"Küçük hanım, küçük hanım... Uyanın.”
Kulağını okşayan nazik bir ses ve omzunda hissettiği hafif dokunuş ile Yurine büyük, kırmızı gözlerini açtı.
“Tünaydın, küçük hanım.”
“Yu~”
Uzatarak söylediği isimle birlikte başını kaldırdı ve karşısındaki yakışıklı gence baktı.
“Buradayım, küçük hanım.”
Yurine tanımadığı ama eskisinden çok daha büyük bir vagonun içindeydi. Duvarlar beyazdı, içeride sandıklar, çuvallar, mobilyalar ve duvara monteli şamdanlara konulmuş mumlar vardı. Pencereler eski vagonlarında olduğu gibi tahtadan değil camdan yapılmaydı ve önlerinde kaliteli kumaştan yapıldığı belli olan kırmızı perdeler asılıydı.
Uzandığı kırmızı derili koltuk da eski vagonlarına göre çok daha yumuşak ve rahattı. Hatta o kadar rahattı ki Yurine bir an için kalkıp kalkmamak konusunda kararsız kaldı ve gerindi.
Ama kalkması gerekiyordu çünkü Yu ona gün içinde fazla uyursa geceleri uyuyamayacağını ve gecelerin güzel olmadığını söylüyordu. Bu yüzden başını kaldırdı ve kendine “küçük hanım” diye seslenen yakışıklı genci inceledi.
“Yu çok havalı!”
Yu gülmeye başladığında Yurine sesli düşündüğünü anlayıp minik elleriyle ağzını kapadı. Yine utançtan kıpkırmızı kesilmişti.
“Evet, öyle olduğumu biliyorum.”
Yu yanağından bir makas alırken Yurine de hafifçe gülümsedi. Az önce söylediği şey utandırıcıydı ama Yu’ya hissettiği duygulardan bir şeyler aktarabildiği için de mutluydu.
“Yu! Sen niye böyle giyindin?”
“Bir kâhyanın böyle giyinmesi gerekir. Eğer küçük hanım memnun kalmadıysa farklı kıyafetler alabilirim.”
“Küçük hanım...”
Annesi Başak Kardinali olduğundan ona ya Kardinal Hazretleri ya da genç hanım diye sesleniyorlardı. Kızı olarak tanıttığı Yurine içinse küçük hanım diyorlardı. Yurine o zamanlar kendisine böyle hitap edilmesinden rahatsız olsa da şimdi Yu’nun onu böyle çağırmasından hoşlanmıştı.
Yu’yu baştan aşağıya süzdü. Üzerindeki siyah kâhya takımı ona tam oturmuştu. Saçları düzgündü ve Yurine’nin isteği ile Yu onları uzatıyordu. Çok fazla uzamasından rahatsız olacağını söylese de Yurine için biraz uzatmayı kabul etmişti.
Sakallarının çıkmasını engellemek için Büyücülük Akademisindeki kütüphanede tarifini bulduğu bir merhemi kullanıyordu. Merhem sayesinde Yu’nun yüzü tamamen pürüzsüzdü ve artık Yurine dudaklarına batan bir şey olmadan onu öpebilirdi.
Yüzünde her zaman olduğu gibi nazik bir gülümseme vardı, parmakları uzun ve zarifti, bacakları uzundu ve karnı düzdü. En güzel yeri olan gözleri her zamanki gibi büyüleyiciydi. Boynuna sürdüğü parfüm nedeniyle üzerinde hafif bir leylak kokusu vardı. Yu çok etkileyiciydi.
“Aferin, Yu. Seni tebrik ediyorum. Artık benim gibi üstün bir varlığa, asil bir hanımefendiye hizmet etme onuruna tamamıyla erişmiş bulunmaktasın.”
Uzandığı koltukta doğruldu ve Yu’yu alkışlamaya başladı.
“Yurine, biz abartıyorsun.”
Yu iki eliyle yanaklarını tutup mıncırdı. Ellerini çektiğinde Yurine’nin beyaz yanakları pembeye dönmüştü.
“Öyleyse öğlen yemeği vakti geldi. Daha sonra da erzak depolayıp Seussu’dan ayrılacağız.”
Yurine arabanın içinden çıktığında başka bir farklılıkla karşılaştı. Bir kasabanın içinde olmaları dışında, vagonlarını çeken altı rino vardı.
“Daha hızlı hareket edebilmek için üç tane daha aldım. Böylece planladığımız sürede Andromedia’ya ulaşabileceğimizi düşünüyorum.”
“Peki, nerede yemek yiyeceğiz?”
Yu vagonun kapısını kilitledi ve etrafı baktı. Daha önce gördüğü bir mekânı arıyordu.
“Şurada modern gözüken bir yer vardı, işe orada. Oraya gidelim.”
Yurine, kâhya rolünü oynayan Yu’nun elini tuttu ve onun gösterdiği yere ilerlediler. Yu önlerindeki lokantaya modern demişti ama Yurine’nin bildiği modern kelimesi ile Yu’nun kullandığı kelime farklıydı.
Yurine’nin bildiği kelimenin anlamı günün şartlarına uygun olarak geçiyordu. Yu ise modern kelimesini kendi dünyasına benzeyen şeyler için söylüyordu.
Yu’nun kelimeyi kullandığı yerlere bakarak o da onun gibi konuşmaya çalışıyordu ama Yu kelimeyi birbiriyle o kadar alakasız yerlerde kullanıyordu ki Yurine bir türlü ona uyum sağlayamıyor, bu da moralini bozuyordu.
Ama en sonunda anlamaya başladığına inanıyordu. Genellikle sade şeyler moderndi.
Hava bulutluydu. Yağmur yağma ihtimaline karşı dışarıdaki masalardan birine oturmaktansa içeride, pencereden baktıklarında vagonlarını görebilecekleri bir masada oturmuşlardı.
Genç bir kız dışarıdaki masaları toplarken Yu lokantanın sahibi olduğunu düşündüğü kişiye elini salladı.
“Buyurun bayım,” dedi lokantacı.
“Menüde ne var?”
“Bugün tavuk suyu çorbası, tavuk ve pilav var. Vaktiniz varsa farklı bir çorba da yapabilirim.”
Yu önce Yurine’ye döndü. “Size uygun mudur, küçük hanım?”
Yurine başını sallayarak onay verdi.
“Salata var mı?”
“Evet.”
“Salatayla birlikte saydıklarınızdan alalım öyleyse.”
Garson yemekleri getirmek için yanlarından ayrıldığında Yu zaman geçirmek için masadaki peçete, çatal, kaçık ve bıçakların düzenini ayarlamaya başladı.
“Yu, nasıl kâhyalık yapacağını biliyor musun?”
Yu önce bilmiş bir şekilde güldü sonra da bu işi yıllardır yapıyormuş gibi konuştu:
“Merak etme. Kara Kâhya’nın tüm bölümlerini izledim ve opening ile ending şarkılarının hepsini ezbere biliyorum.”
Yu’nun kullandığı kelimeleri anlamamıştı ama hâlâ çok havalıydı.
“Yu, endin ne demek? Openin ne demek? Kara Kâhya ne?”
“Benim dünyamdan bir hikâye. Sana televizyon ve telefonu anlatmıştım ya, çerçevenin içinde resimler hareket ediyor ve sen de izliyorsun, onlardan bir tanesi. Endingi de tiyatro oyunu bitmeden önce şarkı söylüyorlar gibi düşünebilirsin, opening de açılışta söylenen şarkı.”
Yurine onun farklı bir dünyadan geldiğine inanıyordu. Yu’ya sürekli kendi dünyasını anlattırıyor ve heyecanla onu dinliyordu. Onun anlattığına göre büyü ya da kedi kulaklı insanlar onun dünyasında yoktu. Bu da Yurine’yi, Yu için tamamen eşsiz yapıyordu.
“Yu, bana dediğin hikâyeyi anlat.”
Öğle yemeği için sipariş ettikleri yemekler masalarına geldiğinde Yurine ilk lokmayı alırken Yu hikâyeyi anlatmaya başladı.
“Küçük bir çocuğun ailesine kumpas kuruluyor ve çocuğu da şeytan çağırma ayini için kaçırıyorlar. Şeytan geldiğinde onu çağıranlar ile değil çocuk ile anlaşma yapıyor ve anlaştığı çocuk da ondan ailesinin intikamını almasında yardımcı olmasını istiyor. Şeytan bu süreçte ona kâhya olarak hizmet edecek ve çocuk intikamını aldığında da ruhunu yiyecek.”
“IHH! Sen! Sen benim ruhumu mu yemek istiyorsun?”
Yurine elindeki çatalı bıraktı ve parmağını Yu’ya kaldırıp bağırdı. Lokantadaki birkaç insan yemekleri ile ilgilenmeyi bırakıp onlara döndü.
“Küçük hanımımın kabalığını bağışlayın lütfen.”
Yu ayağa kalkıp başını eğerek özür diledi, ardından yerine oturdu ve Yurine’ye baktı.
“Henüz ruhuna göz dikmiş değilim ama arada sırada tatlı olarak seni yemeyi düşünüyorum.”
Yurine yanaklarını kuyruğu ile saklarken Yu yine gülüyordu.
“Yu, sen aptalsın. Beni besle.”
Utandığı için sesi kısık çıksa da Yu onu duydu.
“Başüstüne, küçük hanım.”
Yu eti parçalayıp pilavın içine, ekmeği parçalayıp çorbanın içine attı. Salatayı karıştırdı ve bardağa suyu doldurdu. Sonra da çorbadan başlayarak Yurine’yi beslemeye başladı.
Yurine ilk oluşturulduğu zamanlarda da annesi onu bu şekilde besliyordu. Daha sonra büyümesi gerektiğini söyleyerek onu beslemeyi bırakmıştı ama başkası tarafından beslenmek hâlâ hoşuna gittiğinden ara sıra Yu’dan yapmasını istiyordu.
Ama bunu abartmamaya özen gösteriyordu. Eğer abartırsa Yu da annesi gibi sıkılabilir ve onu beslemeyi kesebilirdi. Yurine’nin dengeyi düzgünce ayarlaması gerekliydi.
Yurine yemeğini bitirdikten sonra Yu hızlıca kendi yemeğini yedi ve hesabı ödedi. Atıştıran yağmurdan korunmak için bir şemsiye aldılar ve Yu yapmaları gereken sıradaki işi söyledi.
“Şimdi erzak almamız gerekiyor, yağmur fazla hızlanmadan önce de yola koyuluruz.”
Yurine tekrar Yu’nun elini yakaladı ve ilk alışverişleri için bir kasaba girdiler.
“Duydun mu? Başkentte soygun yapmışlar, on binlerce altından bahsediyorlar...”
“Sirk işini mi diyorsun? Sabah duymuştum...”
Kasaba adımını atar atmaz iki müşterinin birbiriyle arasındaki muhabbeti işitti. Yu’nun sorumlusu olduğu hırsızlık olayından söz ediyorlardı.
“Kaçan soyguncuların hepsi ölü bulunmuş ama çaldıkları mallar da kayıpmış...”
“Çaldıkları kayıp olduğuna göre soyguncuların hepsi değil, bir kısmı ölü bulunmuştur...”
“Ama yüzlerce ölüden bahsediyorlar? Nasıl bir canavar bunu yapabilir ki?”
“Bilmiyorum ama on binlerce altın, ha? Ömrüm boyunca dokunduğum para bin altın bile etmiyordur...”
Yurine, Yu’nun gerildiğini hissedebiliyordu. Yanakları sertleşmişti ve yüzündeki gülümseme kaybolmuştu ama bu sadece bir anlık bir görüntüydü. Hemen ardından omuzlarını dikleştirdi, gülümsedi ve tedirginliğini gizleyerek tezgâhın arkasındaki kasabı selamladı. Bu esnada bir şeyi kokluyordu.
“İyi günler bayım, ne istemiştiniz?”
“Bir ton kurutulmuş et.”
“B-Bir ton? Yanlış mı duydum?”
“Hayır, bir ton et istiyorum.”
“Yu, sabah akşam et mi yiyeceğiz?”
Yurine haklı bir isyanda bulundu. Zaten vagonlarının üstü kurutulmuş et doluydu. Bu kadar eti nasıl bitirebilirlerdi ki?
“Rinolar için istiyorum Yurine, bir tanesi günde yirmi kilo yiyor. Önümüzde bir ay var, vagondakiler yeterli değil ve sürekli erzak ikmali yapmak istemiyorum. Şimdilik iki buçuk hafta yetecek kadar et olsa... Sonra yine yol üzerinden ikmal yaparız.”
“Efendim, benden o kadar et çıkmaz...” dedi kasap. “Kasabanın dışındaki çiftliklerden alırsınız ancak o kadar eti. Zaten rinolar çok yaygın olmadığından belli başlı yerlerde bulunuyor onlar için üretilen et.”
Yu iç çekti ve tezgâha baktı. İki büyü taşı camın altındaki etleri soğuk tutuyordu.
“Her türlü gideceğiz yani... Bana şu yeri tarif eder misin?”
Kasap ona rinolar için gerekli etleri alabileceği yeri tarif ettiğinde Yu kendileri için yiyecek et bakmaya başladı.
“Eti temizliyorsun değil mi?”
“Evet.”
“Göğüs alalım o zaman, beş kilo ver. Şu şeylerden satıyor muydun sen, soğuk tutuyor ya etleri...”
“Muhafaza kasası.”
Yu aletin adını hatırlayamayınca Yurine hatırlattı.
“Sağ ol, muhafaza kasası.”
Kasap başını salladı ve etleri temizlerken çırağı küçük çelik bir kutu getirdi. Kutunun kapağını koyunca hava girmeyecek şekilde kapanıyordu ve üzerindeki mavi büyü taşı içerisini soğutuyordu.
“Taş üç gün dayanır,” dedi kasabın çırağı, Yu’ya elindeki kutuyu verirken.
İlonya’ya geldiklerinde muhafaza kasalarından bir tane almış ve gerçekten soğuk tutuyor mu diye denemişlerdi.
Aslında sadece Yu denemişti, Yurine aletin kullanıldığını zaten biliyordu.
Fakat çırağın da dediği gibi üzerindeki büyü taşı özel bir türdü ve çok uzun süre dayanamıyordu. Bu yüzden sürekli yeni büyü taşı almak gerekiyordu ve büyü taşları pahalı olduğundan alet zenginlere hitap eden bir ürüne dönüşüyordu.
“Ben de bu tanıdık koku nereden geliyor diyordum... Tabii ya... Seussu sucuğu ile ünlüydü, değil mi? Bunu burada görmek... Gözlerime inanamıyorum.”
“Hakiki Seussu sucuğu, dana etinden. Tadı da lokum gibidir hee... Ama biraz pahalı tabii...”
“Olsun, o sıradakilerin hepsini ver bana. Şu yumurtalar da güzel gözüküyor bunları da alayım.”
“Yumurtalı ha? Gençsin falan ama anlıyorsun bu işten.”
“Ayıpsın, sucuk bizim işimiz.”
Kasap, Yu’ya beş tane sucuk çıkartırken Yu da temizlenen etleri muhafaza kasasına koyuyordu.
Daha sonra kasap, Yu’ya etleri nasıl daha güzel pişireceğini anlattı ve birkaç yemek tarifi verdi. Ardından Yu sucuklarla birlikte aldığı etleri vagona taşıdı.
“Büyük ama yer kalmadı bunda da ya... Ulan eski vagona nasıl sığdırmıştım ki ben? Şu alacağımız etleri de oraya sıkıştırsak... Halledeceğiz bakalım.”
Yu yine Yurine’nin elini tuttu ve başka bir dükkâna doğru yürümeye başladılar.
“Şimdi taze ekmek alalım, sonra sebze ve meyve de alır, su depoladıktan sonra da şu adamın tarif ettiği yerden et alarak yola çıkarız. Anayoldan gitsek daha hızlı olur ama önlem olarak çevre yolunu kullanacağız. Önümüzde birkaç köy olacak, hayvanların yemeği azalınca da oradan biraz daha erzak depolar, yola devam ederiz.”
Yu sözünü bitirdikten sonra vagona aldıkları ürünleri yerleştirip şoför kısmına geçtiler. Yağmur hızlanmıştı ama şoför kısmının üstündeki korumalık sayesinde çok fazla ıslanmıyorlardı.
***
“Yu, çok güzel şarkı söylüyorsun.”
“Teşekkür ederim.”
Yurine ondan şarkı söylemesini istemişti. Yu yirmi birinci yüzyıla ait bir şarkı söylerken kasabadan çıkmış ve bir köprüye doğru ilerlemişlerdi.
“Yu, biliyor musun? Annem de çok güzel şarkı söyler.”
“Tahmin etmiştim.”
“Sesi çok güzeldir. Sen de öyle düşünüyor musun, Yu?”
“Evet.” Rie’nin sesini ilk duyduğunda güzel olduğunu düşünmüştü. “İsmimi söylemeyi seviyorsun, değil mi?”
“E-Evet...”
Yurine için böyle şeyleri kabullenmesi kolay olmasa da Yu’nun koluna girip tekrar ismini söyledi.
Nehrin çevresinden dolaşmak zaman alırdı ve ormana girmeleri gerekirdi. Planladıkları vakitte Andromedia’ya ulaşmak için buradaki köprüyü kullanmak zorundaydılar. Vagon hızlıca ilerlerken Yu köprüyü gördüğü an hızını kesti.
“Biliyordum böyle olacağını da bir umut diye gelmiştim.”
Köprünün üstünde askerler vardı. En azından Yu onların asker olduklarını tahmin ediyordu. Köprüye yaklaştıkları fark edilmeden önce Yu yön değiştirdi.
“Ne oluyor?”
“Köprüde çevirme var, oraya gidersek bizi durdurup vagonu ararlar.”
Ve vagonu ararlarsa içerisindeki altınları da bulurlardı. İçeride on iki bin altın vardı, Yu kalan altınları Sivina ve Ana ile birlikte Andromedia’ya yollamıştı.
Askerler vagonu çevirip içerideki yedi bin altına baktıklarında o altınların kendilerine ait olduğunu kanıtlamaları mümkün olmazdı.
Rolderhelm’den getirdikleri altınları İlonya’ya sokarken bir belge almayı başarmışlar ve bu sayede o altınların kendilerine ait olduğunu devlete onaylatmışlardı ama bu altınların kaydı yoktu. Yani yasadışı altınlar vagonlarındaydı ve Mora’ya kadar kimsenin onları görmemesi gerekiyordu.
“Haritayı çıkarsana.”
Yurine haritayı açtı ve Yu’nun önüne getirdi. Rüzgâr yüzünden haritanın kıvrılmasını engellemek için sıkıca tutuyordu.
“Of, yolu daha da uzatmamız gerekecek.”
Nehrin çevresinden dolaşmaları gerekecekti. Bunun için vagon doğuya dönmüş, ormanın içine ilerlemeye başlamışlardı.
“Burada orman var, yine mi ormana gireceğiz?”
“Evet, ormandan çıktıktan sonra önümüzdeki köylere ulaşırız. Oralarda erzak takviyesi yaptıktan sonra da sürekli kuzeye gideceğiz. Gecikeceğiz, umarım Sivina ve Ana’yı çok fazla endişelendirmeyiz. Onlara bir ay sonra geleceğimizi söylemiştik”
Yu, Sivina ve Ana’ya dolandırıcı olduğunu elbette söylememişti ve İlonya’daki büyük vurgun planından da onlara bahsedemezdi. Onlar varken böyle bir şey yaparak her hâlükarda kendilerine sadık kalacağını düşündüğü hizmetçilerini kaybetmeyi istemiyordu.
Bu yüzden yeni kardinalin gelişini haber vermeleri ve katedrali yeni kardinale hazırlamaları amacıyla onları önden Andromedia’ya yollamış, kendilerinin halletmeleri gereken işler olduğunu ve bir ay sonra yanlarına geleceklerini söylemişlerdi.
“Geceyi ormanda geçirmemiz gerekecek, tekrar nöbetleşmeliyiz.”
“Anladım. Yu, bana güvenebilirsin.”
Tekrar ormanda konaklamaları gerekecekti. Eşyalarının çalınmasını engellemek ve saldırıya uğramamak için nöbet tutmalıydılar.
Gerçi bu ormanda çok fazla insan bulunmaz ve bulunsa da en fazla birkaç avcı yahut ormancı olur, onlar da ancak az bir miktarda eşya çalabilirdi. Yu’nun asıl korkusu canavarlardı.
“Yu, ormana gireceksek rinolar için boşuna et almış olmaz mıyız? Orada tavşan falan bulup yiyebilirlerdi.”
“Bunlar ehlileştirilmiş hayvanlar, belki içgüdüleri nedeniyle zorunda kalırlarsa avlanmayı denerler ama şu anda avlanabileceklerini zannetmiyorum. Bir de rinoların ağızlarının kan tadı almaması gerekiyormuş. Eğer kan tadına alışırlarsa aç kaldıklarında insanlara saldırabilme ihtimalleri varmış.”
Daha sonra Yu ona, onun bile bilmediği şeyleri anlatmaya başladı.
Rinolar etobur canlılardı ve insanlar onları evcilleştirmeden önce avlanıyorlardı. Bu avlanma insanların can ve mallarına zarar vermeye başlayınca da insanlar toplanmış ve rinoları avlamaya başlamış, hayatta kalan rinolar ise evcilleştirilmişti.
Ama yine de bu hayvanların ataları bir zamanlar insanları avlıyordu. Bu sebeple onları kana alıştırmamakta fayda vardı.
Ormana girdiklerinde ve güneş battığında önlerini görmekte zorlanmaya başladılar. Karanlıkta ormanın içinde daha fazla ilerlemenin tehlikeli olabileceğine karar vererek takip ettikleri nehrin yanında durdular.
“Şu ormanı geçmemiz kaç gün alacak acaba? Haritadan anlaması güç...”
Yu mumları çıkardı ve vagonun dışında yer alan şamdanlara koydu. Çakmak olarak kullanılan bir mekanizma yardımıyla mumları yakarak etrafın biraz aydınlanmasını sağladı.
Sonra çevrede bulduğu çalı çırpıyı bir araya getirerek vagonun önünde iki kamp ateşi yaktı. Birisi çorbayı pişirmek için, diğeri ise aldıkları taze eti pişirmek içindi.
“Daha önce çorba yaptım ama bu et yapacağım ilk sefer, kötü olursa kusura bakma.”
Yu ile birlikte tabureleri ve yemek masasını çıkardıktan sonra Yurine masanın üzerine eşyaları yerleştirdi. İşi bittiğinde oturdu ve Yu’nun yemek hazırlamayı bitirmesi için beklemeye başladı.
“Sonunda buldum.”
“Neyi buldun?”
“Makarnayı aldıktan sonra aklıma geldi, bu dünyada eksik olan bir şey vardı ama ne olduğunu bir türlü bulamıyordum. Sonunda neyin eksik olduğunu buldum, bu dünyada yoğurt yok.”
Yu makarnayı yoğurtla yemeyi seviyordu ve yoğurtsuz makarna yemek tuhaftı. Bugün yemekte makarna olmasa da yarın ya da ondan sonraki gün makarna sofraya gelecekti ve onu yemek için ne yoğurt, ne ketçap ne de mayonez vardı. Yu Valarfin için bu bir sorundu.
“Yu, yoğurt ne demek?”
“Beyaz bir şey, soğuk yenmesi gerekiyor. Muzlu ya da çilekli de yapabiliyorsun.”
Yu’nun en sevdiği kakaoluydu ama burada kakaonun varlığına rastlamamıştı. Yani yoğurt yapmayı başarsa bile kakaolu yoğurt yiyemezdi.
“Ama yoğurt nasıl yapılıyor bilmiyorum ki... Hiç merak etmemiştim. Süt ile yapıldığını biliyorum ama sütü nasıl yoğurda dönüştürüyorlar acaba? Mayalamak falan vardı da mayalamanın da nasıl olduğunu bilmiyorum.”
“Yu, boş ver şimdi yoğurdu. Ben bir şey hissediyorum”
Yurine’nin başının tepesindeki kulakları titrerken rüzgâr kuvvetlice eserek vagonun dışındaki mumları söndürdü. Yu yiyecekleri ateşin üzerinden kaldırdı ve Yurine’ye yaklaştı.
“PHUEL’LA!”
Yurine’nin uyarı atışı ormanın içinde ilerledi ve yere çarparak toprağı havaya kaldırdı.
-------------------------
31.1.2022 - 19:15
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..