Edindikleri delirtici bilginin ardından öfkeli bir şekilde
Leoral Dri Vermilia’nın yanından ayrıldılar ve sakinleşerek bundan sonra
yapacaklarını düşünebilmek adına kilisenin arka bahçesine çıktılar.
Kar tekrar yağıyor ve yürüdükleri sırada başları ve omuzları beyaza boyanıyordu. Çam ağaçlarının sivri yaprakları da göğe yükselirken kar ile beyaza boyanmıştı. Diğer ağaçlar ise yapraklarını koruyacak kadar dayanıklı değildi ve onların yeşil yaprakları değil kahverengi dallarının üzerinde birikmişti kar.
Karın içinde yürüyerek denizi görebilecekleri bir noktaya geçtiler. Yu önlerindeki bankın üzerindeki kar tabakasını temizledikten sonra üçü de aynı banka oturdu.
Kigaro yanlarına oturduğundan üçlü oldukça tuhaf görünüyordu ama Kigaro özellikle komikti. İri vücudunun yanında hem bank hem de Yu ile Yurine ufacık kalmıştı ve kalçasının yarısı banktan dışarı taşıyordu.
Üzerlerinde kış mevsimine uygun kıyafetler vardı ama Yurine yine de soğuğu hissediyordu. Soğukla mücadele edip küçük vücudunu ısıtmak için Yu’ya sarılmak isterdi ama...
“Aptal.”
Aslında Yu da Yurine gibi hâlâ sinirliydi ama Yurine’nin ağzından kaçırdığı iki kelime sayesinde yüzünde çarpık bir gülümseme oluşmuştu. Yu biraz bu şekilde denizi izledikten sonra gözlerini kapadı, kasılan yüzü yumuşamış ve kederli bir ifadeye bürünmüştü. Üzücü bir rüyada gibi gözüküyordu.
Yurine ise ne diyeceğini bilemiyor ve bir duygu karmaşası yaşıyordu. Şu anda öfkeli olmak ve Cecilus Dri Vermilia için ölüm yeminleri etmek yapmak istediği şeydi ama o kelimeler yüzünden aklı sürekli bu konudan uzaklaşıyor, başka bir şeyi düşünmesine müsaade etmiyordu.
“Aptal Yu.”
İçinde yüzleşmeye çekindiği bir yanı, sarf ettiği kelimelerden memnundu. Gururu o kelimeleri doğrudan söylemesine müsaade etmezdi ve dolaylı olarak da olsa hislerini paylaşmak içini kemiren bir sırrı itiraf etmişçesine rahatlatmıştı.
Yine de gururu hâlâ oradaydı ve Yurine’yi rahatsız etmeye devam ediyordu. Yurine gururunu görmezden gelip bunu kabullenmeyi deneyince de utanıyordu.
“Bana-” diyerek konuşmaya çalıştı Yu ama Yurine konuşmasına izin vermedi.
“Kes sesini.”
Yurine’nin aniden verdiği cevap Yu’nun yumuşamış yanaklarını tekrar gerdi, gözleri hâlâ kapalıydı ama bu sefer yüzünde sinir bozucu bir gülümseme vardı. Bunu çok mu eğlenceli buluyordu? Şu anda ikisinin de öfkeden çıldırıyor olması gerekirdi.
“Baba-”
“Hmph!”
Yurine onunla konuşmadığını belli etmek için kollarını göğsünde birleştirip başını Kigaro’ya döndü ama Yu son kelimesini de söyledi.
“Diyebilirsin.”
Yurine cevap vermeyip farklı bir yöne bakmaya devam ettiğinde Yu kolunu boynuna doladı ve kendine çekerek sarıldı. Yurine ona sarılarak karşılık vermedi ama Yu saçlarını öperken kurtulmayı da denemedi. Sadece bekledi ve andan mutlu olmaya çalıştı.
“Babana karşı daha saygılı olmalısın, bizim halkımızda böyledir.”
Yurine sessizleşmişti ve anın tadını çıkarmayı deniyordu ama Kigaro’nun sözleri onu utandırdı ve utanınca tekrar sinirlendi.
“Sen niye bir anda onu desteklemeye başladın? Onun burnuna kaldıracaksın o yüzden sus ve Yu, çok sıkı sarılıyorsun! Bizi görecekler!”
Yu ona daha sıkı bir şekilde sarılınca nefes alabilmek için onu itmesi gerekmişti. Çabaları daha da tatlı gözükmesine yol açarken Yu, Yurine’nin yüzünü kendine çevirmiş ve oyun hamuru ile oynar gibi yanağıyla oynamaya başlamıştı.
“Kigaro, böyle şeyler söylersen Yurine utanır. O duygularını kolayca ifade demeyen bir kız.”
Yurine serbest kaldığında başını tekrar farklı bir yöne çevirdi ve kollarını göğsünde birleştirerek konuşmaya kapalı olduğu mesajını verdi. Bir an önce günün bitmesini istiyordu.
“Ya~ni, tüm gün böyle mi olacağız? Hadi bana bak.”
“Hayır.”
“Ama bu o kadar da utanılacak bir şey değil ki.” Yu’nun sesi bir anda ciddileşti ve daha derinden gelmeye başladı. “Ben gerçekten mutlu oldum.”
Yurine başını çevirip Yu’ya baktı. Onu mutlu etmenin kendisini de mutlu ettiğini yeni fark ediyordu. Yüzünde beliren hafif gülümsemeyi sildi ve sessizliğine devam etti.
“Önemli meseleler hakkında konuşacağız,” dedi Yu. Yurine’yi çenesinden tutup yine kendine çevirmişti.
“P-Peki... İstediğin gibi olsun... E-Eğer benimle konuşursan sana beni ö-öpme hakkı vereceğim.”
“BU NASIL BİR ANLAŞMA! APTAL APTAL KONUŞMA!”
Ayağa fırladı ve daha önce de pek çok defa yaptığı gibi kuyruğunu dikleştirerek işaret parmağını Yu’ya doğrulttu.
Yu onun bu tavrına yine gülerek karşılık verdi ama yüzünde alışılageldik kibirli ifadesi yoktu, hatta o da her an patlayacak gibiydi.
“Sadece çok yakışıklı, çok muhteşem, çok havalı ve çok karizmatik olduğum için bunu istersin diye düşünmüştüm.”
Zaten Yurine bunların hiçbirini reddetmiyordu ve normalde bir öpücüğü hoş karşılardı.
“Ah, anlıyorum... Kendini sakinleştirmeyi deniyor.”
Yu tekrar gözlerini kapatıp derin bir nefes aldığında Yurine, onun cıvık tavırlarının sebebini anlamıştı. Sinirliyken sağlıklı bir şekilde düşünemezdi, bu yüzden kendini sakinleştirmek için çabalıyordu.
“Vermilialar hakkında konuşmayacak mıyız? Ne yapacağımızı söyle.”
Yu kendini yeterince sakinleştirmiş olmalıydı, artık meseleyi farklı bir yöne çekip Vermilialar hakkında konuşmanın zamanı gelmişti.
Yurine karın içinde volta atmaya başladığında Yu etraflarında onları duyabilecek biri var mı diye kontrol etmek için çevresine baktı. Yakınlarında beklenmedik kadar güzel birkaç rahibe olduğunu görünce onlar gidene kadar konuşmadı.
“İntikam alınacak, er ya da geç. Buna emin olabilirsin, Yurine. Ben verdiğim sözlerin her birini tutacağım.”
“Seni de kızdırdığı için mi?”
“Senin hayatını tehlikeye attığı için, senin annene zarar verdiği için, hâlâ senin için bir tehdit oluşturduğu için.”
Yu’nun o ve annesi için hareket etmesi Yurine’yi mutlu etmişti. Kılıç perileri kendilerinde eksik olan şeylerin yerini sevgi ile doldurduğu için Yu’nun ona verdiği değer tatmin ediciydi ve yaşamaya devam etmesini mümkün kılıyordu.
“Er ya da geç dedin, bu ne zaman olacak?”
“Bilmiyorum, belki hemen şimdi belki de uzun süre sonra. Ondan önce endişelenmemiz gereken başka konular var.”
Yu birkaç saniyelik sessizlikten sonra tekrar etrafta birisi var mı diye kontrol etti.
“Kigaro, etrafı kolaçan edip kimsenin bizi duymadığından emin ol. Eğer biri yaklaşırsa bana söyle.”
“Peki.”
Aslında birisi onlara yaklaşırsa Yurine vücutlarındaki mana sayesinde hissedebilirdi ama Yu’nun bunu yapma sebebinin sadece konuşacaklarının başkaları tarafından değil, Kigaro tarafından da duyulmasını istemiyor oluşu olarak düşündüğünden bir şey demedi.
Yu son bir kez etrafını kontrol etti ve Yurine’ye tekrar yanına oturmasını işaret etti.
“Başak Katedrali’nin Vermilia dışında destekçisi yok diye hatırlıyorum.”
Yurine başını onaylar anlamda salladı.
“Vermilia ailesi tek destekçimiz ve Başak Katedralinde vaftiz olanların çoğu o ailenin maiyetinden. Kalanlar ise annemin işe aldığı hizmetçiler.”
Başak Katedrali’nin diğer katedrallere kıyasla ne kadar acınası bir durumda olduğunu tekrar anlatmak istemiyordu. Vermilia ailesi desteğini çektiği an katedral hem sahip olduğu küçücük nüfuzu hem de finansal desteğini kaybedecekti.
“Bishory ailesi Vermilialara bağlı değil miydi? Onlar da mı bizi desteklemiyor?”
Bishory adını duyduğunda aklında Sharley belirdi. Rahatsız ediciydi. Onun mumyalaşmış görüntüsünü aklından silmek için Yu’nun yüzüne doya doya bakması gerekiyordu.
“Onların bir kısmı Terazi, bir kısmı da Kova katedraline mensup. Vermilialar da eskiden Terazi katedralinin mensubuydu.”
“Leoral’in bir ayağı toprakta, her an ölebilir. Hatta biz konuştuğumuz esnada ölmüştür belki. Eğer o öldükten sonra Cecilus ailenin başına geçerse ve onun da bizi sevmediğini varsayıyorum, Başak Katedrali’nden desteğini çeker. Dük dediğin sıradan lordlardan değerlidir ve desteği itibarımız için çok önemli. Elbette şu anki hazinemiz ile yükselebiliriz ama bize bir dükün desteği kadar nüfuz sağlayacak bir şeyi tekrar bulmak zor olur. Vermiliaların desteği şart.”
“İntikamımız?”
Düklüğün desteği ya da Leoral’in ölümü ile ilgilendiğinden daha çok Cecilus’un ölümü ile ilgileniyordu. O bir an önce ölmeliydi.
“Yurine, önceliğimiz Nekoverine’ye ulaşmak. Bu yüzden de önce katedrali düşünmek zorundayız. Cecilus’u öylece öldürmek Nekoverine’ye ulaşmamızda bize yardımcı olmayacak. Oraya ulaşmak için katedralimizi büyütmeliyiz ve eğer onu öldürmek bize yardımcı olacaksa ancak o zaman buna öncelik verebiliriz. Hem merak etme, planlarımda onu uzun süre hayatta tutmak yok.”
Yurine, Yu’yu dinlemeye devam etti. En doğrusunu o bilirdi bu yüzden hiçbir şey demedi.
“Leoral’i iyileştirebilir misin? O hayatta kaldığı sürece sahiden de bizi destekleyebilecek gibi görünüyor.”
“Daha önce de söylemiştim. Ben yaraları iyileştirebilir, insan vücudunu rahatlatabilirim ama hastalıkları tedavi edemem. Özellikle artık eceli gelmiş birine yardımcı olmam mümkün değil.”
Şifa büyüsü nadir karşılaşılan bir büyü tipiydi. Işık kullanıcıları için bile bu büyüye yatkınlık sık rastlanılan bir durum değildi ve şifa büyüsünün içinde de farklı seviyeler vardı.
Hastalıkları iyileştirebilmek nadir olan şifa büyüsü kullanıcıları arasında bile nadir görülen bir yetenekti. Yurine bunu yapabilseydi çoktan Yu’yu iyileştirmiş olurdu ve Yu krizlerle boğuşmak ya da o kötü kokulu ilacı kullanmak zorunda kalmazdı.
“Eğer Leoral’in kızı Cornelia, Cecilus yerine başa geçerse belki babasının izinden gider ve Vermilialar bizi desteklemeye devam eder. Cornelia’nın da destekçileri olduğunu duymuştum, yani onun başa geçmesi mümkün olabilir ve bu Başak Katedrali için daha iyi olur. En azından böyle umuyorum.”
Kigaro etraflarında dolaşmaya devam ederken Yu da arada sırada etrafına bakıyordu. Yurine konuşulan konuları kendileri dışında hiç kimsenin duymaması gerektiğini anlıyordu.
“Cecilus’un ailenin başına geçmesine müsaade etmemeliyiz. Yapabilirsek bu olmadan önce işini bitirmemiz gerekiyor çünkü o başa geçtiğinde bizim için hiç güzel şeyler yaşanmayacağı ortada. Leoral ölmeden önce onu öldürmemiz gerek, yapamazsak da Cornelia Dri Vermilia’ya ailenin başına geçmesi için desteğimizi sunmalıyız. Hatta Cornelia bizim için kullanışlı birisi olacaksa onu daha rahat kontrol etmek için Leoral’i bile öldürebiliriz.”
Yu gözlerini Yurine’den kaçırdı.
“Sonuçta o da bir kız, belki onu kontrol etmeyi deneyebilirim.”
“Böyle şeyler yapmanı istemiyorum.”
Yurine, Yu’nun ayağına bastı. Yu’nun ayağındaki sert çizmeler nedeniyle bu pek etkili olmamıştı.
Yu gülmüyordu, düşünürken denizi izlemeye başladı. Kısa süreliğine Yurine, Yu’ya fazla yük yüklediğini düşünmeye başladı ama bu düşünceyi hemen aklından çıkardı. Bencilce olduğunu biliyordu ama başka herhangi birinin değil, Yu’nun bunları yapmasını istiyordu.
“Deniz güzel,” dedi Yu.
Yüksekten bakıldığında çoğu manzara insan gözüne daha güzel gözükürdü. Aynı şey deniz için de geçerliydi. Koyu mavi suları uzaktan izlemek, onun içinde olmaktan daha iyi hissettiriyordu.
“Hey, konuşmayı bitirdiniz mi? Gelen giden yok.”
İkisinin konuşmayı bırakıp öylece denizi izlediğini fark eden Kigaro onlara seslendi. Boş bir şekilde dolaşmaktan sıkılmıştı.
“Evet ve burada yapacak başka işimiz kalmadı, artık gidebiliriz.”
Ayağa kalktılar ve üzerlerindeki karları temizledikten sonra kilisenin içine girdiler. Binanın içine girdiklerinde sıcaklık, Yurine’nin yüzünü hafifçe okşadı.
“Yu, Yıldız Sunağı’nı görmek ister misin? Başak Kardinalliği bana orada verilecek.”
Buradan ayrılmadan önce Yu’ya onu göstermesi gerekiyordu. Planlarını o kürsüye göre yaptıkları için önceden görmekte fayda vardı.
“İsterim, hadi göster.”
“Beni takip et!”
Kısa süre önce yaşanan şeyleri unutmuş ve Yu’ya daha önce görmediği bir şeyi gösterebilecek olmanın heyecanıyla kilisenin merkezine doğru koşmaya başlamıştı. Yu ve Kigaro da onun peşindeydi.
Biraz koştuktan sonra neredeyse bomboş olan kilisede kimseyle karşılaşmadan kilisenin ana salonuna, Yıldız Sunağı’nın bulunduğu alana girdiler.
Yıldız Sunağı tam olarak Andromeda Kilisesi’nin merkezinin biraz önündeydi. Yerden yarım metre yüksekteydi ve etrafı altın çitlerle sarılmıştı.
Sunak zeminden biraz yüksekte duran bir yer sofrasına benziyordu. Otuz köşesi vardı ve her köşesinde bir mum yanıyordu. Sunak birkaç kişiyi içine alacak büyüklükteydi ve zemini tamamen siyahtı.
“Lütuf sahibi sunağa ayak bastığı anda kürsü ışıldamaya başlar, birisinin Lütuf’a sahip olduğunu bu şekilde anlarsın.”
“Ben daha ihtişamlı bir şey bekliyordum aslında. Neyse, bunu bana gösterdiğin için teşekkür ederim Yurine. Umarım planımızda bir sorun çıkmaz.”
Eğer planları işe yaramazsa kesinlikle bir sorun çıkacaktı.
“Kigaro, bu şeyi denemek istiyorum. Etrafı kolaçan eder misin?”
***
“Peki, orası nedir?”
Yaptıkları işten sonra Yu’nun dikkati kilisenin tam merkezinde duran heykele yöneldi.
Heykel bembeyazdı ve yüksekliği, zemini ile birlikte iki metreyi buluyordu. Heykel, Zodyaistler bu şehri fethetmeden önce de buradaydı, Zodyaistlerin hükmünde geçen yüzyıllarda da burada durmaya devam etmişti.
Heykel hakkında çeşitli efsaneler bulunuyordu ve en kabul edilen efsane uzun zaman önce yaşamış bir kral ya da kahramana ait olduğuydu.
Heykelin elinde tüm zamanların en efsanevi kılıcı bulunuyordu. Kılıç, kının içinde olduğundan onu göremiyorlardı ama neye benzediği biliniyordu.
O kılıç tüm zamanların en beyaz varlığıydı. Öylesine beyazdı ki adeta gerçeklikten ayrı bir parçaymış gibi gözüktüğü iddia ediliyordu.
Kılıcın kabzası beyaz ve korumalığı altındandı. İnsanlar bu kılıca Sabah Kılıcı derdi.
“Yüzlerce yıl önce yaşamış bir efsanenin heykeli. İsmi ve kim olduğu bilinmediği için insanlar ona Sabah Şövalyesi diyor ve onun kılıcını taşımaya layık olanlar da kendi isimlerinden vazgeçip bu isimle anılmaya başlıyor. O heykel, Sabah Anıtı.”
Heykel manadan oluşan görünmez bir duvara sahipti, bu yüzden layık olmayanlar ona yaklaşamazdı. Yurine’nin annesi Rie, Avcı Lütufu sayesinde bu duvarı görebiliyordu.
“Demek o efsanevi hikâye buradan geliyor, ha? Ekskalibur gibi, sadece hak edenin çekebileceği bir kılıç. Güzelmiş.” Yu içeride kimsenin olmadığını kontrol etti. “Etrafta kimse yok, sence denemeli miyim? Belki çekerim.”
“Yu, Yu Zao Long dahil pek çok kişi denedi ve başarısız oldu. Bence denememelisin, layık olmayanlar geri itilir.”
“Nasıl yani?”
“Heykelin çevresinde görünmez bir duvar var ve layık olmayanlar o duvara çarpıp geri itilir.”
Yu sol elini çenesine götürüp gözleriyle heykeli inceledi.
“Yine de denemek istiyorum. Hem belli mi olur? Belki farklı bir dünyadan geldiğim için beni kabul eder. Artık benim de fantastikomistik özelliklerim olmalı bence. Tüm isekacıların bir olayı var ama bir ben böyleyim.”
Yurine’nin uyarısına kulak asmayan Yu, Yıldız Sunağı’nın etrafında dolandı ve Sabah Anıtı’nın önüne geldi.
“Nasıl yapacağım? Elimi mi uzatmam gerekiyor? Yoksa normal bir şekilde yürüyecek miyim? İlk önce elimi uzatayım.”
“Yu, yapma.”
Yurine’yi dinlemedi ve elini kaldırarak Sabah Anıtı’na yaklaştı. Parmakları kürsünün sınırına geldiği an Yu şiddetle geri savruldu. Eğer Kigaro koşup onu durdurmasaydı yerde ne kadar sürükleneceği belirsizdi. Hatta kemikleri bile kırılabilirdi.
“YU! SANA DEMİŞTİM İŞTE! NİYE BENİ DİNLEMİYORSUN!”
Yerde inleyen Yu’nun yanına koşan Yurine ona şifa büyüsü uygulamaya başladı. Yu’nun acı çekmesine dayanamıyordu.
“Bu kadar sert olmasını beklemiyordum...”
“Ben seni dinliyorum, sen de beni dinlemelisin! Ben sana söylemiştim!”
“Özür dilerim. Zaten olacağını düşünmüyordum da bir umut işte... Hem olsa da kılıcı nasıl kullanacağımı bilmiyordum zaten.”
Kigaro’nun yardımı ile ayağa kalkan Yu yüzünü çıkışa döndü. Artık gitme zamanı gelmişti.
“Ama bir ara Sivina’ya denetmek gerek. O bir şövalye olduğu için belki kılıcı çekebilir. Sivina, Sabah Şövalyesi olursa Başak Katedrali kim bilir nasıl bir üne kavuşur. Belki Kigaro da deneyebilir.”
“Kalsın, o kılıç benim ellerim için fazla küçük.”
“Öyle olsun.”
-------------------------
12.02.2022 - 04:44
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..