Üzerlerine fırlatılan ilk kaya küçük parçalara ayrılıp yere düşerken yanındaki çocuğun kustuğunu duydu.
Sadece kusmuyordu, bir de onun ayağına koşuyordu ki kusmuğun ekşi kokusu ile birleşince durum daha da fena bir hâle bürünüyordu.
Ama her ne kadar iğrenç bir manzara olsa da bunu sorun edebileceği bir anda değildi. Aksine bu olay, bugün endişelendiği son şeydi.
Hanımefendi Cornelia’ya, Kardinal hazretlerinin gümüş saçlı şövalyeyi azarladığını söylediği için falakada dövülen ayakları titriyordu ve bunu, çocuk ayağına kustuğunda fark edebilmişti.
“Tanrım gazabını kâfirlerin üzerine sal, tanrım gazabını kâfirlerin üzerine sal, tanrım gazabını kâfirlerin üzerine sal!”
Hemen sağında duran çocuk, Tanrı Azer’e dua ediyordu. Kâfir dediği kişiler ise surların dışında durup onlara kayaları fırlatan düşman askerleriydi.
Onlar tanrıya savaş açan Yu Zao’nun askerleriydi ve hiçbir şekilde merhameti hak etmiyorlardı.
Üzerlerine düşen birkaç kaya daha parçalandı. Bazı kayalar olduğu gibi surların önüne düşüyor, surlara ya da üzerlerine isabet edecek kayalar havada parçalara ayrılıyordu.
En azından çoğu parçalanıyordu diyebilirlerdi. Sihirli fırtınanın parçalamadığı bir kaya başının üstünden geçti ve arkasındaki çocukların üstüne düştü. Çığlıklar miğferinin ardında saklanan kulaklarına ulaşıp, omurgasını titrettiğinde kasıklarının ısındığını hissetti, altına işiyordu.
“SIHHİYE! SIHHİYE!”
Henüz sesi bile kalınlaşmamış bir çocuk, kaya tarafından ezilen diğer çocukları hayatta tutabilecek sıhhiyeleri arıyordu ve bu esnada o, kafasını çevirip arkasına bakmaya korkuyordu.
Çocuk. Bu birlikte yer alan bin kişinin en küçüğü on dört, en büyüğü on yedi yaşındaydı. O da on beşine yeni girmişti ve normalde onun yaşındakiler evlendirilirken o, yalnızca bir çocuk olduklarını henüz fark ediyordu.
Onlar hayatları boyunca yaşadıkları köyden on kilometre bile uzaklaşmamış çocuklardı ve şimdi köylerinden çok uzağa gelmişlerdi.
Bir başka kaya parçalandığında parçaları üzerlerine düştü. Yüzlerine isabet etmemesi için başlarını eğmiş ve önlerindeki büyük dikdörtgen kalkanların araksına saklanmayı denemişlerdi.
Eğimli bir yüzeye sahip krmızı kalkanlar o kadar ağırdı ki zayıf kolları hayatta kalmak için en çok ihtiyacı olan şeyi kaldırmakta güçlük çekiyordu.
“Anne…” diye fısıldadı biri. “Anne, neden beni gönderdin ki?”
Sesin sahibi hemen önündeki bir başka çocuktu. Onu tanıyor, ismini biliyor ve onunla aynı köyde yaşıyordu.
Annesinin neden onu buraya gönderdiğini de çok iyi biliyordu. Tıpkı kendi babasının onu buraya gönderdiği gibi karşısındaki çocuğun annesi de onu aynı sebepten ötürü buradaki cehenneme göndermişti.
Para için.
Andromeda Kilisesi yalnızca Virgo Şehri’ni ve o şehrin de yalnızca zengin kısmını görmek istiyordu.
Ama şehirdeki bir kesim zengin bir hayat yaşayıp Bahar Festivali gibi festivallerde eğlensin diye şehrin etrafında yaşayan köylüler daima görmezden geliniyordu.
Bu dün de böyleydi, gelecekte de böyle olacaktı.
Onlar günün sonunda kazandıkları parayla bir tavuk bile alamıyordu. Böyle olunca da Yu Valarfin’in, yani bu orduyu kuran kişinin verdiği birkaç gümüş ailelerinin gözünü boyamış ve onları, diğer kardeşlerine bakabilmek için orduya vermişlerdi.
“Lanet olsun, lanet olsun…” İdrarı dizlerinden aşağıya inip paçalarından dışarı akıyordu, bir kısmı da çizmelerine girmişti.
Burnuna gelen sidik kokusu yoğunlaştığında tek işeyenin kendisi olmadığını anladı. Arkasında, önünde ve yanında da altına kaçıranlar vardı.
Bir de bu kokuya bok kokusu ekleniyordu ki onlar durumu yalnızca daha vahim hâle sokuyordu.
Dualar, sevilen kişilerin isimleri, küfürler, arkasındaki ölmek üzere olan kişilerin inleyiş ve feryatları, fırtınanın sesi, parçalanan kayaların patlaması, tutulamayan osuruklar o kadar fazlaydı ki insanların güldüğü bir dünya hiç var olmamış gibi hissediyordu.
“Kalkanları kaldırın!” diye bağırdı bir kadın.
Bu sesi tanıyordu, Hanımefendi Cornelia’nın sesiydi. Onu görmese de insanları titreten gür sesini net bir şekilde işitebiliyordu.
Cornelia’nın sesinin ardından bir başka ses daha duydu. Bu yeni ses, bir erkeğin mırıltısı ile rüzgârın çıkardığı ıslığın birleşimiydi.
Ondan kalkanını kaldırmasını istemişti ama o en fazla elli kiloydu ve kolları, kalkanını kaldırabilecek güçten yoksundu. Bu yüzden mızrağını dışarı çıkardı ve eğilerek kalkanının arkasına saklandı.
Çok uzun olmayan bir sürenin ardından, bir mırıltıyı andıran ses arttı, arttı ve arttı. Her yeri kırmızıya boyayana dek artmaya devam etti ve surlarına çarpıp yok olduğunda etrafı yeni sesler kapladı.
“BABA!”
“ANNE!”
“TANRIM!”
Birliğin ortasında olduğu için surun önündekilerin başına neler geldiğini bilmiyordu ama buraya ulaşan feryatlarından anladığı kadarıyla hiç de iyi şeyler yaşamamışlardı.
Hemen yanında, kalkanını kendisiyle birleştirmiş çocuğa baktı. Az önce ayağına kusan çocuk şimdi gözyaşı ve sümükler eşliğinde ağlıyor, burnundan çıkan sümük annesinin adını sayıklayan ağzından içeri giriyordu.
Elinde tuttuğu mızrağı sürekli sallanıyordu ve paçalarından düşen bokun kokusu birkaç metrelik alanı kaplıyordu.
“Anne beni kurtar… Beni kurtar…” Kelimeler titreyen dudaklarından çıkarken ağlamaya devam ediyordu.
Her ne kadar bunun mümkün olmadığının farkında olsa da köyünde bıraktığı annesine yalvarmak dışında hiçbir şey yapamıyordu.
“KALKAN DUVARI!” Nerede olmadığını göremediği Hanımefendi Cornelia’nın sesi dört bir yönden de geliyor gibiydi.
O bağırdıktan hemen sonra mırıltıya benzer ses ikinci kez duyuldu. Bu sefer surlara çarpmak yerine, öndeki birliklerin oluşturduğu kalkan duvarına çarptı.
İki yüz kişilik birlikler ayrı ayrı duruyordu ve önde duran çocuklar, onun bulunduğu yerdeki çocuklara göre daha güçlüydü. Yine de gelen şey onlara çarptığında her yer bir kez daha kırmızıya bulandı.
Nasıl olduğunu bilmiyordu ama şu anda yerde yuvarlanıyordu.
Bir süre boyunca yerde yuvarlandı. Vücudu yerde dönerken bunun ileride durup savaşmaktan daha iyi olduğunu düşünüyordu.
Yuvarlanması, sırtı bir su birikintisinin içine girene dek sürdü. Su birikintisine girdikten sonra ensesinden girip aşağıya inen sıcak sıvıyı hissetti.
Kulaklarının çınlaması dışında hiçbir şey duyamıyordu. Etrafında kırmızı parıltılar vardı ve arada sırada birileri onun üstünden atlıyordu. Hareketlilik en üst safadaydı ama etrafta hiçbir şekilde ses yoktu.
Konuşmak ve haykırmak istedi ama ağzını açtığında ciğerlerinden yükselen hava dışında hiçbir şey çıkaramadı.
Bir kişi onun üstüne basıp soluğunu kestiğinde ne yaşandığı konusunda hiçbir fikre sahip değildi. Bir başkası onu omuzlarından tutup havaya kaldırdı, tüm kemikleri sızlıyordu. Yavaşça arkasını döndüğünde hiç kimseyi görmedi.
“#########!” Bir çocuk onu omuzlarından tutup çevirdi ve bağırdı.
Sesini duyamadığı için ne dediği hakkında hiçbir fikri yoktu ama kızgın ve korkmuş olduğu belliydi. Elini kaldırdı ve parmağı ile az önce bulundukları yeri işaret etti.
Yüzlerce kişi orada toplanmış ve hilal şeklinde bir kalkan duvarı oluşturmuştu. Hanımefendi Cornelia, onun daha önce benzerini görmediği devasa bir kertenkelenin üzerinde, kalkanların arkasında koşup bağırıyordu.
“###!” Çocuk onu sarsmaya devam ederken tekrar bağırdı. “#####!”
Boş gözlerle ona baktığı için sinirlenmişti. Kafasına bir tane vurup kendine getirmek için elini kaldırdı ama sonra çatılmış kaşları normale döndü ve sertleşmiş yanakları gevşedi.
Kan tükürdü, onun da gözlerine boş bir bakış yerleşti. Öylece yere düşüp kendi kanında boğulmaya başladı.
“-NIN! HA- LANIN! HAZIRLANIN!” O çocuğa ne olduğunu anlamamıştı ki işitme kabiliyeti geri geldi ve duyduğu ilk kelimeler Hanımefendi Cornelia’ya ait oldu. “MIZRAKLAR DIŞARI!”
Kalkan duvarının olduğu yere tekrar baktı. Ağaçtan yapılmış surların küçük bir kısmı yıkılmıştı ve rinolara binmiş süvariler yıkılan kısma doğru hücum ediyordu.
“MIZRAKLAR DIŞARI!” diye bağırdı tanımadığı bir adam. Sonra başka erkekler de aynı sesi tekrar etti.
Kim olduğunu bilmediği bir başka çocuk onun koluna girdi. Ona bakmayı bile düşünmedi ve birlikte kalkan duvarına doğru koştular.
İkisinin de kalkanı yoktu ama fark etti ki hâlâ mızrağını elinde tutuyordu.
Gerçi istese de mızrağı bırakma şansı yoktu çünkü parmakları kenetlenmişti. Onları hareket ettiremiyor, mızrağı elinden atamıyordu.
Kalkanların arkasına geçtiler ve mızrakları aralardan dışarı uzattılar, ardından eğildiler.
Eğildiği için bir şey göremiyordu ama önündeki çocuk üzerine düşerken mızrağının sert bir şeyi deldiğini hissetmişti.
“AYAĞA KALKIN!” diye bağırdı cılız bir sese sahip genç bir erkek. Onun sesi şimdiye dek duyduğu diğer seslerden daha inceydi.
Emre uymayı ve ayağa kalkmayı isterdi ama bu pek mümkün gözükmüyordu çünkü üzerine binen ağırlık nefes almasını engelleyecek kadar fazlaydı.
Üstünde kendisi ile aynı orduda olan başka bir çocuk, onun on beş kiloluk kalkanı ve sürekli üzerlerine basarak geçen, kim ya da ne olduklarını görmediği şeyler vardı.
Bu hâldeyken ayağa kalkması imkânsızdı.
“AYAĞA KALKIN OROSPU ÇOCUKLARI!”
Bir düşman kılıcı, onun görebileceği bir açıdan inip üstündeki çocuğun yüzüne saplanırken birisi tekrar ayağa kalkmalarını emrediyordu.
Nedenini bilmediği bir şekilde üzerindeki ağırlık, çocuğun ölmesinden sonra kalktı ve nereden bulduğunu bilmediği bir güçle üstündeki ölü çocuğu itti.
Şimdi ayağa kalkabilirdi. Önce kalçasının üstünde doğruldu, sonra kırıldığını bile fark etmediği mızrağını tutmaya devam ederken ayağa kalkmayı denedi.
Ama başaramadı, yere düştü.
Neden düştüğünü anlamadığı için tekrar kalkmayı denedi ve tekrar düştü. Ne olduğunu anlamadan buna birkaç kez dvam etti.
“Ah…” Üzerlerine taşlar yağmaya başladığından beri ağzından çıkan ilk sesti. Sürekli sağ tarafa düştüğünü fark ettiğinde çıkarmıştı bu sesi.
Normalde sağ bacağının altında da bir ayağın olması gerekiyordu ama şu anda yoktu. Nasıl kaybettiğini bile bilmiyordu ama ayağı olması gereken noktada, bileği ile bacağına bağlanması gereken yerde değildi.
Onun yerine oradan doluca kan akıyordu. Hissedemiyordu.
“Ayağımı gördün mü?” diye sordu bir anda üstünde beliren şövalyeye.
Şövalyenin gümüş zırhının üstündeki kızıl ejderhayı görebilseydi bile onun bir düşman askeri olduğunu anlayabilecek hâlde değildi.
Şövalye mızrağını kaldırdı ve boğazına sapladı.
***
Sıradan günlerde beyaz bir üniforma giyiyordu ama bugün üzerinde saçları ile aynı gümüş tonda hafif bir zırh vardı.
Yalnızca beline kadar inen deniz yeşili pelerinin üstünde gümüş renginde bir kuğu figürü bulunuyordu ve bu cehennemvari alanın içindeyken bile hareketleri, bir kuğunun hareketleri kadar zarifti.
Bineğini kaybetmiş olsa bile savaşmaya devam ediyordu. Şekil olarak bir meçi andıran ancak çeliğinin eni herhangi bir meçten daha geniş olan kılıcı, bir düşman askerinin başını koparırken bir başka askerin kılıcını bileğindeki çelik ile savundu.
Arkasından savrulan bir kılıcın varlığını hissedip eğildiğinde kafasına taktığı miğferin kuğu başı şeklindeki süsü savrulan kılıç tarafından koparıldı.
Sivina öne atladı ve aynı anda başına inen iki kılıcı da kendi kılıcıyla engelledi. Çevikliğine şaşıran askerlerin boşluğundan faydalandı ve belinden çıkardığı hançeri birinin boğazına sapladı.
Rakipleri plaka zırh giymiyordu ve başın hareketini engellememek için giydikleri zırhların boğaz bölümü de boştu. Yani bir hançerin saplanması için idealdi.
Rakiplerinden biri yere düşerken hançeri çıkardı ve diğerine savurdu. Ölen yoldaşının aksine bu asker daha çevikti, bir adım geriye çekildi ama bu ölmesine engel değildi.
Başak Katedrali askerlerinden biri boynuna mızrağını saplayınca ağzına gelen kanı Sivina’nın yüzüne tükürürek can verdi.
Onu öldüren asker henüz bıyıkları yeni çıkmaya başlamış bir çocuktu. Kollarındaki güç mızrağı geri çıkarmaya yetmedi ve mızrağını bırakarak belinde asılı kısa kılıcı çıkarıp tiz bir çığlıkla ileri doğru koştu.
Kayalara karşı bir önlem almışlardı ama düşman safında büyücüler olabileceği fikrini hiçbiri ortaya atmamıştı.
Eğer sıradan büyücüler olsalardı sorun olarak görmezdi ama güçlü ateş büyüsü yapabilen büyücülere sahiplerdi.
“En azından Mora’daki büyücülerin seviyeleri hâlâ düşük.”
Surlarını yıkanlar güçlü olsa da hâlâ Mora standartlarına göre güçlülerdi. Yalnızca küçük bir kısım yıkılmıştı ve surun diğer taraflarına büyü ile saldırmıyor, açılan delikten içeri hücum ediyorlardı.
Düşmanlar içeri girmeyi başarmıştı ama en azından büyücüler saldırmaya devam etmediği için manalarını bitirmiş olduklarını farz edebilirlerdi. Yani bir süre boyunca alev saldırısı ile karşılaşmayacaklarını farz ediyordu.
“Sivina! İçeridekileri öldürün!”
Ona seslenen kişi Cornelia’ydı. Cornelia, surların yıkılmış bölümünün önünde bir kalkan duvarı örmüş ve daha fazla düşman askerinin içeri girmesinin önünü kesmişti.
Sivina gerçekten hayran kaldı, Cornelia’nın bu mesafeden kendisini duyuracak kadar gür bir sesi vardı.
Cornelia kendi meselesine dönerken Sivina da kendilerini geçen düşmanların arkadan saldırıp kalkan duvarını yıkmaması için harekete geçti.
“Beni takip edin!” diye haykırdı çevredeki askerlere. Kılıcını havaya kaldırmış, kalkan duvarını yok etmek için hücum etmiş düşmanı işaret ediyordu.
Rinosunu surları ilk aşıldığı vakit kaybettiği için koşarak düşman askerlerine hücum etmeye başladığında çevresindeki diğer askerler de onu takip etti.
Bu ergenlerin pek çoğunun bir kızın savaşçı olması konusunda sahip oldukları aşağılayıcı fikirleri istemese de duymuştu ama şimdi Sivina’nın savaşçılığı onlara cesaret veriyordu.
Sivina önüne çıkan düşmanları keserken Cornelia’nın kalkan duvarı da rinolar ile hücum eden süvarilere karşı koyuyordu. Cornelia’nın bindiği beyaz komodorun yanına geldiğinde başını kaldırıp ona seslendi.
“Okçuları kullanalım. Yu ihtiyaç duyarsak büyülü taşlı olanları kullanabilirsiniz demişti. Şu an biraz ihtiyacımız var gibi.”
Bunu derken üstüne doğru gelen bir mızraktan kaçınmış, mızrağın Cornelia’nın komodoruna saplanmasını engellemek için eliyle yakalamıştı.
Cornelia başını salladı ve askerlerine bağırdı. “KAPLUMBAĞA!”
“Demek bu yüzden dikdörtgen şeklinde kalkanlar vermiş,” diye düşündü.
Genelde yuvarlak kalkanlar kullanılırken Yu ordusu için dikdörtgen ve dışa doğru bombeli kalkanlar seçmişti. Bu kalkanlar ile bir duvar örmek çok kolaydı ve formasyonları sahiden sağlam duruyordu.
Askerlerin dört bir yanı kalkanlarla örtülmüştü ve ortada kalan askerler de kendi kalkanlarını başlarının üstüne koymuştu.
Bu formasyon bazı düşman askerlerinin kalkanların üzerine çıkmasıyla sonuçlanıyordu ama kalkanların arasından yükselen mızraklar bunun kötü bir tercih olduğunu anlamalarını sağlamıştı.
“Sen okçulara emir ver,” dedi Sivina. Altındaki komodor ile okçuların yanına daha hızlı ulaşırdı.
Cornelia hiçbir şey demeden komodorunu çevirdi ve tepenin üstüne doğru süratle ilerledi. Biraz yukarı çıkıp eli ile önceden belirlenmiş bir hareket yapması, okçulara özel oklarını atmaları için gereken talimatı veriyordu.
“Düşman birlikleri yıkılan duvarda yoğunlaşıyor. Onlar için kötü olacak.”
Duvar yıkılınca düşman diğer kanatlardaki birliklerinden de buraya takviye yapmıştı. Büyü taşları kullanılmış dört yüz kadar okun yarısı bile isabet etse önlerindeki binlerce düşman patlamalar yüzünden yaralanacak ya da ölecekti.
Kendi askerleri ise hemen hemen güvende sayılırdı. Kalkanlar birbirine sıkı bir şekilde kenetlenme imkanına sahipti ve okçuların sıradan oklarla yaptığı tanzim atışı başladığında Sivina askerlere, mızraklarını içeri sokmasını ve birbirlerine kenetlenmelerini emretmişti.
Bazı düşman birlikleri kalkanların üzerine çıkarken üç defa tanzim atışı yapıldı. İlk iki atış kendi kalkanlarının üstüne çarpmıştı ama üçüncü atışta düşmana isabet ettirmeyi başarmışlardı.
Sıradaki atış ise büyü taşları ile olacaktı. Sivina güvenli bir bölgeye geçerken tepedeki okçular yaylarını gerdi ve ucu büyü taşından yapılmış oklarını serbest bıraktı.
-------------------------
17.04.2022 - 00:58
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..