“Burası olması gerektiği gibi gözüküyor.”
Vermia Dükü, Leoral Dri Vermilia’nın bulunduğu koridor, kilisenin geri kalanı ile kıyaslandığında daha dolu gözüküyordu.
Koridor tamamen Dük Vermilia’nın kullanımına sunulmuştu ve içeride onun kalabalık maiyeti bulunuyordu.
“Başak Katedrali’nden Hanımefendi Neko burada, Dük Vermilia ile görüşmek istiyor.”
“Efendim bir süredir bekliyordu, lütfen haber vermem için bekleyin.”
Dük Vermilia’ya, Yurine’nin geldiğini haber vermek için giden hizmetçi zayıf, sarışın bir yarı elfti. Onu gördüğünde Yu, Rolderhelm’den ayrıldığından beri hiç elf görmediğini fark etti.
Hatta yalnızca elfleri değil, neredeyse insan olmayan hiçbir canlı görmemişti.
Rolderhelm’de farklı türden canlılar günlük yaşamın bir parçasıydı ve onlarla her yerde karşılaşmak mümkündü ama oradan ayrıldığından beri neredeyse karşılaştığı herkes insandı.
Tabii dünyanın umursamadığı bir ormanda yaşayan Roaronları, İlonya’daki kurt kulaklı kardeşleri, şeytanları ve Yurine’yi saymıyordu.
Dünyanın geri kalanının insan egemenliğinde olduğunu gördüğünde, bu dünyanın fantastik boyutunun azaldığını hissetti ve içine girdiği bu ani normalleşme durumu onun keyfini kaçırdı. Buranın kendi dünyasına benzemesinden korkuyordu.
“Yu, o neden böyle bir şey yapmak ister bilemiyorum.”
Hizmetçinin geri gelmesini bekledikleri sırada Yurine konuşmaya başladı. Konuşurken başkalarının onu duymadığından emin olmak için etrafına bakıyordu.
“O bize karşı sürekli nazikti.”
“Düşmanını yakında ara, derler. Onunla konuştuğumuz zaman bir fikir elde ederiz.”
Biraz sonra Yurine, annesinin cinayetinin sorumlusu olabilecek adamla karşılaşacaktı. Ayağını sürekli yere vurmasından sabırsızlandığı anlaşılıyordu.
“Belki de Leoral, Rie’yi öldürmek için oğlunu maşa olarak kullanmıştır.”
Hâlâ neden Leoral’in, Rie’nin ölmesini isteyeceğini anlayamıyordu. Aklına gelen son şey Cecilus’un bunu, babasından habersiz şekilde planladığıydı.
“Kim olursa olsun, bu işte parmağı olanları affetmeyeceğim.”
Yurine son sözünü ürkütücü bir tonda söylerken Dük Vermilia’nın odasından çıkan hizmetçi koşarak yanlarına geldi.
“Küçük hanımın kararlılığı hayranlık uyandırıcı,” dedi Yu. Hizmetçi soluklanıyordu.
Karşılarındaki yarı elf, vücudunu dikleştirip kendilerine baktı ve heyecanla konuştu. “Efendim sizi bekliyor!”
Ona hızlı olmasını söylemiş olmalıydı. Yarı elf, cümlesini bitirir bitirmez dükün odasına kadar Yu ve Yurine’ye eşlik edebilmek için arkasını dönüp yürümeye başladı. Onu takip ettikleri sırada Yu başını çevirerek Kigaro’ya seslendi.
“Bizi burada bekle.”
Link en sonunda yapacak başka bir işi olduğunu söyleyerek yanlarından ayrıldığı için Kigaro yalnız başına beklemek zorunda kalıyordu.
“Ekselansları, Neko hazretleri teşrif etti.”
Yarı elf hizmetçi odanın kapısını açıp onları içeri aldığında yatağın üzerinde yatan ve bir deri bir kemik kalmış yaşlı adam tarafından karşılandılar.
“Neko...”
Leoral güçsüz düşmüş hâline rağmen ince kollarından destek alarak ayağa kalkmayı denedi ama çabası acınası denecek nitelikteydi.
Onun bu hâlini gören hizmetçi hızla efendisine koştu ve ona engel olmaya çalıştı.
“Efendim, kendinizi korumanız gerekiyor. Sağlığınız için...”
“Ben iyiyim.”
“Fakat Hanımefendi Cornelia’nın talimat-”
“İyi olduğumu söyledim!”
Yarı elf hizmetçi yatması için onu ikna etmeyi denedikçe Vermia Dükü çocuksu bir hâle bürünüyor ve onunla inatlaşıyordu. Leoral kalkmayı bir türlü becerememesine rağmen pes etmiyordu.
“Sorun yok, orada yatman senin için daha iyi olur,” dedi Yurine. Onun inatlaşması canını sıkmıştı.
Yu tekrar Leoral’in yüzüne baktı. Vermia Dükü yetmiş yaşını aşmış olmalıydı. Yüzünde kırışıklıklar olsa da yaşlılık lekeleri barındırmıyordu ama solmuş, teni ölülerin beyaz tenine yakın bir tona bürünmüştü. Beyazlamış ve kısa kesilmiş saçları sanki yeni dökülmeye başlamış gibi seyrekleşmişti ve sakalları yoktu ama dudağının üzerinde kalın bir bıyık duruyordu.
Yüzü zayıf ve kemikliydi, yanakları ve gözleri içeri çökmüştü. İnce ve titreyen parmakları Yu’ya acınası bir izlenim sunuyordu.
“Bu adam... Hiç beklediğim gibi biri değil.”
Yu’nun karşılaşmayı beklediği adam en fazla elli yaşında, güçlü ve otoriter biriydi ve güç elde etmek için taşıdığı arzu gözlerine yansımıştı.
Onunla karşılaştığında Yurine’yi kontrol etmeyi deneyeceğini düşünüyordu ama Leoral tuvaletini bile kontrol edecek güçte değildi. O çökmüş bir adamdı ve gözlerinde yaşama tutunduğunu gösteren herhangi bir ışık yoktu.
Yurine’nin sözünü dinleyen Leoral özür diledi ve en azından Yurine’nin karşısında dik durabilmeyi istedi. Hizmetçisi bu dileği yerine getirmek için kafasını koyduğu yastığı dikleştirerek Leoral’in doğrulmasına yardımcı oldu.
“Siz çıkın,” dedi Leoral.
Hem kendi hizmetçisine hem de Yu’ya buyurmuştu. Yarı elf başını eğip odadan çıkarken Yu yüzünde sabit bir ifade ile bulunduğu yerde durmaya devam etti. Yu’nun dik başlılığını gören Leoral bu sefer biraz öfkeli bir şekilde sözünü tekrar etti.
“Kulakların mı sağar çocuk? Dışarı çık, onunla yalnız kalmak istiyorum.”
Yu’nun yüzündeki ifade hâlâ aynıydı, kıpırdamadan yerinde durmaya devam ediyordu.
“Yu benim yanımda kalacak.”
Leoral öfkeden kızarmaya başlamadan önce Yurine duruma noktayı koydu. Leoral gözlerini Yu’dan ayırarak Yurine’ye döndü.
“Eğer isteğin buysa kalabilir.”
Yu kapının birkaç adım önünde onları izlemeye devam ederken Yurine, odadaki bir sandalyeyi aldı ve Leoral ile karşılıklı konuşabilecekleri bir noktaya sürükleyerek oturdu. Bu pozisyonda Yu onun yüzünü görebiliyordu.
“Olanları duydum... Başın sağ olsun, ben çok üzgünüm.”
Daha konuşmaya yeni başlayan Leoral’in gözleri bir anda doldu. Bu konuşma sahiden de Yu’nun beklediği şekilde ilerleyeceğe benzemiyordu.
“Seni bu hâlde karşıladığım için özür dilerim. Bir süredir durumum kötüye gidiyor, ben artık daha fazla zamanımın kalmadığını hissediyorum.”
Yurine ağzını açmadan dinlemeye devam etti. Yurine de Yu da onun dilinden dökülecek kelimeleri titizlikle dinliyor ve cinayet ile ilgili ipucu niteliği taşıyacak bir bilgiyi ağzından kaçırmasını bekliyordu.
“Neko, nasıl zor zamanlar yaşadığını biliyorum ama o kızlar buraya annenin görevini devralmaya geldiğini söyledi. Yani en azından senin, onun başaramadıklarını başarmanı umuyorum.”
Leoral’in konuşması yavaştı. Konuşurken derin nefesler alıyor ve göğsü sürekli inip şişiyordu. Yurine’nin canının sıkılmaması için olabildiğince seri konuşmayı deniyor ve bu da soluk soluğa kalmasını sağlıyordu.
“Kırk yıl öncesi sanki bir saniye önce yaşanmış gibi aklımda... Hâlâ her şey aynı canlılığı ile gözlerimin önünde... Her şey... Her şey o kadar canlı ki... Sanki elimi kaldırıp uzatsam dokunabilecekmişim gibi...”
Leoral’in koyu mavi gözleri parlamaya başladı, Yurine’ye değil de havaya bakıyordu. Yu bir an için onun ölmek üzere olduğunu düşünüp müdahale etmek için ileri atıldı ama Leoral tekrar konuşmaya başlayınca durdu.
“Ama elimi kaldıracak gücüm bile yok, ah... Nasıl çöktüm ben böyle? O zamanlar şuradaki dik başlı çocuk gibiydim, dinç. Gençken kılıç elimin bir parçası gibiydi... Şimdi... Bıçak kaldırmaktan acizim.”
Gözlerini kapattı ve ince dudakları titreyerek yukarı kıvrıldı. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluşmuştu.
“Denise, Yumi, Tauntis, Galahad, Rheia, Vilonet, Tanrım... Ve Natalia... Tüm dostlarım geçmişte kalmış ve ben onlardan çok uzakta, buradayım. Özlem ne kadar berbat bir şey...”
“Buna katılıyorum.”
Hele ki özlenen şeye ulaşması artık mümkün değilse özlem, cehennemden başka bir şey değildi.
Yu onun söylediği isimlerin her birini biliyordu ve Denise ve Yumi ile bizzat tanışmıştı. Natalia olarak bahsettiği kişi Rie’nin ustasıydı ve Galahad ile Rheia kırk yıl önce dünya için savaşmış Kıskançlık ve Tanrıçaydı. Tauntis ise az önce Yurine’nin görüştüğü Andromeda Pontifeksi’nin adıydı. Eğer Leoral bir münafık değilse de tanrısı olarak bahsettiği kişi de Azer’di.
Ama Vilonet ismi kafasını karıştırdı. Rolderhelm’de bir Vilonet ile tanışmıştı ama tanıştığı kişi Kıskançlığın Galahad’inin torunun yanındaydı.
“İsim benzerliği olsa gerek.”
Leoral ona sormamalarına rağmen bir anda hikâyesini anlatmayı başladı, sanki hayatı boyunca bunları anlatmayı bekliyor gibiydi.
“Korkunç zamanlardı ama şimdi o zamanları sevdiğimi fark ediyorum. Ne kadar korkunç olsalar da yanımda dostlarım vardı. Gerçi... O günlerde de dostlarımın pek çoğundan yaşlıydım. O zamanlar... O zamanlar savaştan sonra neler yapacağımızı sık sık konuşurduk. Benim gelecekte Vermia ailesinin başına geçecek olmamdan dolayı sorumluluklarım çok fazlaydı ve ülkenin iyiliği için çalışmalıydım.”
“Anlatmaya bebeklikten başlasaydın keşke...” diye düşündü Yu.
“O zamanlar Rolderhelm’e gitmiştim, ne yapacağımızı konuşmak için. Rolderhelm... Ah... O kadar güzeldi ki o kadar hoşuma gitmişti ki savaştan sonra orada yaşamayı bile düşünmüştüm. Tabii sorumluluklarımdan kaçmam mümkün değildi. Ben de madem orada yaşayamıyorum öyleyse Mora’yı orası gibi yaparım demiştim... Barış... Huzur... Mutluluk... Refah... İnsanların dertsiz yaşayabileceği bir ülke, bir hayal... Bir ütopya.”
Rolderhelm, İlonya ve Mora ile kıyaslanamayacak kadar güzeldi ama orada da canavarlar ve Kızılşapel Katili gibi insanlara korku salan şeyler vardı. Leoral’in gördüğü manzara Yu’nun gördüğünden çok daha beyaz olmalıydı.
“Burayı cennet yapmak istemiştim çünkü Rolderhelm öyleydi... Uzun süre önceydi ama hâlâ hatırlıyorum, gözümde hâlâ kırk yıl öncesinin şeklinde... Söyle bana Neko, orası hâlâ güzel mi?”
“Evet, Rolderhelm çok güzel.”
Yurine odaya girdiğinden beri üçüncü kez konuşuyordu ve Yu ona katılıyordu. Her şeye rağmen Rolderhelm buradan çok daha güzeldi ve üstelik onu yalnızca sonbahar aylarında görmüştü. Rolderhelm’in ilkbahar ve yaz aylarının ne kadar hayat dolu olduğunu tahmin edemiyordu bile.
Şimdi düşündüğünde, Büyücülük Akademisinin yanındaki Urta köyünü bile özlediğini fark etti.
“Savaş bitince her şeye baştan başlayacaktık. Tanrımız Azer bizimle olacak ve yol gösterecekti, Mora’yı ve dinimizi yüceltecektik. İnsanlar huzurlu olacak; barış, refah, bolluk ve bereket elde edecektik... Biz... Bizler cenneti dünyada inşa edecektik.”
Gözleri birkaç saniye kapalı kalıyor, tekrar açtığında konuşmaya devam ediyordu. Bu kadar fazla konuşmak onu yormuştu.
“Bunun için hepimiz çok çalışacaktık tabii. Hayalimize ulaşmak için yürüyeceğimiz yolda tembelliğe yer yoktu ve gerçek savaş Oburluğu def ettikten sonra başlayacaktı. Ben, inandım, Neko. Her şeyin çok güzel olacağına inandım... Şu an nasıl kırk yıl öncesi gözlerimin önündeyse o zaman da bu günler aynı şekilde gözlerimin önündeydi.”
Acılı bir tebessüm, kırışıklıklarla dolu adamın kederli yüzüne yerleşti.
“Ama ben, bu insanların aptallığını çok hafife aldım... Sanırım ben de onlar kadar aptalım.”
Leoral’in gözyaşları yanaklarından süzülüyor ve çenesinden aşağıya düşüyordu.
Normalde karşısında ağlayan biri olursa Yu bundan etkilenirdi ama enteresan bir şekilde, Leoral’in ağlaması onu hiç etkilememişti.
“Üzgünüm... Ben üzgünüm... Karşında ağlayan yaşlı bir adam canını sıksın istemezsin elbet.”
Yurine de Yu gibi onun ağlamasını görmezden geldi. Hikâyenin devamını bekliyordu.
“Sonra başarısız mı oldunuz?”
“Evet, başarısız oldum. Hiçbir şey benim hayalimdeki gibi gitmedi. Ne Mora istediğim gibiydi ne de Zodya...” Leoral yutkundu ve gözlerini uzun süre kapalı tuttu. Bu esnada Yu tekrar onun öleceğini düşündü.
“Din öylesine çürüdü ki tanrımızın düşmanları bile ona böyle zarar vermemiştir. Mora’nın içiyse leşçil hayvanlarla dolu ve buldukları her şeyi kemiklerine kadar sömürüyorlar!”
Bir anda o kadar hızlı konuşmuştu ki konuşmasını öfkeli bir şekilde bitirdiğinde öksürük krizine girdi. Yurine masada duran sürahiden Leoral için bir bardak su doldurup ona uzattı ama Leoral’in elini kaldıracak gücü yoktu.
Yu yaklaştı ve bardağı Yurine’nin elinden alıp Leoral’e suyu içirdi.
Ölecekmiş gibi öksüren Leoral suyu içtiğinde kendine geldi, derin bir nefes aldı ve kısa bir süre kendine gelmek için bekledi.
“Natalia...” dedi. İsmi öylesine tutkuyla söylemişti ki Yu kendi kalbinin titrediğini hissetti. “Onunla iyi arkadaştık. İyi biriydi, çağının çok ötesindeydi. Clermont’daki Büyücülük Akademisinden geliyordu, Vilonet ile birlikte... İyi bir eğitim almış, zeki bir kadındı.”
Leoral’in buğulu gözleri tavana bakıyordu.
“Yalan söyleyemem, ondan hoşlanmıştım. Yalan söyledim... Ona âşıktım. Onu seviyordum, daima kendimi onu düşünürken buluyordum. Hatta... Hatta ben Mora’yı terk edip onunla Rolderhelm’e yerleşmenin hayalini o kadar kurdum ki bazen kendimi Rolderhelm’de zannediyordum.”
Yu esnedi. “Şimdi de sıra aşk hikâyesine mi geldi?”
“Tabii o zamanlar çoktan otuzuma bastığım için beni reddedeceğini düşünüyor, ona açılmaktan korkuyordum. En sonunda kararımı verdim, savaş bittikten sonra duygularımı ona itiraf edecektim.”
Leoral’in yaşları, yanaklarından aşağıya süzülmeye devam etti.
“Savaş bitti ama savaş biter bitmez Natalia, kayboldu.”
Leoral ince dudaklarını ısırdı, burnunu çekti ve bir süreliğine gözlerini kapatıp bekledi.
Yanakları titrerken gözyaşlarına hâkim olmaya çalıyordu ama çabası beyhudeydi. Hıçkırmaya başladı, onun hıçkırıklarını duyan yarı elf hizmetçi kapıyı açıp geldiğinde Leoral bağırdı.
“Çık dışarı!”
Hizmetçi özür dileyip kapıyı hemen kapattığında Yu onun için üzülmüştü. Tek yaptığı efendisinin iyiliğini düşünmekken azar işitiyordu.
“Annenle tanıştığımda ve bana Natalia’nın çırağı olduğunu söylediğinde onu yeniden görmüş gibi hissettim.”
Bu sözün ardından Yu dilini şaklattı. Leoral duymamıştı ama Yurine fark edip göz ucuyla ona bakmıştı. Yurine’nin gözlerine baktığında onun da kendisi gibi duyduğu şeyden rahatsız olduğunu fark etti.
“O an hayal etmeyi bırakamazdım. Natalia ile birlikte dünya hakkında konuştuğumuz hayalleri gerçekleştirememiştik belki ama onun çırağı... Onun çırağı olduğuna göre Rie, hayallerini, hayallerimizi de miras alabilirdi. O, Rie, belki de hayal ettiğimiz ütopyayı gerçekleştiren kişi olurdu. Sonunda istediğimiz mutlu dünyayı kurabileceğimize inandım.”
“Yani bize bu yüzden mi yardım ettin, bu yüzden mi Vermilia, Başak Katedrali’ni destekliyor?”
“Evet, Neko. Ben uzun yıllar boyunca hayallerimi emanet edecek bir çocuğa kavuşamadım. Kızım Cornelia... O iyi bir kızdır ama fazla dik başlıdır. Oğlum ise... Ona oğlum demekten bile utanıyorum. Aptal oğlumun hayrını bir kez olsun görmedim. O tam bir başarısızlık.”
Yu beklediği yere geldiklerinde heyecanlandı, Yurine ile birlikte kulak kabarttı ve yaşlı adamın iki dudağının arasından çıkacak kelimelere dikkat kesildi.
“Rie’nin oğlum ile evlenmesini ve benim kızım olmasını istemiştim. Böylece mirasımı güvenilir birine emanet edecektim ama benim işe yaramaz başarısızlığım reddedildi.”
Leoral sustu ve tekrar konuşmadı. Bu esnada Yu donakalmıştı.
“Her şey bu yüzden miydi?”
Yüzünde korkunç bir ifade vardı. Göz bebekleri küçülmüş, kaşları çatılmış ve dişlerini sıkmıştı. Yu’nun yüzü ilk kez böyle çirkin bir hâl alıyordu. Aynada kendisini görseydi bunun o olduğuna inanmazdı.
Yurine de aynı şoku yaşıyordu. Annesi öldüğünde Yu’yu suçlarken de bu ifadeye bürünmüştü. Eğer Leoral gözlerini kapatmamış olsaydı kendisini öldürmek istediklerini düşünebilirdi.
Yu yumruklarını sıktı ve Leoral’i bir şeylerden şüphelendirmemek için yüzündeki ifadeyi silmeyi denedi, Yurine bunu denemiyordu bile.
Bu sırada Leoral tekrar konuştu.
“Tabii ki de Rie’ye kızmıyorum. Kim öyle bir başarısızlığı kocası olarak ister ki?”
“B-Böyle bir şeyin... Böyle bir şeyin...” Yurine konuşamadı, derin nefesler alıp kelimeleri kafasında toparlamayı denedi. “Böyle bir şeyin yaşandığını bilmiyordum...”
“Balodayken reddedilmiş. Annen sana söyleyecek kadar değerli olduğunu düşünmemiştir... Sorun nedir?”
Leoral gözlerini açtığında ve Yurine’nin yüzünü gördüğünde kaşları merakla havaya kalktı.
Yurine’nin ağzındaki tüm dişler gözüküyordu, köpek dişleri bir insanınkilerden daha sivriydi ve gözleri şu anda bir canavarınkini andırıyordu.
Bir zamanlar bu yüze bakmak Yu’nun ödünü patlatmıştı.
Yurine’nin bir sonraki kelimesini tahmin edemeyen Yu, burada bir pot kırmaması için söze girdi.
“Küçük hanımımın yapması gereken bazı işler var...” Leoral’in yanındayken kendine hâkim olmak için dişini sıkıyordu. “Bu konuşmaya daha sonra dev- devam etmemiz gerekecek.”
Yurine’nin dışarı çıkması için kapıyı açtı ve geçmesini bekledi. Yurine çektiği sandalyeyi yerine götürmeye gerek duymadan kapıdan geçti, o giderken Leoral arkasından konuşuyordu.
“Nefes aldığım müddetçe Başak Katedrali’ni desteklemeye devam edeceğim. Senin, bizim başaramadıklarınızı başarmanı diliyorum.”
Yurine onun dediklerini bile duymadan uzaklaşmıştı. Yu odanın kapısını kapamadan önce başını eğip iyi günler diledi ve koşarak Yurine’ye yetişti.
“Yaşadığımız her şey bu yüzden miydi? Her şeyi bir aptalın gururu yüzünden mi yaşadık? Çektiğimiz tüm o acılar...” Nefes alırken burun delikleri kocaman açılıyordu. “Çektiğim tüm o acılar!”
Ölümle burun buruna gelmiş hatta ölmüştü! Vücuduna şişler saplanmıştı, yanmak üzereydi ve tekrar ölüyordu. Daha sonra masum bir insanı öldürmesi gerekmiş, ondan sonra yine ölümle yüzleşmişti. Kigaro’yu buldukları gece de bir şeytan tarafından lanetlenmişti ve şimdi her şeyin saçma sapan bir nedenden ötürü yaşandığını öğrenmek onu deliye çeviriyordu!
Yurine de öfkeden ne yapacağını bilmez bir durumdaydı. Konuşmak için devamlı ağzını açıyor ama siniri yüzünden dilindeki kelimeleri dışarı çıkaramıyordu.
Onları görenler ve öfkeli solumalarını duyanlar şaşkınlıkla bakıp kendi aralarında fısıldaşırken Yu ve Yurine çevrelerindekileri fark etmiyordu bile.
“Ben o kadar kafa yorayım, o kadar neden düşüneyim, o kadar mantıklı sebep bulayım ama her şeyin nedeni bir orospu evladının reddedilmeyi yedirememesi çıksın!”
Kigaro’nun yanına geldiklerinde iri cüsseli yarı aslan, önlerinden çekildi ve peşlerine takıldı
“Yüzlerinizin bu hâli de ne? İçeride bir şey mi oldu? Hey, kime diyorum?”
İkisi de Kigaro’nun ardı ardına sorduğu soruları duymazdan gelerek yürümeye devam etti. Nereye gittiklerini, nereye gideceklerini bilmiyorlardı bile. Sadece yürüyorlardı.
“Cecilus ibnesi, orospu evladı sen bekle... Sen bekle... Ben var ya ben, senin kız bacını sikeceğim. Kılıç kullanmayı öğreneyim gelip o kılıcı götüne sokacağım yaşlı anasının mezarına attırdığımın çocuğu.”
O kadar sinirlenmişti ki içinden konuşmak artık ona yetmiyordu.
“Bekle lan, ecelin geliyor bekle... Anasını bacısını siktiğim, bekle!”
Kısık sesle söylediği kelimeleri işitenler sadece Kigaro ve Yurine’ydi.
“Kimin eceli geliyor? Ah, ikiniz anlaşılmazsınız.”
Kigaro konuşmaktan vazgeçip sustu. Zaten ne derse desin ikisinin de dikkatini çekemeyecekti.
“Orospu çocuğu ya...”
En nihayetinde Yurine de konuşabilmişti. Yu onun böyle kötü kelimeler kullanmasını istemiyordu ama durum buna müsaade edebileceği kadar istisnaiydi.
“Oğlum...” Yu küfür etmek için tekrar ağzını açtı.
“Ben kızınım.”
“...”
“...”
Sinirden ağlamak üzereydi ki Yurine’nin ağzından kaçırdığı iki kelime önce sessizleşmesini, sonra da sinirden gerilmiş yüzüne çarpık bir gülümseme yerleştirmesini sağladı.
“Aptal Yu! Kapa çeneni!”
“Konuşmuyordum aslında...”
“Kapa çeneni dedim! Yürümeye devam et! Önden yürü!”
Yurine’nin yüzündeki öfke, utanç ile karışıyordu. İlk kez kızı olduğuna dair bir şey söylemişti.
Yu öne geçti ve yüzündeki çarpık gülümseme biraz daha büyüdü. Kaşları çatılmıştı ama dudaklarının uçları haylazca yukarı bakıyordu. Gülmeye başladı. Sinirleri bozulmuştu.
“Bu kadar sinirlenmişken...”
-------------------------
11.02.2022 - 11:30
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..