Masada, Cornelia’nın karşısına oturması gereken kişi çadırdaki en üst konuma sahip olan Başak Kardinali Neko’ydu.
Ama onun yerine dikdörtgen masanın diğer ucuna oturan kişi Yu Valarfin isimli genç olmuştu. Başak Kardinali ve onun şövalyesi bu durumu olağan karşılasa da Cornelia ilk defa bir kâhya ile karşı karşıya yemek yiyordu ve bu normalde bir asilin kabul edeceği şey değildi.
Durumu çok daha tuhaf kılan şey ise Başak Kardinali’nin Yu Valarfin isimli kâhyanın kucağında olması ve ona yemek yedirmesiydi.
“Yu, ben senin elin olurum, endişelenme.”
Başak Kardinali’nin sözleri Cornelia’nın, kardeşi Cecilus’un ve en üst rütbeli komutanı Sör Devan Von Bishory’nin küçük dilini yutmasını sağladı. Söylemeye gerek yoktu ki hiç kimse kâhyasına karşı böyle bir bağlılık sergilemezdi.
“Gerçi, o adam çok şey...” Sadece içinden konuşuyor olsa da Cornelia düşüncelerinin devamını getirmeye utanıyordu. “G-Güzel... Sanırım...”
Cornelia gözlerini Başak Kardinali’nin kâhyasından alamıyordu. Yu Valarfin gördüğü en güzel adamdı. Onun ametist renkli gözlerine bakmak Cornelia için harika bir manzaraya bakmakla aynı anlamı taşıyordu.
“Teşekkür ederim, Yurine,” dedi Yu Valarfin. Ona, bilinen ismi dışında bir isimle seslenmişti.
Yu’nun sesi de büyüleyiciydi. Buraya ilk geldiğinde sesi karanlığa gömülmüş ve acı doluydu ama Neko ile bir araya geldiğinden beri sesine belli belirsiz bir neşe gelmişti.
Belki de Neko’yu gülümsetmek için böyle davranıyordu. Yine de durum ne olursa olsun sesi harikaydı ve Cornelia onun sesini daha fazla duymayı isterdi.
“Yu, aaa...” Neko, kaşığı kaldırdı ve Yu Valarfin’in ağzına doğru götürdü.
“O kadar da abartmana gerek yok.”
“Aaa!”
Yu Valarfin ağzını açtı ve Neko’nun istediği sesi çıkardı. Neko yemek kaşığını onun ağzına soktu.
Cornelia gözlerini alamadan onları izliyordu. Böyle bir manzara onun yanaklarını karıncalandırıyordu ama en son ne zaman gülümsediğini hatırlamayan Cornelia bunu nasıl yapacağını bilmiyordu.
“Saçmalık...” diye fısıldadı Cecilus.
“Sessiz ol, Cecilus.” Cornelia kardeşine fısıldayarak cevap verdi. Sesinde hiçbir sertlik yoktu.
Cecilus şaşkında döndü. Çocukluğundan beri ilk kez ablasının ona karşı kibar bir dille konuştuğunu duyuyordu. O kadar şaşırmıştı ki tepkisini bile vermekte gecikmişti.
“Ha?”
Cecilus ablasına baktı. Cornelia bunun farkında değildi ama beyaz yanakları da saçları ile aynı tona bürünüyordu.
“Tıpkı baba kız gibiler.”
Yu Valarfin’in gözlerinde kendi babasında hiç görmediği şefkat ve sevgiyi görüyordu. Cornelia parmakları ile masayı döverken yemeğini yemeyi bile unutmuştu.
“Hanımefendi.”
Sör Devan Von Bishory, Cornelia’nın solunda oturuyordu. Cornelia’nın Yu Valarfin’e nasıl baktığını görünce kıskandığı için yanaklarını ısırdı.
“Yemeğinizi soğutacaksınız.”
Cornelia göz ucuyla Sör Devan’a baktı. Otuzuna yeni girmiş olmasına rağmen siyah saçları önlerden seyrelmeye başlamıştı ve muhtemelen biraz daha yaşlandığında başının tepesi de kel kalacaktı.
Mavi gözleri Bishory ailesininkilerle aynı koyuluktaydı ama altında kırışıklıklar vardı. Çenesinde bir cücük bırakmıştı ve Cornelia bunun ona ne kadar az yakıştığını söylemek bile istemiyordu.
Astlarına karşı iyi ve adil olmaya çalışsa da en nihayetinde Cornelia’nın da düşünceleri vardı ve Sör Devan’ın çirkin bir adam olduğunu düşünüyordu. Yu Valarfin’in yüzüne bakmaksa Cornelia’yı ergenliğe yeni girmiş gibi hissettiriyordu.
“Gerçekten yemeğiniz soğuyacak.”
Sör Devan bunu söylediğinde anlamamıştı ama Sivina da aynı şeyi söyleyince Cornelia’nın aklına dank etti. Masaya oturduklarından beri Yu Valarfin’i seyrediyordu.
“Fark ettiler... Hepsi fark etti...”
Cornelia utanıyordu. Yu Valarfin ve Neko dışında hekes onun Yu Valarfin’i seyrettiğini fark etmişti.
“Ne olacak ki? Arada sırada dalmak her insanın başına gelir...”
Sivina, Cornelia’ya kısık gözler ve buruk bir gülümseme ile bakıyordu. Yemeğinden bir kaşık alırken ona bakmayı kesti.
Cornelia soğumaya başlayan yemeğinden bir kaşık aldı. Yemeği soğusa da Cornelia’nın göğsü bunu görmezden gelmesini sağlayacak kadar ısınmıştı.
Yemek yerken bile göz ucuyla sürekli Yu Valarfin’e bakıyordu. Onun bembeyaz yüzünün her hattını çoktan ezberlemişti ama daha fazla bakmak istiyordu.
“Bu ne zaman son bulacak?”
Cecilus’un bir fareyi andıran cırtlak sesi Yu Valarfin ve Neko’nun hareketlerini aniden kesmesine sebep oldu. İkisi de gözlerini Cecilus’a diktiğinde Cecilu yutkundu ve Cornelia onun dizlerinin titrediğini gördü.
“Sessiz olmanı söyledim,” dedi Cornelia. Ömründe ikinci kez kardeşine karşı nazik bir ses tonuyla konuşuyordu ve ilki birkaç dakika önce yaşanmıştı.
Cornelia eğer cevap vermeseydi masada nasıl bir gerginliğin çıkacağından habersizdi. Kardeşinin sustuğunu düşünerek yemeğine geri döndü. Yu Valarfin’in de yemeğine geri dönmesini umuyordu, böylece o fark etmeden yüzünü biraz daha izleyebilirdi.
“Kuşatma hakkında konuşmamız gerekiyor.”
“Sessiz ol dedim!”
Cornelia kardeşine vurmak için elini kaldırmak üzereydi ki bağırdığını fark etti ve misafirlerinin, aslında Yu Valarfin’in karşısında ona vurmamak için masanın kenarını sıktı.
Cornelia her zamanki hâline dönünce Cecilus yine korktu ve çenesini kapadı. Cornelia onun sızlanmasına dayanamıyor ve Yu Valarfin’e kötü bir izlenim vermek istemiyordu ama Cecilus başka türlü laftan anlamayan bir çocuktu.
“Özür dilerim.” Cornelia, Yu Valarfin’in onu ayıplayacağından korkarak gözlerini eğdi. İlk kez birisinin karşısında böyle bir pişmanlık duyuyordu.
“Özür dilenecek bir şey yok, hanımefendi.” Sör Devan yemeğini çoktan bitirmişti. “Kuşatma hakkında konuşmamız gerekiyor.”
“Bishory haklı.” Yu Valarfin ve Neko da yemeğini bitirmişti. Yu önce Neko’nun ağzını sildi sonra da kendisininkini. “Ben de kuşatmayı konuşmak istiyorum.”
“Ö-Öyl-öhm...” Kekelemeye başladığını fark edince başkalarının kekelediğini anlamaması için sahteden öksürdü. Su içerken kendini sakinleştirmeyi deniyordu. “Öyleyse konuşalım.”
Cornelia masada yemeğini bitirmemiş tek kişi olduğunu gördü. Gerçi diğerleri tabaklarındaki yemeği yerken o, gözleriyle Yu Valarfin’i yemişti.
“Peki, ne yapacağız? Sizin buluşmanızı bölmek istemesem de herkes bunu merak ediyor.”
Konuşan kişi masanın son konuğu, Neko’nun muhafızlarının lideri olan Kigaro isimli bir yarı aslandı. Cornelia birkaç defa elf ve dev görmüştü ama ilk kez onun gibi bir canlıyla karşılaşıyordu.
“Neden ne yapacaklarını ona soruyor ki? Sivina da o olmadan işler yürüyemeyecekmiş gibi davranıyordu. Neko da o gitti diye kendini öldürmeye çalışmış...”
Yu Valarfin tam olarak kimdi? Neden tüm ipler onun elindeymiş gibi duruyordu?
“Cornelia.”
Yu Valarfin’in sesi Cornelia’nın kalbini hoplattı. Yalnızca ismini kullanmıştı, bu sıradan insanların yapamayacağı bir şeydi ama ismi ağzına o kadar yakışmıştı ki Cornelia onun tekrar ismini anmasını arzulamıştı.
“Düşes demeli miyim?”
“G-Gerek yok. İsmim yeterli.”
Ona sadece ismiyle seslenenler sadece annesi ve babasıydı. İlk kez bir kişinin sadece ismini kullanmasına izin veriyordu ve bunu neden yaptığını bilmiyordu bile.
“Zaten ablam düşes değil, babamın varisi olarak ben düküm.”
Cornelia kabul etmek istemese de babası varisi olarak Cecilus’u göstermişti. Babası öldüğüne göre veraset artık değişemezdi. Cornelia ne yapması gerektiğini bilmiyor ve Yu Valarfin karşısındayken ne yapması gerektiğini düşünemiyordu.
“Öylesindir tabii...” Yu Valarfin, Cecilus’a bakmaya zahmet bile etmemişti. “Mevcut durum hakkında bilgilendirildim. Şehri fethedecek kuvvetten yoksunuz ve üstümüze gelen bir düşman ordusu var. Kaçmazsak kapana kısılacağız.”
Yu Valarfin’in sesi, kelimeleri ve o kelimeleri telaffuz ediş şekli Cornelia’nın kulaklarını hatta ruhunu okşuyordu.
“Tepeyi karargâh olarak kullanmak en mantıklı seçim olmuş. Burada bir savunma yapabiliriz.”
Yu Valarfin’in teni tamamen pürüzsüzdü ve vücudunun şekli, sanki uzun yıllar emek vererek ustalık kazanan bir heykeltıraş tarafından ustalık eseri olarak yapılmış gibi gözüküyordu.
“Savunma, bu durumda yapılabilecek tek şey.” Sivina başını sallayarak Yu Valarfin’i onayladı. “Düşman gelmeden önce şehri ele geçirmemiz mümkün gözükmüyor.”
Cornelia konuşulanları duyuyor ama duydukları bir kulağından girip diğer kulağından çıkıyordu.
Yu Valarfin’in gözleri gördüğü en güzel gözlerdi. Gözleri zarafetin ve büyüleyiciliğin olabilecek en estetik kombinasyonu, morun en güzel tonu olan ametist rengindeydi. Onun gözleri öylesine muhteşemdi ki Cornelia utanıyor olmasaydı kendi gözlerini bir an bile olsun onun gözlerinden ayırmazdı.
“Buradan bakılınca surlar anlatılanlardan daha güçlü gözüküyor. Kuşatma aletlerimizin de bir kısmını kaybettik. Üstümüze bir ordu geldiğini de biliyordum ama yalan söylemeyeceğim... Durumumuzun bu kadar kötü olacağını düşünmemiştim.”
Yu Valarfin, Neko’nun saçlarıyla oynarken durumları hakkında konuşuyordu. Cornelia hâlâ onu izliyordu.
“Haklısın. Eğer şehri ele geçirip düşmanı şehrin içinde karşılasaydık belki bize saldırmayı bile denemeden geri çekilirlerdi. Şu anki durumumuzla Link ve Ana destek kuvvetleri getirmeden kazanmamız için bir mucize yaşanmamız gerekecek.”
Sivina, Cornelia’nın bilmediği isimlerden bahsetmişti.
“Bir mucize...” Yu kederliydi.
“Senin suçunuz değil. Aslında buraya geldiğimde ben de şaşırdım, Link’in getirdiği raporlarda kuşatmanın o kadar da kötü gittiği yazmıyordu. Tüm planımızı o raporlara göre yaptık.”
“Link’den şüphelenmek istemiyorum,” dedi Yu. “Belki o da yanlış bilgiler almıştır. Gerçi kuşatmanın berbat bir durumda olduğunu yazsaydı bile bundan fazlasını yapamazdık.”
Tüm konuşma boyunca Cornelia, Yu’nun gözlerine baktığı için anlatılanların dışında kalmıştı. Siyah kirpikleri uzundu ve konuşurken gözlerindeki bakış güven vericiydi.
“Şu anda da getirdiğimiz birliğin içinde hainler olabilir mi?”
“Belki öyledir, Sivina. Eğer varsa onları bulmaya çalışacağım ama şimdi yapmamız gereken şey geri mi çekileceğiz yoksa burada mı kalacağız diye karar vermek. Eğer burada kalır ve düşman gelmeden şehre saldırmayı denersek ordumuz erir. Düşman geldiğinde de bizden güçlü olacak, bu durumda herhangi biri geri çekilmek gerektiğini savunacaktır.”
Cornelia, Yu’nun dediklerinin önemli şeyler olduğunu biliyordu ama bir türlü odaklanamıyordu.
“Fakat ne onun kaçmak istediğini düşünüyorum ne de ben kaçmak istiyorum. Benim önerim tepeyi savunmaya uygun bir hâle getirip düşmanın gelmesini beklemek ve bize saldırdıklarında savunma yapmak. Destek kuvvet gelmeyeceğini varsayarak konuşuyorum, düşmanı eritene ve bir karşı saldırı yapmaya uygun duruma gelene dek tepenin üzerinde savunma yapacağız. Sen ne düşünüyorsun?”
Yu’nun ametist rengi gözlerini daha yakından görebilse nasıl olurdu? Ya da sesini kulağının hemen yanından duyabilse? Peki ya tam o esnada Yu, Cornelia’nın ismini fısıldasa? Acaba teni, tenine değdiğinde nasıl hissederdi?
“Cornelia?”
Yu’nun tekrar adını anmasıyla Cornelia yine kalbinin titrediğini hissetti. Tüm konuşmanın dışında kaldığının farkındaydı. Masadaki herkesin, Cornelia’nın konuşma boyunca Yu’yu izlediğinin farkında olduğunun da farkındaydı.
Cornelia bir anda nasıl böyle birine dönüştüğünü anlayamıyordu.
“Evet?”
Herkes ona bakıyordu ama konuşmanın dışında kaldığı için ne diyeceğini bilemiyordu. Söyleyecek bir şeyler ararken parmakları ile masayı dövüyor ve çıkan ses tüm çadıra yayılıyordu.
“Öhm...” Sör Devan, Cornelia’nın dalgınlığını fark edince söz aldı. “Üzerimize bir ordu geliyor ve onlar gelmeden önce şehri alamayacağız. Kâhya,” bu kelimeyi bir avamı aşağılar gibi söylemişti, “Tepede bir savunma hattı kurmamızı öneriyor.”
“Evet, bundan bahsediyorum.” Yu Valarfin, Sör Devan’ın aşağılayıcı tavrına hiç takılmadı. “Tepenin çevresine hendek kazacak ve bir sur ile çevireceğiz. Düşman bizim zayıf olduğumuzu düşünüp üzerimize saldıracak ve biz de onları, bir karşı saldırı yapma fırsatı elde edene kadar eriteceğiz.”
Odaklanması zor olsa da planı anlayabilmek için elinden geleni yaptı. Yu Valarfin cümlesini bitirdiğinde daha önceden düşündüğü planı önerdiğini gördü.
“O da tıpkı benim gibi düşünüyor...”
Cornelia nefesini tuttu, gözlerini kapadı ve zihnini boşaltmayı denedi. Nefesini verip gözlerini açtığında herkes ona bakıyordu. Yani, normalde de insanlar ona bakardı ama bu sefer Yu Valarfin doğrudan onun gözlerine baktığı için utanmıştı.
“Düşman iki katımıza eşit ya da daha fazla olacak. Belki üç, belki dört...” Yu’ya baktığı sürece üzgün konuşamayacaktı. Konuşabilmek için düşünüyor gibi yaptı ve çenesini ellerinin üzerine koyarak masaya bakmaya başladı. “Bize birkaç kez saldırırlar, konumumuz güzel olduğundan savunmayı başarabiliriz ama biz de eririz. Bizi saldırmak yerine tepeyi kuşatıp öylece bekleyeceklerdir ki ben olsam muhtemelen böyle yapardım. Herhangi bir yardım alacağımıza inanmıyorum, burada açlıktan ölebiliriz.”
Sonunda konuşmayı başardığı için kendisiyle gurur duyuyordu. Diğerleri bunu bilmiyordu tabii ama Cornelia için Yu’nun karşısında konuşmak kılıç ile dövüşmekten daha zor olmuştu.
“Sonsuza dek savunmada kalmayacağız ve bize saldırmayıp açlıktan ölmemizi bekleseler bile bir planım daha var. Aslında, asıl planım bu.”
“Seni dinliyorum.”
Ona sen diye hitap ediyordu, neden bu bile Cornelia’nın yanaklarını ısıtıyordu?
Yu Valarfin sustu. Cornelia neden sustuğunu anlayamıyordu ama o konuşmayı kestiği için bir anlığına kalbinin delindiğini hissetti. Neyse ki bu his uzun sürmedi, Cornelia başını kaldırıp sesini tekrar duymak için yalvarırcasına bakmaya başladığında Yu Valarfin konuştu.
“Burada anlatmanın doğru olacağını düşünmüyorum.”
“Anlıyorum.” Sivina durduk yere Yu’nun elini tuttu. Cornelia bu manzara karşısında kalp krizi geçirebilirdi.
“Neden? Onlar arasında bir şey yoktur, değil mi? Yoktur... Olmasın lütfen... Olmasın...”
Neko, Sivina’nın kolunu tutup onu Yu’nun elinden uzaklaştırdığında Cornelia’nın göğsünün içindeki kuşlar da sevinçle kanat çırpmaya başladı.
“Burada kime güvenmediği öğrenebilir miyim, kâhya?” diye sordu Sör Devan.
Cornelia da Sör Devan da burada güvenilmez tek bir kişi olduğunu biliyordu ama Sör Devan, Yu Valarfin’in Cecilus cevabını veremeyeceğinin farkında olarak sordu.
Bunu sadece onu zor durumda bırakmak istediğinden yapmıştı ve Sör Devan’ın bu acınası hareketi Cornelia’yı sinirlendirdi.
“Eğer baş başayken anlatmak istiyorsa bu anlaşılabilir, Sör Bishory. Bu yüzden onu suçlamaya gerek yok.”
Cornelia, Yu bir cevap vermeden önce araya girdi.
Yu Valarfin’in Cecilus’a güvenmemesini anlayabilirdi, belki Cecilus ile birlikte Sör Devan’a da güvenmiyordu.
“Fakat onların bizim planlarımızı düşmana ileteceğinden mi korkuyor?”
Cornelia düşündü. Düşünmekte hâlâ zorlanıyordu ama mesele kendi evi olduğu için düşünmek zorundaydı.
Cecilus çok kolay bir şekilde Vermia’yı kaybetmişti. Corelia ona nasıl kaybettiğini sorduğunda karşısındaki ordudan korktuğunu ve eğer teslim olursa düşmanın ona, Vermia ailesinin makamını koruyacağı sözünü verdiğini söylemişti.
Fakat böyle bir şey olmamıştı. Şehrin içindeki ordu rehin alınmış ve Cecilus küçük bir grup ile şehirden kaçıp Andromedia’ya sığınmıştı.
“Senin dediğin gibi olacak,” dedi Yu Valarfin’e. Burada kalmaları durumunda en mantıklı seçeneğin bu olduğu konusunda herkes hemfikirdi. “Tüm tepenin etrafını hendek ve surla çevrelemek ne kadar sürecek?”
“Çevre köylerde hâlâ insanlar var mı? Eğer varsa hepsi buraya gelsin. İki hafta içinde sur çekecek ve surun önüne hendek kazacağız. Tepedeki otların yolunmasını ve üzerlerinin toprakla kapatılmasını istiyorum. Tepeye de sağlam çukurlar kazmak gerek, eşyalarımızı çukurlara koyacağız ve askerler de orada uyuyacak.”
“Neden bunu yapacağız?” diye sordu Cornelia.
“Bizi ok yağmuruna tutacaklar, okların ucunu yakmak da son derece makul bir seçenek. Otlar ve çadırlar alev alabilir ve içme suyunu alevleri söndürmek için harcayamayız. Mancınıklar ile atabilecekleri kayaların çukurlarımızı çökertmemesi için çukurları da ekstra sağlam yapmalıyız.”
Cornelia ekstra kelimesinin anlamını bilmiyordu ama başını sallayarak onu onayladı. Sonuçta sağlam yapmaları gerektiğini anlamıştı.
“Şehrin surlarının altına tünel kazıp surları yıkmayı denediniz mi?”
“Evet ama buradaki toprak sert ve şehirle aramızdaki mesafe biraz uzun, bu ikisi işi zorlaştırıyor. Tabii bu başarısızlığımızın arkasındaki sebep değildi. Karşı taraf tünel kazdığımızı fark etti ve tüneli çökertti.”
“Nasıl yaptılar ki bunu? Neyse...” Yu bir bardak daha su içti. Çok fazla su içiyordu. “Surları mancınıklarla çökertmek zor olacak, yerin altından çökertmemiz gerek. Roaronlar bu konu da yardımcı olabilir, değil mi Kigaro?”
Kigaro sadece başını aşağı yukarı sallayarak evet dedi.
“Anlıyorum, haklısınız,” dedi Cornelia.
“Yarın gemileri Aqua’ya geri göndereceğiz, Link’in getireceklerine ihtiyacımız var. Özellikle Ana bize lazım, mancınıklar ile fırlatacakları kayalar konusunda yardımına ihtiyacımız var. Yurine ile birlikte havadaki kayaları parçalamalılar. Ayrıca büyücülerin varlığını gördüklerinde bu, düşmana korku salacaktır.”
“Ejderha...” Masadan endişeli bir ses çıktı ve çıkan sesin sahibi Sivina’ydı. “Ama ejderha...”
“Onunla bir anlaşma yaptım, dostlarıma saldırmayacak...” Yu Valarfin bunu derken kendinden emin değildi. “Yani... En azından ‘dostlarıma’ saldırmayacağını onayladı.”
***
Yemekteki toplantının ardından Cornelia askerlerine gerekli emirleri derhal vermiş ve onlar çalışmaya başlarken kişisel çadırına dönmüştü.
Cornelia’nın yanında Luna vardı. Sarışın yarı elf kızı hasta babasıyla ilgilenmesi için görevlendirmişti ama babası öldüğüne göre artık Cornelia’nın yanında olacaktı.
“Hanımefendi, mutlu gözüküyorsunuz,” dedi Luna.
“Öyle mi? Bence her zamanki gibiyim.” Aynadaki yansımasına bakan Cornelia da her zamanki hâlinden farklı olduğunu biliyordu. Yanakları yumuşamıştı.
Parmaklarını galibarda rengi saçlarından geçirirken kendini izliyordu. Kendi gözlerine baktığında aklına Yu Valarfin’in gözleri geldi ve Cornelia yıllar sonra ilk kez gülümsedi.
Kendi gülümsemesinin neye benzediğini bile unutmuştu. Şaşkınlıkla aynaya yansıyan dudaklarına bakarken Luna konuştu.
“Sizi gülümserken görmek, bu şerefe nail olduğum için çok mutluyum.” Aynada Luna’nın da yansımasını görüyordu ve kız gerçekten de mutlu bir şekilde Cornelia’ya bakıyordu. “Ayrıca kızlar genelde birinden hoşlandığı zaman saçlarıyla ilgilenmeye başlar.”
Luna haylazca gülümsedi, dedikodu yapmak isteyen genç bir kızdı.
Cornelia hislerinin kolayca anlaşılmasıyla gözlerini kapattı ve böyle yaparsa Luna’nın onu göremeyeceğini düşündü. Tabii ki de saçma bir düşünceydi.
“Altı üstü saçıma dokundum, her şeyin altında anlam aramaya gerek yok.”
“Siz nasıl isterseniz, hanımefendi,” Luna gülümseye devam etse de bir yandan Cornelia ile eski günlerdeki gibi konuşamadığı için üzgündü.
Eskiden Cornelia ile Luna birbirlerine arkadaşlık eder ve konuşurlardı ama Luna’nın, Cornelia’nın babasının yanında geçirdiği süre aralarını açmıştı.
Cornelia gözlerini tekrardan açtığında kendi galibarda rengi gözlerini inceledi. “İnsanlar bu gözleri beğeniyor mu?” diye sordu kendine. Aslında diğer insanların değil de Yu Valarfin’in beğenip beğenmediğini merak etmişti.
Sonuçta Cornelia, Yu'nun gözlerine ilk görüşte hayran kalmıştı.
İlk kez yaşadığı hisler aklını başından almıştı. Kendini oyalayacak bir şeyler bulmazsa onu düşünmeye devam edecekti ve onu düşündükçe göğsü karıncalanacak, en sonunda saçma bir sebep uydurup onu görmek için yanına gidecekti.
Askerlerin çalıştığını görmek için çadırından çıktı. Uykusu gelene kadar tepede dolaşacak ve insanların işini yaptığından emin olacaktı. Ancak bu şekilde kendini oyalayabilirdi.
-------------------------
02.03.2022 - 20:00
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..