Başının üstündeki ıslaklığı hissettiğinde gözlerini açtı. Üstündeki ağaçların yaprakları arasından yağmur damlaları düşüyordu. Bunun yanında başında büyük bir hafiflik de vardı. Hafifliğin sebebi artık yelelerinin olmayışıydı.
Rhuu’fu’nun vücudu soğuk hava yüzünden titredi. Normalde roaronlar tüylerle kaplı olduğu için soğuk havaya karşı bir nebze dayanıklılardı ama yelesi gibi tüyleri de yanınca daha önce hiç hissetmediği şekilde soğuğu ve rüzgârı hissetmişti.
Rüzgârın tenini okşaması tuhaftı. Gerçekten de tüyleri yok mu diye kontrol etmek için elini kolunun üstüne attı ve avucu çıplak deriyle temas etti.
“Cennette miyim?”
Dünyadaki son hâli ile mi cennete girmişti? Bu yüzden mi tüyleri yoktu? Yelesiz olmak utanç vericiydi ama burasının cennet olması gerekiyordu.
Roaron halkı güçlü ve onurlu savaşçıların cennete ulaşacağına inanırdı. Rhuu’fu onurlu bir savaşçı ve klanının en güçlüsüydü. Öyleyse şu anda cennetteydi.
Fakat cenneti her zaman ılık ve güneşli bir mekân olarak hayal ederdi. Burası soğuktu, yağmurluydu ve öldüğü karanlık ormandan farksızdı.
Sırtı çamura bulanmıştı. Ayağa kalkmak için ellerini yere koydu ama elleri çamurun üstünde kaydı ve sırt üstü düştü. Rhuu’fu tekrar kalkmayı denemeden bir süre gökyüzünü izledi.
“Zeki bir canlısın demek. Seninle konuşabilecek olmak beni rahatlattı.”
Söylediğinin aksine sesi rahatlamış gibi değildi, sertti ve Rhuu’fu’nun üzerinde otorite kurmak istiyordu. Bu sesin sahibi Rhuu’fu’nun görüş alanının dışından konuşmuştu. Doğrusu Rhuu’fu’nun tek isteği dinlenmekti ama sesin sahibini görebilmek için kollarını zorlayarak doğruldu.
“Henüz ölmedin, bu yüzden cennete ya da farklı bir yere gidemezsin. Tabii yapacağın seçimlere göre oraya gitmeni sağlayabilirim.”
Kendilerini ve kamp ateşlerini yağmurdan korumak için tahta bir kutunun tentesinin altına sığınmış, Rhuu’fu’nun yabancısı olduğu insan kıyafetleri giymiş, konuşurken kucağındaki beyaz saçlı yarı insan kızın başını okşayan genç insan erkeği tavizsiz mor gözlerle Rhuu’fu’ya bakıyordu.
“Saldırgan bir canlı mısın, yoksa uysal bir canlı mı?”
“İnsan!”
Rhuu’fu’nun köyüne insanlar saldırmıştı. Savaşçı dürtüleri bir anda harekete geçti, rakibini korkutmak için dişlerini gösterdi ve pençelerini çıkardı.
“Hayatını kurtaranlara karşı takındığın tavır rahatsız edici, eğer arkandaki köpeğe bakarsan daha uysal bir tavır takınmanın senin için çok daha iyi bir seçim olacağını anlarsın.”
Rhuu’fu başını çevirdi ve biraz önce kendini kovalayan köpeğe baktı. Köpek kendisinden üç kat daha büyüktü ve yaralanmış Rhuu’fu’nun ona karşı tek yapabildiği kaçmak olmuştu.
Rhuu’fu’nun kaçtığı o canavar, üç başı da kesilmiş şekilde yerde yatıyordu.
Kendisi ile konuşan insan gencine tekrar baktı. Canavarı öldüren kişi o muydu? Rhuu’fu’ya göre güçsüz bir insana benziyordu fakat köyüne saldıranlar da onun gibiydi.
İnsanlar tuhaftı. Roaronlardan zayıf gözükseler de onlardan daha hızlı hareket edebiliyor, tuzaklar kuruyor ve Rhuu’fu’nun algılayamadığı büyüler yapıyorlardı.
Öyleyse karşısındaki kişiyi hafife almaması gerekliydi. O da diğer insanlar gibi gizemliydi ve görünüşünün altında Rhuu’fu’ya eşdeğer, belki de daha güçlü bir rakip olabilirdi.
“Benim adım Yu Valarfin. Seni iyileştirerek hayatını kurtaran ve yakında Başak Katedrali’nin başına geçecek olan küçük hanım Yurine’nin kâhyasıyım.”
Rhuu’fu’nun açısından bakıldığında bir kâhyadan çok kızını dizine yatırmış bir babaya benziyordu.
“Hem... Kâhya ne demek ki?”
Rhuu’fu genci biraz daha süzdükten sonra konuştu.
“Benim adım Rhuu’fu Ki-Gar’o. Ben Ki-Gar’o klanının savaşçılarından... Biriydim...”
“R... Rrrrh... Uu? Ruhu? Ruğu? Nasıl söylüyorsun o ismi?” Yu parmaklarını ağzına götürdü. “R’den sonra yumuşak g mi geliyor? Sanki orada h harfini de duydum... Rhğu... Olmuyor...”
İnsanlar genel olarak roaron isimlerini telaffuz etmekte zorlanırdı, Rhuu’fu ve diğer roaronlar buna alışkındı.
“Her neyse, bundan sonra ilk dediğini atacak ve sana Kigaro diyeceğiz.”
“Bundan sonra mı?”
Bundan sonra ile ne kastediyordu? Rhuu’fu için ne planlamıştı?
“Bize üç şey borçlusun, Kigaro. Birincisi kasıklarının kapanması için üstüne attığım ceket. Artık oraya dediği için yıkansa bile tekrar giyemem. Yani bana bir ceket ya da onu telafi edebilecek bir şey borçlusun.
Rhuu’fu kasıklarına baktı. Fark etmemişti ama orada bir ceket vardı. Ceketi tutup kaldıracaktı ki Yu onu durdurdu.
“Yapma! Küçük çocuğun yanında dal-daşşak mı gezeceksin?”
Rhuu’fu neden bunu yaptığını anlamasa da insanların bazı konularda hassas olduğu ile ilgili söylentiler duymuştu, itaat etti.
“İkincisi, buraya doğru koşarken hayvanlarımdan ikisinin korkup kaçmasına yol açtın. Bana iki rino borçlusun ya da bir şekilde telafi edeceksin.”
İnsanların ulaşım için kullandığı kutuya baktı. Önünde, Rhuu’fu’nun hayatını geçirdiği ormanda hiç karşılaşmadığı tuhaf canlılar vardı.
“Ve üçüncüsü, en önemlisi...”
Yu’nun sesi şimdiye kadar ki en derin ve ciddi seviyesine indi, Rhuu’fu bunun diğerlerine kıyasla daha ciddi bir borç olacağını anladı.
“Senin hayatını kurtardık. Yani bundan sonra bize, hayır, Yurine hazretlerine hayatını borçlusun. Bundan sonra senin hayatın küçük hanıma ait ve insanların dünyasında ona hizmet edeceksin. Bu yüzden ismin, insanların telaffuz edebileceği bir isim olan Kigaro olacak.”
“Bunun anlamı büyük,” diye düşündü Kigaro. Rhuu’fu’nun diğer borçları bir şekilde kapatılabilirdi ama hayat borcu sadece hayat ile ödenebilirdi.
“Bu insan, roaronları tanıyor mu?”
Bir roarona hayat borcu olduğunu söylemek kesinlikle ciddi bir meseleydi. Eğer kurtarılan kişi onurlu bir roaron ise ki Rhuu’fu onurlu bir roarondu, ölümüne dek Yurine isimli küçük kıza hizmet etmesi gerekecekti.
Bu onun ne yapmak istediğinden bağımsız bir mesele, bir töreydi. Hayatını o küçük kıza adamalı ve onun için öleceği anı beklemeliydi. Borç ancak bu şekilde kapatılabilirdi.
“Doğru söylüyorsa... Ben zaten ölmüş olacaktım... Yani... Fakat...”
Hayatını birine adamak kolay bir iş değildi ve şimdi tanımadığı bir insan, tanımadığı bir yarı insana hayatını adamasını istiyordu. Bunu isteyen yalnızca o değil aynı zamanda Rhuu’fu’nun karşı gelemeyeceği roaron töresiydi.
Yağmur şiddetini arttırmaya başladığında Rhuu’fu’nun başına düşen damlalar rahatsız etmeye başladı. Altını kapatan ceket ıslanırken gök gürledi ve adam tekrar konuştu.
“Tentenin altına gel.”
Rhuu’fu yağmurdan kaçınmak için söyleneni yaptı. Ayağa kalktı, üzerindeki elbiseyi beline bağladı ve tentenin altına girdi. Tente sadece iki metre yükseklikte olduğu için Rhuu’fu ayakta duramazdı. Yere, ateşin yanına oturdu ve alevler vücudunu ısıtırken Yu’nun söyleyeceği sıradaki kelimeleri bekledi.
“Savaşçılarından biri olduğunu söyledin, yani eskiden öyleydin... Neden? Klanın seni kovdu mu? Bu yüzden mi kaçıyordun?”
“Klanım... Hayır! Biz saldırıya uğradık! İnsanlar tarafından!”
Ölümden döndüğü ve kendine geldiği an köle yapıldığı için aklından çıkmıştı ama şimdi hatırlıyordu, çocukların kurtulması için kendini yem yapmıştı. Hemen çevre köylere koşmalı ve çocukları kontrol etmeliydi. Onlar klanın geleceğiydi.
“Bağırmayı bırak.”
Rhuu’fu onu duymazdan geldi ve bağırmaya devam etti.
“Çocuklar! Onları kontrol etmeliyiz!”
Yu sinirlenmiş ve Rhuu’fu aceleyle ayağa kalkarken başını tenteye çarpmış, tentede bir yırtık açmıştı.
“Sadece zararsın! Otur yerine!”
Sinirlenen Yu da kendine hâkim olamayıp bağırdı, ikisinin de bağırmasıyla birlikte beyaz saçlı küçük kız uyandı.
---
“Yu, ne oluyor? Yu!”
Yurine başını Yu’nun dizlerinden kaldırdı ve karşılarındaki canavar adamı gördü. Hemen onun ve Yu’nun arasına girdi, bu esnada Kigaro çocuklardan bahsetmeye devam ediyordu.
“Onu yerine oturt.”
Yu’nun sözünü ikiletmeyen Yurine elini kaldırdı ve oluşan rüzgâr dalgasını Kigaro’nun karnına gönderdi. Büyüyü karnına yiyen Kigaro geriye doğru uçtu ve yağmur yüzünden çamura dönüşmüş toprağa düştü.
Kigaro’nun kafası yüzünden vagonlarının tentesi kopmuş ve üzerlerine düşmüştü. Yu tenteyi üzerlerinden atarken zar zor biriktirdiği parayla yeni aldığı ikinci el arabası hasar yemiş asgari ücretli gibi hissediyordu.
“Ödüm bokuma karıştı ulan...”
Yu, Büyücülük Akademisindeyken dünyadaki türler ile alakalı kitapları okuyarak karşılaşabileceği pek çok tür hakkında bilgi edinmişti. Roaronlar gibi canavar adam halklarının insan dilini konuşabilen, sosyal yapıya ve kanunlara sahip türler olduğunu biliyordu.
Okuduğu kitaplarda canavar adamların çoğunun kabileler hâlinde yaşayıp savaşçı bir kültüre sahip olduğunu ve onur, gurur, şeref gibi kavramlara değer verdiklerini öğrenmişti.
Özellikle aslan adamlar ve kurt adamlar borçlarına sadık türler olarak not edilmişti. Bu bilgiyi hatırladığında Kigaro’yu kendileri için bir köle yapabileceğini düşünmüştü.
Bunu yapmak için de sahne arkasında kıçından terlese de korkusunu gizlemiş, Kigaro’ya kendilerinin güçlü kimseler oldukları izlenimi vermişti. En nihayetinde başarılı olduğunu ve Kigaro’nun kendilerine köle olacağını düşünüyordu ki aptal canavar, çocuklardan bahsederek kendini kaybetti.
“Yu, ne oluyor?”
Yurine, Yu’nun üzerine yeni giydiği ceketin ucunu tutup aşağıya çekerek dikkatini çekmeyi denedi. Yu gözünü Kigaro’dan ayırmadan cevap verdi.
“Roaron kanununda hayat borcu hayatla ödenir. Onun hayatını kurtardığın için artık hayatı sana ait ama önce onu evcilleştirmek zorundayız gibi gözüküyor.”
Kigaro çamurun içinde yatarken başlarındaki tente koptuğu için Yu ve Yurine yağmurun altında ıslanmaya başlamıştı. Yu vagondan bir şemsiye alırken bir anda şiddetlenen yağmur, ateşlerinin sönmesini sağladı.
“Onun gözleri... Neden kırmızı?” diye sordu Kigaro.
“Ah... Yine başlıyoruz.”
Beyaz saçlar cadılara aitti ve cadılar korkunçtu. Kırmızı gözler şeytanlara aitti ve onlar cadılardan çok daha korkunçtu. Birisi hem beyaz saça hem de kırmızı gözlere sahipse o çok ama çok daha korkunçtu ve bu özellikleri taşıyanlardan nefret edilmeliydi.
Rolderhelm ve İlonya’da Yu ve Yurine birkaç kez bu tarzda düşünen insanlar yüzünden sıkıntı yaşamış, olaylar Yu’nun birkaç kişiyi yumruklamasıyla sonlanmıştı.
“Genetik.” Kelimenin ne anlama geldiğini Kigaro bilmediği için Yu’ya boş boş baktı. “Ebeveynler nasıl görünüyorsa çocuklar da onlar gibi görünüyor işte... Aslanların yeleleri neden kırmızı ya da siyah ise aynı şekilde, Yurine bir şeytan değil yani.”
“Onların gözleri de kırmızıydı.” Kigaro hâlâ çamurun içinde yatıyordu ve vücudu çoktan sırılsıklam olmuştu.
“Kimlerin?” diye sordu Yu.
“Köyüme saldıranların.”
“Köyün ne zaman saldırıya uğradı? Sen buraya gelmeden önce mi?”
“Evet.”
Kigaro’nun cevabının ardından Yu volta başladı. Şemsiyeyi tutan o olduğundan Yurine de yağmurun altında kalmamak için Yu ile birlikte yürüyordu.
“İlk başta köpeğin ormanda dolanan ve ateş üfleyen başıboş bir canavar olduğunu düşünmüştüm ama saldırganların yaratığıymış demek... Bu orman tehlikeli, gidiyoruz.”
Gözlerin genetik olarak kırmızı olması dışında Yu’nun duyduğu hikâyelere göre şeytanların gözleri zevke geldikleri zaman kırmızıya dönerdi. Hatta bununla ilgili bir deyim bile vardı.
Yu hiç şeytan görmemişti ve görmeyi de istemiyordu. Bu dünyada, bu ormanda şeytanlar varsa onlardan mümkün olduğunca uzak durmak en iyisiydi.
“Klanımın çocuklarını bulmalıyım.”
“Eğer kırmızı gözlü dediğin saldırganlar şeytan ise ormanda durduğumuz her saniye ölme ihtimalimiz artıyor. Böyle bir durumda çocuklar çoktan ölmüş olabilir, akıbeti bile belli olmayanlar için küçük hanımı tehlikeye atmayacağım ve sen de hayatını elinde tutan küçük hanımın hayatını tehlikeye atma hakkına sahip değilsin.”
Yu bu noktada duygusal düşünmek istemiyordu. Eğer Kigaro’nun yerinde olsaydı ve kaybolan kişi Yurine olsaydı elbette onu aramasına hiç kimse engel olamazdı ama o, Kigaro değildi.
Üstelik bencillik alışkanlığına sahipti ve Kigaro’nun kabilesinin muhtemelen ölmüş çocuklarını aramaya gerek görmüyordu.
“Yu, çocuklar kayıpsa aramalıyız.”
Yurine’nin böyle diyeceğini tahmin etse de bir yandan hayal kırıklığına uğruyordu. Yu merak ediyordu, Yurine değişmiş miydi yoksa hep mi böyleydi?
“Normal insanları ve roaronları, belki şunun gibi birkaç canavarı öldürebilirsin ama bahsettiğimiz şey şeytanlar. Yurine, daha önce bir şeytan görmedik, ne olduklarını bilmiyoruz ve duyduklarımıza göre korkulması gereken varlıklar. Senin bir hiç uğruna zarar görmene müsaade edemem.”
“Onlar hiç değil, klanımın geleceği!”
Yu’nun son cümlesi Kigaro’yu sinirlendi ve sinirlenen yarı aslan kükreyerek ayağa kalktı. Çamura bulanmış vücudunu dikleştirdi ve Yu’nun üstüne yürümeye başladı. Yu birazcık tırssa da kürksüz, çamura bulanmış bir aslanı bu şekilde görmek komikti.
“Ve sen de klanını korumak için klanına saldıranlardan kaçıyordun.”
Kigaro’nun siniri gözlerinden okunabiliyordu. Yurine burada olmasaydı Yu’ya ne olurdu acaba?
“Yu, emrediyorum; o çocukları arayacağız.”
“Hah?”
Bir anda ondan emir almayı beklemiyordu. Kâhya rolünü oynadığı için elbette Yurine insanların arasında ona emir verecekti ama ciddi bir şekilde emir almak, karşısındaki kişi bir çocuk olsa bile onu düşündüğünden çok daha fazla rahatsız etti.
“Hizmetçilerimin isteklerini dinlemek benim görevim ve bu canlı artık bana hizmet ediyor. O çocukları arayacağız.”
“Öldüğümüz zaman ne olacağını biliyorsun, değil mi? Buna izin veremem, benim sözümü gerçekleştirmemi engelleyecek bir istek.”
Eğer ölürlerse zamanı geri sarmaları da mümkün olmayacaktı ve Yu’nun verdiği söz bozulacaktı. Yu sözünü tutmak istiyordu, aptalca görevler ile sözünü tehlikeye atmamalıydı.
“Benim gücümün yanında birkaç düşük yaşam biçiminin gücünün sözü edilemez bile. Karşımıza çıkacak herkesi yok edeceğim.”
Yurine’nin kırmızı gözlerinde kararlılık vardı.
“Nereden bulduk şu canavarı... Keşke uyandığında onu buradan yollasaydım.”
İç çekip Kigaro’ya baktı. Yarı aslan hâlâ öfkeliydi.
“Büyülü anlaşma. Yurine senin sadakatini büyülü anlaşma ile garantiye alacak ve sen onun hayatını korumak için gerekirse öleceksin. Şu anda borcundan ziyade kişisel meselesini düşünen birinin onuruna güvenerek iş yapamam.”
“Onurumu aşağılayamazsın!”
“Borcun yüzünden koruman kişi yerine başkalarını düşünüyor, üstüne korumakla yükümlü olduğun kişinin hayatını göz göre göre tehlikeye atıyorsun. Roaronlar için onurun, borca sadakatin anlamı bu mu? En azından insanların dünyasında böyle bir onur aşağılanabilir. Hem anlaşmadan korktuğuna göre demek ki sahiden onur ve sadakatin sorgulanabilecek durumda.”
“KORKMUYORUM! BANA NASIL YAPILDIĞINI GÖSTER!”
Kigaro, Yu’nun yüzüne kükrerken Yu istediğini başarmıştı. Yarı aslanı gaza getirmiş ve büyülü anlaşmayı kabul ettirmişti, şimdi anlaşma oyunlarıyla Kigaro’nun hayatını tamamen Yurine’ye adamasını sağlayabilecekti.
“Elini uzat.”
Kigaro karşısına geldiğinde Yu sağ elini kaldırdı ve Kigaro’ya doğrulttu. Kigaro da Yu’nun dediği gibi kendi elini kaldırdı.
“Küçük hanım.”
Yurine büyülü anlaşma diye bir şeyin olmadığını, yaptıklarının sadece birini kandırmak olduğunu biliyordu. Yine de Yu’nun oyununa eşlik etti ve oluşturduğu beyaz ışık küresini ikisinin ellerinin ortasına getirdi.
Yu beyaz küreyi avucuna alarak elini Kigaro’nun eli ile birleştirdi. Bir canavarın çamurlu eline dokunmak onun için rahatsız ediciydi.
“Bundan sonra hayatını Yurine Valarfin’e adayacaksın. Ona hizmet edecek, onu koruyacak, onun adına savaşacak ve gerektiği zaman onun için öleceksin. Efendin ve tek sahibin o olacak; hiçbir şart ve koşul altında ona ihanet etmeyecek, bu anlaşmayı bozmayacak, asla unutmayacaksın. Bu anlaşma bir sır olarak bizimle birlikte mezara girecek.”
Anlaşma bir sır olarak kalırsa Kigaro büyülü anlaşma lafını ağzına alamaz ve bu sayede aslında böyle bir şeyin var olmadığını öğrenemezdi.
“Anlaşma ruhlarımıza kazanacak. Eğer anlaşmaya uymazsan, sorumluluklarında başarısız olursan ruhun yok olacak. Ruhun yok olduğu için gidecek hiçbir yerin olmayacak ve onurunu kaybetmiş bir savaşçı olarak hiçliğe karışacaksın. Anlaşmayı kabul ettiğine en kutsalın üzerine yemin et.”
Kigaro kendinden emin bir tavırla her şeyini, yeni tanıştığı küçük bir kıza adadı.
“Ben Ki-Gar’o klanının savaşçılarından Rhuu’fu Ki-Gar’o; anlaşmaya uyacağıma klanım, gururum ve onurum üzerine yemin ediyorum.”
----------------------
02.02.2022 - 02:02 / Mükemmel bir tarihi saat uyumu. Sonraki için 02.02.2222 - 22:22'de görüşmek üzere.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..