Güneş tepedeydi ve Yurine, Yu’nun kucağında onu sahiplenircesine oturuyordu. Çadırları nehre bakan taraftaydı çünkü nehrin arkasındaki düşman ordusunun mancınıklarının bu konumdan onları vurması zordu.
Dikdörtgen masanın başındaydılar ve sağlarında Sivina oturuyordu. Ana da onun sağındaydı. Sollarında ise Link ve Kigaro vardı. Dimen, Kigaro’nun arkasında duruyordu.
Yu’nun karşısında oturan kişi Cornelia’ydı ve yine tuhaf şekillere giriyordu. Önce Yu’ya bakıyor, sonra Yurine’nin bakışlarını görüyor ve gözlerini kaçırıyordu.
Cornelia’nın sağında Yurine’nin yakın zamanda öldürmek istediği Cecilus vardı. O, Yurine’nin annesinin ölümünden sorumluydu ve onun ölü bedenini tez vakitte görmek için sabırsızlanıyordu.
Cornelia’nın solunda oturan kişi ondan en az bir milyon kat daha yakışıklı olduğu için Yu’yu çekemeyen adamdı. Yurine onun bir Bishory olduğunu biliyordu ama adını ezberleme gereği duymamıştı.
“Bana bir yaver vermene gerek yoktu,” dedi Yu. Kastettiği kişi hemen arkasında ayakta duran on altı yaşındaki çocuk, Jaime Von Salamon’du.
“Böyle dersen Jaime’nin kalbini kırarsın,” diyerek güldü Cornelia.
Jaime Salamon, Vermilia Ailesi’nin yönettiği Salamon Ailesi’nin varisiydi ve babası, Jaime’yi Leoral’e yaver olarak vermişti. Leoral’in ölümü ile o da bir süre yanlarında kalmış ve onlarla birlikte kuşatmaya gelmişti.
Burada da Cornelia onu, Başak Katedrali ordularının finansmanı ve sözü Yurine’nin sözü ile aynı değerde olan Yu’nun yaveri olarak vermişti.
“Bir kâhyanın yaverinin olması, sıradan bir erin emrinde başka bir erin olması gibi bir şey.”
“Siz bir kâhyadan fazlasısınız.”
Cornelia bunu Yu’yu övmek ve kalbini almak için söylese de haklıydı. Yu her şeyiyle bir kâhyadan çok daha fazlasıydı.
“Keşke şövalye olmayı kabul etseydi,” diye düşündü Yurine. Yu’ya şövalyelik de diğer her şeyin yakıştığı gibi çok yakışırdı.
“Hem beni basit bir yaver olarak düşünmeyin efendim, kılıç ve büyü de kullanabiliyorum!”
Jaime’nin sesinde Yurine’nin nedenini bilmediği bir coşku vardı. Eğer bir kız olsaydı Yu’nun yaveri olmaktan bu kadar memnun olmasını anlayabilirdi ama bir erkek neden Yu’nun yaveri olduğu için heyecanlanırdı ki?
Üstelik Yu’nun öyle dillere destan başarıları da yoktu.
“Muhtemelen her ikisini de kâhyadan daha iyi kullanıyorsundur,” dedi Cecilus. Yu’yu aşağılamaya çalışırken sırıtıyordu.
“Sırıt bakalım, geberirken de böyle sırıtabilecek misin acaba?”
Cecilus, ablasının bakışlarını üzerinde hissettiğinde çenesini kapadı ve ellerini masanın üstüne koyup beklemeye başladı.
“Beklettiğimiz için üzgünüz, hanımefendi.”
Kısa bekleyişlerinin ardından çadıra yeni kumandanlar girdi. Hepsi sırayla yerlerine geçerken ortamdaki sessizlik sürüyordu.
İlk giren kişi Shimey Von Bishory’ydi. Diğer akrabaları gibi koyu mavi gözlere sahipti ama saçları beyazlamıştı. Eğer yaşlı olmasaydı karizmatik bir adamdı.
Shimey, Salery’nin ağabeyi ve Bishory Ailesi’nin başıydı. Cecilus’un yanına oturmuştu ki onun Cecilus’un dük olmasını istediğini Yurine biliyordu.
Onun ardından gelen kişi Mark Von Salamon’du. Jaime’nin babası yatalak olduğundan savaşlarla ilgilenemiyordu. Bu yüzden kamplarının güneyinde, Yeşim Nehri’nin sonunda yer alan kalesindeydi ve kardeşi Mark’ı, beş yüz Salamon askerinin komutanı olarak göndermişti.
Daha sonra kahverengi saçları ve kahverengi gözleri ile avamlardan pek farklı gözükmeyen İly Von Marton çadıra girdi. O da Cecilus’un destekçilerindendi.
İly’nin ardından Keer Von Vilem, Toe Von Lenal ve Marcus Von Marcusie geldi. Son giren üç kişiden yalnızca Marcusie, Cornelia’nın düşes olmasını istiyordu.
Vermilia Ailesi’nin altında daha pek çok küçük aile vardı ama hiçbiri onlara destek göndermemişti. Bunun sebebi de akrabalarının Vermia’da rehin tutuluyor oluşuydu.
“Aslında, Vilem, Lenal ve Bishoryler de akrabaları rehin alınanlardan ama onlar bunu hiç dert etmiyorlar.”
Shimey Von Bishory’nin oğlu Vermia’daydı ama o oğlunun zarar görme ihtimaline rağmen Vermia’yı ele geçirmek için Kraliyet’e karşı harekete geçmişti.
“Öyleyse başlayabiliriz,” dedi Cornelia. Ellerini üçgen biçiminde masaya dayamıştı.
“Merdiven dayamakla vakit harcayacaklarını zannetmiyorum,” dedi Toe Von Lenal. “Mancınıklarını tepeden görebiliyoruz. Önce tanzim atışları başlar, sonra da surlarımızı yıkıp içeri hücum ederler.”
“Kapımız zayıf, nehir üzerinden de saldırırlar. Düşmanın buna yetecek ordusu var,” dedi Marcus Von Marcuise. “Kapıya asker yığmalıyız.”
“Şehirden iki bin kadar asker çıktı ve kuzeyimizde toplandılar. Düşmanın ana kampından da oraya asker takviyesi var. Kuzeyden saldıracaklardır,” dedi Shimey.
Cornelia’nın komutanları kendi aralarında konuşurken Yu ifadesizce onları dinliyordu. Bir süre sonra Cornelia da komutanlarına katıldı ve birkaç dakika boyunca ilk saldırının nereden geleceği konusunda tartıştılar.
“Sen ne düşünüyorsun, Yu?” diye sordu Cornelia.
Komutanların yarısı saldırının batıdaki nehirden, diğer yarısı da kuzeyden geleceğini savunuyordu. Hepsi kendi fikrinde ısrarcı olunca Cornelia, Yu’ya fikrini sordu.
“İlk saldırı diye bir şey olmayacak. Şehirdekileri saymazsak saldırı yapacak otuz bin askerleri var ki bu sayı tahmin ettiğimden az. Üç yönden de aynı anda saldıracaklardır. Tek bir yere yoğunlaşmak yerine güçlerimizi eşit olarak dağıtmalıyız. Bu yüzden de askerleri bölecek ve her bir komutana eşit olarak vereceğiz.”
“Sen savaştan ne anlarsın ki, kâhya?” diye sordu Shimey.
“Savaş ve strateji filmlerini izlemeyi seviyordum, gerçi çoğunun yarısında uyuyakalırdım ama bir şeyler kaptım.”
Yu’nun tam olarak ne dediğini Yurine dışında kimse anlamamıştı ve onun anlaşılmaz kelimeleri ve ciddiyetten uzak tavrı komutanlara güven vermiyordu.
“On dokuz bin beş yüz, elimizdeki askerlerin sayısı. Bunları eşit bir şekilde böleceğiz.”
“Benim adamlarımı benden başkası kontrol edemez.” Shimey itirazını masaya yatırdı ve Cecilus onu destekledi.
“Böyle bir şeyi bu masada kabul edecek herhangi birisi yok.”
“Bu bir teklif değil, Cecilus.” Yu’nun ametist gözlerindeki keskin bakış bir bıçak olsaydı Cecilus çoktan parçalara ayrılabilirdi. O gerçekten de korkak bir çocuktu. “Kabul etmelerini beklemiyorum, itaat etmelerini bekliyorum.”
“Sen kim olduğunu zannediyorsun, kâhya!” Shimey yumruğunu masaya vurdu ve masanın üstündeki eşyalar titredi. “Bize emir vermeye bir daha cüret-”
“Başak Kardinali’nin sesi,” Link araya girdi. “Onu tehdit etmeniz Başak Kardinali’ni tehdit etmeniz anlamına gelir. Bunu yapmanızı önermem.”
“Biz neden Başak Kardinali’ne tabi olalım ki? Buradaki komutanların hepsi Terazi Katedrali’ne bağlı,” dedi Cecilus.
“Cecilus, sen bir daha ağzını açmayacaksın.”
Cornelia elini hafifçe kaldırdığında Cecilus kollarını yüzüne siper etti ama Cornelia onu korkutmakla yetinmişti. Onun bu hareketini kendisini destekleyen komutanlar bile tasvip etmese de Cecilus’u harika bir adam olduğundan değil, kontrol etmesi kolay bir aptal olduğundan dük yapmak istiyorlardı.
“Yu haklı,” diye devam etti Cornelia. “Andromeda Kilisesi’nin ordusunu kontrol ederken de birlikleri eşit bir şekilde bölmüştük. Her ailenin kendi ordusunu kontrol etme fikri sağlıklı değil.”
“Doğru,” dedi Marcus Von Marcusie. “Buna itiraz etmek bile aptalca.”
“Üslubunuza dikkat edin Lord Marcus, bizim fikirlerimize saygı duymak zorundasınız.” Konuşan kişi İly Von Marton’du.
Yu tahta elini masaya birkaç kez vurdu. Cornelia ona bakıyordu ama komutanlar kendi aralarında laf dalışına girdiklerinden sesi duymamışlardı bile.
“SUSUN!”
Kigaro kükrediğinde tüm komutanlar buz kesildi ve Cecilus küçük bir kız çocuğu gibi çığlık attı. Cornelia kardeşine bakıp iç çekerken Yu söze girdi.
“Öyle ya da böyle, Cornelia’ya itaat edeceksiniz. Cornelia da bana katıldığına göre yapacaklarımızı açıklıyorum.”
Komutanlar tekrar itiraz edecekti ki Kigaro ağzını açarak hırladı. Masadaki komutanlara avını izleyen bir avcı gibi bakıyordu.
“Kuzey, güney ve doğudan aynı anda saldırıya geçecekler. Askerleri buralara eşit bir şekilde dağıtacağız.” Yu eline bir cetvel aldı ve ortadaki haritaya doğrulttu. “Sör Devan ve Lord Shimey, beş bin askerle kuzeyde olacak. Sör Link ve Lord Toe beş bin askerle güneyde olacak. Dame Sivina, Cornelia, Lord İly altı bin askerle doğuda olacak.”
Yu ayağa kalktı ve haritada farklı bir bölgeyi işaret etmek için uzandı.
“Lien Yachi Long’un adamları doğuda toplanıyor. Cornelia’dan intikam almak istediğinden buraya daha fazla adam yığacaktır.”
Daha sonra Yeşim Nehri’nin batısını işaret etti.
“Azil Zao Long’un da nehrin batısına geçtiğini gördük. Nehrin öteki tarafındaki adamlarla birlikte kapımıza çıkartma yapacaktır, oradaki askerlerin sayısı da kuzey ve güneydekilerden fazla.”
“Ama düşman fazla olmasına rağmen oraya verebileceğimiz üç bin beş yüz asker kaldı,” dedi Lord Marcus.
“Evet, okçularımızın çoğunu oraya konumlandıracağız. Nehri geçmeye çalıştıkları esnada ok yağmuruna tutulacaklar. Yalnızca bin okçunun bile onları durdurmaya yeterli geleceğine inansam da beklenmedik bir duruma karşı oradaki askerlerin sayısını fazla tuttum.”
Yu böyle dese de diğer üç bölgede olduğundan az sayıda asker oradaydı.
“Oradaki düşman birlikleri zayıf düştükçe okçularımız kuzey ve batıya cephelerine doğru hareket ederler. Batıdaki kapıyı da Lord Marcus ve Lord Keer tutacak.”
“Böyle olması makul,” dedi Cornelia. “Savaş esnasında siz ne yapacaksınız?”
“Yurine ve ben cephede koşturup üzerimize düşen kayaları parçalayacağız. Ana da rüzgâr büyüsüne sahip, o da cephenin farklı bir yerinde aynı şeyi yapacak. Roaronlar güvenliğimiz için bize eşlik edecek.”
Cornelia başını sallayıp planı onayladı ve onun onaylamasıyla masadaki komutanlar, emirleri yerine getirmek için çadırı terk etti.
Geriye Cornelia, Cecilus, Kigaro, Yurine, Yu, Yu’nun yaveri ve Cornelia ile konuşmak için bekleyen Yu’yu çekemeyen Bishory kaldı.
“Cornelia, konuşabilir miyiz?” diye sordu Yu.
“Elbette,” Cornelia heyecanla yanıtladı ve ayağa kalkıp Yu’ya doğru yürüdü.
“Ben de sizinle konuşmak istiyordum,” dedi Yu’yu çekemeyen Bishory.
“Daha sonra konuşuruz.”
Cornelia eli ile ona çıkmasını işaret etti ve Bishory, yumruğunu sıkarak çadırdan ayrıldı ama Cecilus hâlâ içerideydi. Cornelia onun gitmediğini görünce çenesiyle çıkmasını işaret etti.
Ablasına karşı gelmeye cesaret edemeyen Cecilus çadırdan ayrılırken Yu da Kigaro’ya çıkmasını işaret etti.
“Eğer çıkarılanlar sadece Devan ve Cecilus olursa tuhaf durur. Sen de peşlerinden git.”
Kigaro başını salladı ve emre itaat etti. Roaronlar gururlu varlıklardı ve onların emir almaktan gocunacaklarını düşünüyordu ama Yu’nun verdiği emirlere hiç gocunmadan itaat ediyorlardı.
“Cornelia,” diye fısıldadı Yu. “Düşes olmak istiyor musun?”
***
“Sahiden de Yu dünyanın en ama en havalı insanı. Hatta annemden bile daha havalı. Çok havalı, çok yakışıklı...”
Yu, Rie’nin kendisi için yetiştirdiği ama hiç süremediği at olan Başak’ın üstündeydi. Üzerinde bembeyaz bir zırh vardı ve zırhın göğsünde Başak Katedrali’nin bakiresi yer alıyordu.
Çizmeleri, zırhın süslemeleri ve eklem yerleri altın rengindeydi. İki elinde de altın renginde çelik eldivenler vardı ama sol elindeki eldivenin parmakları, Yu’nun tahta eline özel yapıldığından hareket etmiyordu.
Sırtında da altın renginde bir pelerin vardı ve pelerinin üzerine de gümüş rengindeki bakire işlenmişti. Belinden sarkan kahverengi kının içinde bir şeytana ait simsiyah kılıç duruyordu. Yu’nun sol kolunda elinin şekli yüzünden tek başına çıkartamayacağı bir kalkan vardı.
“O kadar havalısın ki...” diye iç geçirdi Sivina. Deniz yeşili gözleri Yu’ya bakarken parlıyordu.
“Katılıyorum,” dedi Cornelia. Yu’ya kocaman bir gülümseme veriyordu.
Gece olmuştu ve düşmanın teslim olmaları için verdiği süreyi çoktan aşmışlardı. Kendi askerleri pozisyonlarını alırken düşman askerleri de saldırıya geçmek için pozisyon alıyordu.
“İlk savunma...” Yu derin bir nefes alırken sağ elinde tuttuğu miğferi başına geçirdi. Esen rüzgâr hem sancaklarını hem de Yu’nun pelerinini havalandırdı.
Henüz kazdıkları tüneller bitmemişti ama ilk savaşlarını vermek üzereydiler. Tünellerin bitmesi için bir ay daha geçmesi gerekiyordu ve o zamana kadar pek çok kez savaşacaklardı.
“Endişelenme, Yu.” Yurine başını havaya kaldırdı ve Yu’nun çenesinden yukarı baktı. Atın üzerinde, Yu’nun önünde oturuyordu. “Ben seni koruyacağım.”
“Bunu normalde erkeğin demesi gerek. Bir kızdan duymak utandırıyor.”
“Kızlar da güçlüdür!” Başında miğfer olmasaydı Yu’nun saçını çekerdi.
“Evet, bunu reddedecek değilim. Birisi her gün beni döverek bunu hatırlatıyor.”
Bahsettiği kişi Sivina’ydı ve Sivina’nın Yu’yu her gün dövdüğü doğruydu. Bu Yu’nun iyiliği için olsa da Sivina’nın antrenmanları ve Yu’nun dayak yiyişlerinin başladığı gün denizin ortasında olan bir eşek, şimdiye dek defalarca kez sudan gelmiş olurdu ama Sivina bu sabah bile Yu’yu dövmüştü.
Gerçi dövdükten sonra onu dıkşın dıkşın yerine yatırmıştı ama Yurine bunu aklına getirmemeyi tercih ediyordu.
“Biz de yerlerimize geçelim,” dedi Cornelia. O sağ kanada geçerken Sivina da sol kanadı almıştı.
İki kız onlardan uzaklaşırken Yurine sonunda yalnız kaldıklarını düşündü. Böyle stresli bir ortamda Yu ile baş başa kalmak rahatlatıcı olabilirdi ama arkalarından gelen sesler ile birlikte yalnızlıkları bozuldu.
“Vay be, çok iyi durmuş.”
Kigaro bindiği rinoyu Yu’nun yanına sürdü ve eliyle omzuna vurdu. Eğer bunu sertçe yaparsa Yurine’nin ona kızacağını bildiğinden yavaşça vurmuştu.
On beş roaron onların yanındaydı ve Dimen’in komutasındaki diğer on beş roaron farklı bir bölgede olan Ana’ya eşlik ediyordu.
Rinolar atlardan daha hızlı ve daha güçlüydü ama ellerindeki rinoların sayısı kısıtlı olduğundan Yu, roaronların rinolara binmesinin daha iyi olacağını önermişti.
Çünkü onları atlara bindirirlerse atlar bu ağırlığı taşırken rinolara kıyasla daha fazla yorulurlardı.
Cornelia’nın elinde de fazladan üç komodor vardı fakat komodorlar atlardan daha hızlı olsa da ani manevralar konusunda başarılı değillerdi. Yu ve Yurine sürekli yön değiştirmesi gerektiği için bir atı sürmeyi tercih etmişlerdi.
Böylece komodorlardan biri Sivina’ya, diğeri Link’e ve sonuncusu da Yu’yu kıskanan Bishory’ye verildi.
“Gerçekten çok havalısınız Bay Valarfin!” Jaime de kendi rinosunun üstünde Yu’ya eşlik ediyordu. Onun rinosunda fazladan birkaç savaş silahı ve su vardı. Mor saçlı ve mavi gözlü bu çocuk da Yu’nun zırhına benzer bir zırh giymişti ama onun pelerini ve süslemeleri maviydi.
“Yaverler zırh giyiyor muydu ki?” diye düşündü Yurine. Onların tek görevinin yardımcılık olduğunu düşünürdü.
Gerçi muhtemelen Cornelia’nın Jaime’yi Yu’ya vermesinin sebebi Yu’nun korunmasını sağlamaktı.
Eskiden olsa kendine yapılan güzel yorumlara böbürlenerek karşılık verecek Yu hiçbir şey demedi. Başak’ı düşmanların hücum edeceği yöne çevirdi ve beklemeye başladı.
Herkes nefesini tutmuştu. Az önce esen rüzgâr bir anda dinmiş, düşman ordusunun davul sesleri kulaklarına ulaşmaya başlamıştı.
Ve Yurine ilk kayayı gökyüzünde gördü.
Elini ona doğru kaldırdı ve kolunun çevresinde biriken rüzgâr Yu’nun pelerinini dalgalandırdı.
Bir saniye sonra küçük eline yönelip oradan havaya fırlayan fırtına, gökyüzündeki kayaya doğru yükseldi ve ona çarparak paramparça etti.
-------------------------
13.04.2022 - 01:42
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..