Cilt 3 - Bölüm 25: Ön Kayıt (2/2)

avatar
427 6

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 3 - Bölüm 25: Ön Kayıt (2/2)


Bart başını hafifçe salladı ve konuşacak başka bir şey kalmadığı için arabanın şoför kısmına çıktı. Onun merakını yeterince dindirememiş olan Yu da arabanın içine girip Sivina ile Ana’yı beklemeye koyuldu.

 

“Ölmeden önce hayatımın boşa gitmediğini düşünmek mi?” Yu kafasını cama yaslayıp gözlerini kapadı. “Hiç ölmemeyi yeğlerim ama...”

 

O çok fazla düşünemeden kapının açılmasıyla gözlerini açtı ve gelenlere baktı. Sivina ve Ana içeri girerken ikisi de Yu ile göz göze gelmekten kaçınıyordu ve Sivina biraz sinirliydi.

 

“Aslında benim de utanmam gerek, sizi dikizledim.”

 

Sivina’nın ardından giren Ana kapıyı kapattığında araba hareket etmeye başladı. İçeriye ışığın girmesi için Yu perdeleri iyice açtı.

 

Öyle görünüyordu ki eğer Yu bir şeyler söylemezse iki kız da yolculuk boyu konuşmayacak ve oldukça sessiz bir seyahat geçireceklerdi. Araçları orman yolu ve ara sokaklarda hareket ederken herkes sustu ve anayola girdiklerinde Yu konuşmayı başlattı.

 

“Ana, aklımda bir fikir var.”

 

Adının anıldığını duyduğunda Ana yerinden sıçrayacak gibi oldu. Yutkunarak Yu’ya baktı ama gözlerine bakmaya utandığı için dudaklarının hareketini takip ediyordu.

 

“Çok tatlı lan!”

 

“Sana şövalye olmanı söylediğimi hatırlıyor musun? Şövalyelik fikrini rafa kaldırmaya karar verdim ama senin hizmetçi olmanı da istemiyorum.”

 

“Ne yapacaksınız?”

 

Ana’nın sesi sanki kendisini odasına kapatan ve haftalar sonra ilk kez birisiyle konuşan özgüvensiz bir ergen gibi çıkmıştı.

 

“Utangaçlığı onu daha da güzel yapıyormuş.”

 

“Rahibe olmaya ne dersin?”

 

Yu bacağını bir diğerinin üstüne atıp arkasına yaslandı.

 

Rahip ve rahibeler insanların saygı duyduğu bir konumdaydı ve teknik olarak iffetli kimseler olmaları gerekiyordu ama biraz önce gördüklerinden sonra Ana için iffetli kelimesini kullanabileceğinden emin değildi. Yine de elinde ondan daha iyi bir seçenek yoktu.

 

“Kız kıza yahu, rahibelik için sorun olmaz herhalde.”

 

“Ben mi? Ama neden?”

 

“Bay Valarfin, lütfen dalga geçmeyin...” Sivina, yumruklarını sıkmıştı.

 

O da Yu’ya bakmaya utanıyordu. Yu bunda inanılmaz bir çekicilik hissederken Sivina ve Ana, Yu’nun şaka yaptığını düşünüyor olmalıydı.

 

“Dalga geçmiyorum. Grubumuzun rahip ve rahibelere ihtiyacı var. Vaftiz olmak için gelecek onca insanı düşünün, hepsini Yurine nasıl vaftiz edebilir ki? Ya da katedrale bağlı kiliseler açıldığında orada kimler duracak? Ya da kimler halka vaaz verecek? Tüm bu işleri kardinal tek başına yapamaz. Bizim din görevlilerine ihtiyacımız var ve şu anda buna uygun olan tek kişi Ana.”

 

Yurine’nin rolü kardinallik, Yu’nun rolü kâhyalık, Sivina’nın rolü şövalyelik ve roaronların rolü askerlikti. Ellerinde zaten hizmetçiler olduğuna göre rahibelik rolünü Ana’nın üstlenmesi uygundu.

 

“A-Ana’yı... Farklı bir yere mi göndereceksiniz?”

 

“Senin gözünde ben öyle acımasız biri miyim? Hayır, Ana’yı hiçbir yere göndermeyeceğim. Onun bizim yanımızda olması gerek, işi bu.”

 

Ana’yı yanlarından ayırmak demek güvenilir bir muhafızı kendilerinden uzaklaştırmak demekti.

 

“Rahibelik yalnızca bir rol, tıpkı benim kâhyalık ve senin şövalyelik rolün gibi. Şimdilik bu rolün doldurulmasına ihtiyaç var ve Ana da bunun için ideal. Ana’nın da senin de ilk işin Yurine’yi korumak ve hedefimize ulaşmamızda bize yardımcı olmak. Tüm bu savaş bitecek ve mutlu bir son yaratılacak, tüm amacımız bu.”

 

“O sonu şu anki benlikleriniz göremeyecek olsa da belki gelecek dünyadaki benlikleriniz için çabalarım. Evet, bir ödül olarak bunu yapabilirim.”

 

“Ben Zodyaizm’i bilmiyorum ki... Daha kitabını bile okumadım,” dedi Ana.

 

Yu buraya gelmeden önce kitabı okumuştu. Ana’nın Başak Katedrali’nde neredeyse üç ay yaşayıp da okumaması şaşırtsa da gülerek cevapladı.

 

“Aman, dediğin de dert mi? Zaten muhatap olacağın kişiler de kitabı okumamış olacaklar. Pontifeks’in gelip seni sözlüye kaldıracak hâli yok ya.”

 

Fantastik öğeler yok sayıldığında ülkenin seviyesi orta çağ ile hemen hemen aynıydı ve okuma yazma oranının düşüklüğü gözler önünde olan bir gerçekti. Sokakta karşılaştıkları insanların neredeyse tamamı Yıldızların Fısıltısı’nı okumamıştı.

 

“Zaten dünyanın her yerinde temel kurallar bellidir; yalan söylemeyeceksin, hırsızlık yapmayacaksın, başkalarının hakkını yemeyeceksin falan filan bunları tembihlersin insanlara. Zaten değişmez ahlak kuralları, yanılacağını zannetmiyorum. Eğer bilgi sorusu sorarlarsa ne bileyim melektir, cennettir falan kafandan sallarsın bir şeyler.”

 

Bunları yapması zor olmasa gerekti. Zaten çoğu vaaz basit ahlak kurallarını insanlara tembihleyerek verilirdi ve arada sırada kafasından birkaç şey salladığında kimse doğru mu yoksa yanlış mı diye kontrol etmez, hemen inanırdı.

 

“Ama sallarken mantıklı salla, daha sonra kullanabileceğin şeyler olsunlar. İleride kendinle çelişmemeye dikkat et.”

 

“Ama bu yalan söylemek olur,” dedi Ana.

 

“Hem yalan söylemeyin demesini hem de yalan söylemesini istiyorsunuz, bu çok yanlış,” dedi Sivina.

 

“Birkaç pembe yalan sallayacak, sanki şimdiye dek bir kez olsun ufak bir yalan söylemediniz.”

 

“Yani... Dinlerin hepsinin bu şekilde olduğuna inanırım ben. Üstelik birkaç pembe yalandan ne zarar gelir ki? Kimsenin gidip doğruluğunu teyit ettirecek hâli yok. Yalan söylemek istemiyorsan da kutsal kitabı okuyabilirsin.”

 

“Bay Valarfin.”

 

Araca girdiğinden beri Sivina ilk kez başını kaldırdı ve Yu’nun gözlerine baktı.

 

“Siz yalan söylüyor musunuz?”

 

“Bir anda nerden çıktı bu?”

 

Sivina’nın neden böyle ciddileştiğini anlayamadı, nasıl bir cevap bekliyordu ki? Herkes yalan söylerdi.

 

“Ben de diğer herkes gibi yalan söylüyorum.”

 

Eğer yalan söylemediğini iddia etseydi asıl o zaman yalan söylemiş olurdu.

 

“Ama insanları üzecek yalanlar söylemiyorum... Yani en azından öyle yapmamaya çalışıyorum. Eğer gerekirse böyle yalanlar da söylerim tabii...”

 

Hayati önem taşıyan bir olay meydana geldiğinde Yu birilerini üzecek olsa da yalan söylemekten çekinmezdi. En azından bu dünyada böyleydi...

 

“Yine de hak eden kişilerden hak ettiklerini saklamıyor ya da sorunlara yol açacak yalanlar uydurmuyorum. Böyle olmayan kaç insan var ki?”

 

“Başkalarının da yanlış yapması sizin aynı yanlışı yapmanızı meşrulaştırmaz.”

 

Oflarken içinden konuştu. “Hiç yalan söylemedin mi?”

 

Konuyu uzatmak istemiyordu, Sivina ile göz temasını kesti ve Ana’ya döndü.

 

“Öyle ya da böyle rahibe olacaksın. İstersen dediğim gibi yap, istersen kitabı oku. Zaten yapacağın pek bir iş olmayacak, vaftizlere yardım edecek ve insanlara iyi nasihatlerde bulunacaksın. Arada sırada da fakirlere yardım edersin, hepsi basit işler.”

 

“P-Peki.”

 

***

 

Andromedia’nın surlarını arkalarında bırakarak şehrin güney doğusuna, Mora ile İlonya sınırının yakınlarına doğru yol aldılar.

 

Roaronların kampını gözden uzak bir yere kurmuşlardı. Mora ile İlonya arasındaki dağların yakınlarındaydı ve şehre olan uzaklığı kar da hesaba katıldığında dört, bir sebeple gereğinden fazla yavaşlamaları gerekirse beş saate yakındı.

 

Planlarına göre burada birkaç aydan daha uzun bir süre kalmaları gerekecekti ama artık bir şehirleri vardı ve roaronlar burada daha fazla kalmayacaktı.

 

Yurine istediği takdirde onların Virgo’ya girmesini sağlayabilirdi. Kendilerine sadık olan roaron askerlerinin yanlarında duracak olması güven vericiydi.

 

Ama askerlik yapabilecek olanlar sadece erkeklerdi. Roaronların çoğu yaşlı, kadın ve çocuktu. Erkekler kendilerine sağlanan yemek ve barınma hizmetinin karşılığında savaşabilirdi ama diğerleri bu hizmetlerden tamamen ücretsiz yararlanıyordu.

 

Böyle giderse onların bakımı cep yakacaktı. Yu diğer roaronların üretime katkıda bulunabilecekleri ve onlar için harcadığı parayı çıkarabilecekleri bir yol bulmak istiyordu.

 

Neredeyse hiç konuşulmadan geçen birkaç saatin ardından kampa yaklaştıklarının ilk işareti dağların zirvelerinin görüş alanlarına girmesiydi. İlonya ve Mora boyunca uzanan sıradağların karla kaplı zirveleri çok uzaktan görünüyordu.

 

Bir saat sonra terk edilmiş bir su kuyusunun çevresine kurdukları roaron mülteci kampıyla karşılaştılar.

 

Roaronların yaktığı kamp ateşlerinin gri dumanları gökyüzüne yükseliyordu. Kampın içine biriken karları küreyen roaronlar, kampın dışında beyaz tepeler inşa etmişlerdi.

 

“Geldik.”

 

Yolculuk sessiz geçtiği için Sivina ve Ana başlarını duvara yaslayıp uyuya kalmışlardı. İkisi de uyurken huzursuz görünüyordu.

 

“Uyanın, geldik.”

 

İlk seferinde onları uyandırmayı başaramayınca ikinci seferde sesini yükselterek konuştu. Şimdi ikisini de uyandırmayı başarmıştı.

 

“Burası mı?”

 

Sivina ve Ana ile Yu karşılıklı oturuyordu. Ana gözlerini ovuşturduktan sonra kendi sağındaki pencereden başını çıkartıp girmek üzere oldukları kampa baktı. Sivina da Yu’nun sağındaki pencereden başını çıkartmıştı.

 

“Sen yirmi birinci yüzyıl insanı olarak burada duruyorsun Yu Valarfin, kendine hâkim ol!”

 

Başlarını camdan çıkartıp kampa baktıklarında sırtları eğilmişti ve kalçaları Yu’ya dönmüştü. Sabah yarı çıplak gördüğü kalçayı şimdi hemen önünde, kendisine dönük şekilde görmek Yu’yu heyecanlandırdı.

 

Daha fazla bakarsa eli ayağı titremeye başlayacaktı, hemen gözünü kaçırdı ve kendi sağındaki pencereden dışarıyı izlemeye başladı.

 

“Evet.”

 

Beyaz at arabasını tanıyan roaronlar aracın kampın içine girmesine izin verdi. Bart arabayı kamp meydanına kadar sürdü ve meydanda durdular.

 

Ardından yaşlı hizmetçi aşağıya inerek Sivina ve Ana’ya kapıyı açtı. İkisinin çıkmasının ardından da Yu aşağıya indi.

 

“Yu Valarfin?”

 

Ona seslenenin adı Morga’ydı. Roaron geleneklerine göre yaşlılar bilge kabul edildiği için aralarındaki en yaşlı roaron olan Morga’yı roaronların temsilcisi olarak atamışlardı.

 

Morga kürkü beyaza dönmüş, sırtında kamburu çıkmış, yüzü savaş yaralarıyla dolu olan tek gözlü ve çok yaşlı bir aslandı. Belki birkaç yıl ömrü kalmıştı.

 

“Merhaba.”

 

Diğer roaronlar da gelen aracın etrafına toplanıyordu. Şehirden gelen haberleri merak ediyor ve Yurine’yi görmek istiyorlardı.

 

“Hanımefendi gelmedi mi?”

 

“Sadece benim gelmemden memnun değil misiniz?”

 

Alaycı bir sesle sorduğu sorunun cevabını biliyordu. Birkaç roaron ile samimiyet kurmuş olsa da geneli hâlâ ondan hoşlanmıyordu. Sorduğu soruya kimsenin cevap vermemesiyle birlikte bir sessizlik doğduğunda Yu yol açtığı sessizliği kendisi bozdu.

 

“Hayır, küçük hanım şehirde kaldı.”

 

Leoral onunla konuşmak istediği daha pek çok şey olduğunu söyleyerek Yurine’nin Yu ile gitmesine izin vermemişti.

 

“Orospu çocuğu Leoral, kimin kızını kimin yanından ayırmaya çalışıyorsun?”

 

Bart, Sivina ve Ana çevresine bakıp yüz yetmişe yakın roaron tarafından sarıldıklarını gördüğünde Yu’nun yanına sokuldular. Roaronların yarısı çocuktu ama bir anda etraflarını bir sürü yarı aslanın sarması tedirgin olmaları için yeterliydi.

 

“Size bazı haberlerim var. Bu ülkenin lideri, küçük hanıma bir şehir verdi. Şehir buranın kuzeyinde, yarından sonraki gün sonra oraya gitmek için yola çıkacağız.”

 

Sözlerinin ardından roaronlar arasında mırıldanmalar oluştu. Her kafadan ayrı bir ses çıkıyor ve verilen kararı eleştiriyorlardı. Roaron dişilerinden bir tanesi herkesin söylemek istediği şeyi haykırdı.

 

“Bize buradaki şehre gireceğimizi söylemiştiniz!”

 

“Aptal aptal konuşmayın.”

 

Yu elini yüzüne götürdü. Neden yarı aslanlar bu kadar aptal olmak zorundaydı?

 

“Ülkenin efendisi bize şehir verdiğinde ne yapmamızı isterdiniz? ‘Olmaz biz roaronlara bu şehre gireceğiz dedik’ diyerek şehri almayı ret mi etmeliydik? Merak etmeyin, daha önce söylediğim gibi buraya girmeniz için uzun süre beklemeniz gerekecekti. Gittiğimiz yerde ise şehrin valisi küçük hanım olacağı için kısa sürede şehre kabul edileceksiniz.”

 

Roaronların kendisine hak vermesi gerekiyordu. Kendilerine ait bir evde kalmak başkasına ait bir evde kalmaktan daha iyiydi ve bu konuda edilecek itirazlar sadece itiraz etmiş olmak için edilmiş olacaktı.

 

“Üç gün sonra gün doğmadan önce yola çıkacak ve şafak vakti Andromedia önünde olacağız, oradan da yeni şehrimiz Virgo’ya doğru yola çıkacağız. Hazırlanın.”

 

Virgo’ya olan yolculukları İlonya’dan Andromedia’ya kadar olan yolculuklarına kıyasla kısa sürecek ve daha kolay olacaktı.

 

“Hanımefendi böyle istiyorsa biz de ona uyacağız.”

 

Morga ile birlikte tüm roaronlar bunu kabul ediyordu. Kendileri istesin ya da istemesin Yu ile yaptıkları büyülü anlaşma onlara hayır deme hakkını tanımıyordu.

 

“Yanınızda getirdikleriniz kim? Onlar da hanımefendinin hizmetçileri mi?” diye sordu Morga.

 

“Sayılır. Sivina Ecues, Yurine’nin ilk şövalyesidir. Onu orduların komutanı olarak düşünebilirsiniz. Ana Yeşilgül de Başak Katedrali’nden bir rahibe. O da Bart, küçük hanımın hizmetçilerinden.”

 

Başak Katedrali bir ülke olarak düşünülürse Yurine ülkenin cumhurbaşkanı, Yu başbakanı olurdu ve aynı mantıkla Sivina genelkurmay ya da milli savunma bakanı yapılabilirdi.

 

“Şimdi hazırlanmaya başlayın.”

 

Ellerini çırparak onlara dağılmalarını söyledi. Roaronların hazırlanması için fazla zaman gerekmiyordu. Kişisel olarak çok az eşyaları vardı ve hazırlıklar bir gece öncesinde bile başlasa geç kalmazlardı.

 

Ama sanki yapacak çok şeyleri varmış gibi dağıldılar.

 

“Bart, burada hayvanlara su ve yem verebilirsin. Siz de benimle gelin.”

 

Üçü birlikte roaronların çadırlarını geçti ve kampın sonunda, hafif ağaçlık bir alana girdiler.

 

“Burada ne yapacağız?” diye sordu Sivina.

 

“Sivina, ben uğursuz bir şeyler hissediyorum.”

 

Bir büyücü olan Ana şaşırtmayacak şekilde karanlık aurayı sezmişti. Yu ayağı ile yerde birikmiş karları kenara iteklemeye ve zemini temizlemeye başladı. Karlar temizlendiğinde yerde tahta bir kapak gözüktü.

 

“Yurine’nin savaş ganimetleri.”

 

Kapağı kaldırdığında simsiyah kılıçlar ortaya çıktı. O kılıçları görmek Yu’ya kendisini huzursuz hissettirse de Kigaro’nun ona verdiği kılıcı hâlâ saklıyor ve bir gün kullanmayı planlıyordu.

 

“Bunlar ne?”

 

“Söylediğim gibi, Yurine’nin savaş ganimetleri. Şeytanları öldürdükten sonra kılıçlarını aldık.”

 

“Şeytanlara mı ait!” Ana, Sivina’nın koluna girdi ve başını çevirerek kılıçlara bakmayı reddetti.

 

“Ah... Sivina’nın aksine Ana sıradan bir köylü kızıydı. Batıl inançları olmalı.”

 

Şeytanlarla karşılaştıklarını söylediklerinde aldığı tepkiye benziyordu. Şeytanlar gerçekten de bu dünyanın insanlarını korkutuyordu.

 

“Bunu neden bana gösteriyorsunuz?”

 

“Çünkü bir şövalyesin ve kılıçlardan anlayacağını umuyorum. Bunlar kullanılabilecek şeyler mi? Yoksa sattığımızda çok para kazanabilir miyiz?”

 

Tanrıların düşmanı olan şeytanlara ait kılıçları Mora ve benzeri teokratik ülkelerde satmak zor ve tehlikeli olurdu ama yüksek bir miktar elde edeceklerse risk almaya değerdi.

 

Sivina kılıçlara yaklaşmak yerine uzaktan inceledi.

 

“Burada bunlara sahip olmak bizim başımıza dert açabilir.”

 

“Ama atılmayacak kadar değerli olduklarını düşünüyorum.”

 

Sivina biraz düşündükten sonra cevapladı.

 

“Elhaven’de de kiliseler olsa da orada çok da baskın değiller. Orada kılıçları daha rahat satarsınız.”

 

Elhaven, Sivina’nın memleketiydi. Haritanın güneyinde, anakaraya uzak El adasında yer alıyordu ve adanın içindeki ülkeler sıklıkla birbiriyle savaşırdı.

 

“Orada satabiliriz demek. Hmm...” Yu sol elini çenesine götürüp düşündü. “Ama Elhaven çok uzak.”

 

“Satmak için orada olmak zorunda değilsiniz. Genelde bahar sonları ve yaz başlarında Elhaven’den tüccarlar Rolderhelm ve İlonya’ya gelir. Elhavenli tüccarlarla iletişime geçip bunları satabilirsiniz.”

 

“Sence ne kadar ederler?”

 

“Belki bin altın, belki biraz daha fazla. Eğer gerçekten şeytanlara aitse böyle nadir şeyler kesinlikle bin altını bulacaktır. Direkt Elhaven’de satsanız daha pahalı olurdu tabii ama sorun kanıtlama meselesi. Bunu da büyücülere teyit ettirmeniz gerekebilir, Ana gibi her büyücü bunlardaki karanlığı sezecektir.”

 

“Daha pahalı olmasını umuyordum.”

 

“Virgo’ya vardığımız zaman iletişime geçecek tüccarlar aramam gerekecek. Bin altın da iyi para.”

 

Kılıçların gizlendiği çukurun kapağını kapattı ve çevredeki karları ayağı ile kapağın üzerine iterek kamufle etti. Bunların davetsiz misafirler tarafından bulunması hoş olmazdı.

 

Kılıçları gösterdikten sonra arabalarına doğru ilerlerken Yu uzun zamandır konuşmak istediği konuyu konuşma zamanının geldiğini düşünüyordu.

 

Aslında konuyu buraya gelirken açacaktı ama ikisi de utandığından vagondayken konuşmamıştı.

 

“Sivina, Ana ile olan eğitiminiz nasıl gidiyor?”

 

“Kılıç eğitimi mi?”

 

“Onu eğittiğin başka bir konu var mı?”

 

“H-Hayır.” Çadırların arasından geçerlerken iki kız da yüzünü eğmişti. “İyi gidiyor, Ana iyi bir öğrenci.”

 

“Ortalama düşmanlarla savaşabilirim,” dedi Ana.

 

“Güzel.”

 

Çadırların bulunduğu alanı geçip meydana vardıklarında Yu yürümeyi kesti. Onun duruşuyla Sivina ve Ana’da yürümeyi bıraktı.

 

Yu boğazını temizleyip kendini hazırladı, biraz sonra söyleyeceği şeyin ardından zorlu bir sürece başlayacaktı.

 

Bir kişiyi daha eğitmek ister misin, Sivina?”

 

“Kimi?”

 

“Beni.”

 

Rüzgâr kendilerine çarparken üçü de hiçbir şey demeden bekledi. Sivina önce öylece Yu’nun yüzüne bakmış, sonra da onu baştan aşağıya süzmüştü.

Fakat özellikle odaklandığı yer Yu’nun omzuydu. Kıyafeti üstünü kapattığından laneti göremese de orada kara bir lekenin olduğunu biliyordu.

 

“Cevabın ne?”

 

Sivina cevap vermeden düz bir şekilde Yu’ya bakmaya devam ettiğinde Yu elini kaldırıp salladı. Sivina onun elini tutup aşağıya indirdi ve yüzüne baktı.

 

“Sizi mi?”

 

“Olmaz mı? Kigaro bana bir kılıç verdi, onu nasıl kullanacağımı bilmek istiyorum.”

 

“Ama siz... Hastalığınız... Omzunuz...”

 

Yu bunlar yüzünden endişeleneceklerini zaten biliyordu ama kararlıydı. Hastalığını öne sürseler de istediğini alacaktı.

 

“Hem Yurine buna ne diyecek?”

 

“Onun için de sürpriz olacak.”

 

Yurine’ye henüz kılıç kullanmayı öğrenmek istediğini söylememişti. Eğitime başlayacağı zaman ona söylemeyi planlıyordu.

 

“Sizin durumunuz...” Sivina’nın bakışları Yu’nun omzundaydı. Yutkundu ve bir kâbusa benzeyen lanetten bahsetmeye çalıştı ama Yu konuşmasına engel oldu.

 

“Sen durumumu boş ver, ben gayet ciddiyim.”

 

“Ama vücudunuzda hiç mana yok,” dedi Ana.

 

“Yani?”

 

“Bay Valarfin, şövalyeler çocukluklarından beri eğitim alır. Ana bir büyücü ve vücudunda mana olduğu için geçtiğimiz sene başladığı eğitimle onlara yaklaşabilir ama aynısı sizin için geçerli değil. Mana ile kendinizi güçlendiremediğiniz sürece ancak bu ülkedeki sıradan askerler arasında ortalama bir seviyeye ulaşabilirsiniz.”

 

Söyledikleri Yu’nun bilmediği şeyler değildi. Hepsini düşünmüştü ve ulaşabileceği en iyi seviyenin ortalama olduğunun farkındaydı.

 

“Yine de istiyorum, lütfen bundan sonra Ana ile birlikte beni de eğit.”

 

“Ama-”

 

“Bu bir emirdir. Beni ortalama bir savaşçı yapacaksın.”

 

Onun üstü olarak otoritesini ortaya koydu ve reddedemeyeceği şekilde emrini verdi. Yu Valarfin sonsuza dek aciz kalmak istemiyordu.

 

“Bir gün Keder ve Neşe ile tekrar karşılaşacağız. O zaman geldiğinde savaşması gereken tek kişi ben olacağım.”

-------------------------

20.02.2022 – 00:00






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 46883 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr