğunu biliyor musun sen? Elbette bilmiyorsun... Ama yine de bilmediğin işlere burnunu sokuyorsun, insan.” İnsan kelimesinin üzerinde öyle bir tiksinme, öyle bir nefret vardı ki Salery hayatı boyunca bir duyguyu bu kadar güçlü yaşayan hiç kimseyi görmemişti.
Adam elini Salery’nin yanağına götürdü. Adamın eli yanağına temas ettiği an Salery gördüğü işkenceden çok daha ağır bir acıyı tüm vücudunda hissetti.
Eğer şu anda işkence görüyor olsaydı ağlar ve bağırırdı ama bunlardan hiçbirini yapamıyordu. Yaşadığı şey işkence değildi, cehennemdi.
Tüm vücudunun hem yandığını hem de parçalandığını aynı anda hissediyordu. İç organları sökülüyor, kemikleri kırılıyor, nefes alamıyordu. Tüm bunlara rağmen hâlâ yaşamaya devam ediyordu.
“Aslında sana işkence etmenin hiçbir anlamı yok ama hıncımı çıkarmam gerek. Yüzlerce yılın yanında bir hiç olsa da benden birkaç yıl çaldığın için bu gece seninle birazcık eğleneceğim.”
Salery’nin düşünebildiği tek bir şey vardı.
“Şeytan...”
Adamın sarı gözleri kırmızıya döndü, Salery’nin aklının içinden geçirdiği kelimeyi duymuştu.
“En az sizin kadar.”
-------------------------
23.1.2022 – 18:24
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..