“Cecilus, Yurine’nin annesi Rie’nin ölümünden sorumlu,” demişti Yu.
İlk başta Yu’nun düşesliği teklif etmesi onu heyecanlandırmıştı ama ardından söyledikleri ile kolay kolay baş edemezdi.
Cecilus’un kötü bir kişiliği olduğu, hatta zalim olduğu doğruydu ama babaları Leoral, Rie’yi bu kadar seviyorken bu cinayeti işler miydi sahiden?
Üstelik babasının Cecilus’u Rie ile evlendirmek istediğini de biliyordu. Cecilus, Rie ile evlenmemek için mi onu öldürmüştü?
“Bu… Ağır bir suçlama,” dedi Cornelia. Konuşmaya devam edecekti ki Yurine elini sertçe masaya vurarak kelimeleri boğazına dizdi.
“Bu bir suçlama değil, gerçek! Senin şerefsiz kardeşin annem onu reddetti diye öldürdü onu! O alçak yaşam formu ne zannetmişti ki!”
Yurine’nin sözleri Cornelia’nın düşüncelerinden daha mantıklıydı. Cecilus her zaman istediği şeyleri alamayınca ağlayan bir çocuk olmuştu.
Ama Cecilus ve Rie’nin evliliği konusu ne zaman açılmıştı ki Rie onu reddetmişti? Cornelia ile Rie sadece bir kez bir baloda karşılaşmıştı ve o zaman Cecilus’un ona yaklaştığını bile görmemişti.
“Gerçi…” Cornelia düşünmeye başladı. “Muhtemelen Cecilus ona bir lütuf sunuyormuş gibi teklif etmiş, Rie de hemen reddetmiştir. Ben başka bir yere bakıyorken hızlıca bu işin kapanması olası.”
Kendini beğenmiş erkek kardeşinin başka bir şekilde teklif edeceğini düşünmüyordu ve babasının düşüncesi o kadar ahmakçaydı ki onun yerinde herhangi biri olsaydı Rie’nin Cecilus’u kabul etmeyeceğini ilk bakışta anlardı.
Makamları dışında ikisi arasındaki fark asla kapanmayacak kadar büyüktü ve Rie, Cecilus’a değil birkaç, onlarca beden büyük gelirdi.
“Senin kardeşin olsa da bu suç cezasız kalmamalı ve onun, Vermia Dükü olmasına izin verilmemeli.” Yu, Cornelia’nın teklifine soğuk baktığı kısa bir tartışmanın ardından elini tutmuştu.
Bunu kendisini ikna etmek için yaptığını biliyordu ama eli onun elinin altındayken dediğini reddetmesi mümkün değildi.
“Cecilus’un dük olmaması gerektiğini sen de biliyorsun. Savaş esnasında onu yakalayıp saklayalım, onu soran lordlara kaçtığını söyler ve oyalarız. Savaş bitince de onu yargılar, idam ederiz.”
Kardeşini öldürmekten bahsediyordu. Cornelia ona karşı en ufak bir sevgi kırıntısı beslemiyordu ama hâlâ onun kardeşiydi.
“Bizim aradığımız adalet ve senin halkının iyiliği için en iyisi bu.”
***
“Şu anda Cecilus’u bir çukura hapsetmiş olmalılar.”
Düşman askerlerinin hücumunu durdurmuşlardı ama şimdi de düşman, ikinci bir saldırıya hazırlanırken ok yağmuru ile saldırıyordu.
Kalkanları sayesinde oklardan korunuyorlar ve Yu’nun simya ile hazırladığı iksiri sayesinde de surların alev almasının önüne geçiyorlardı.
Yani ok yağmurundan bir şekilde korunuyorlardı ama düşmanın mancınık atışları tekrar başlamıştı ve bunlardan korunması kolay değildi.
Bazı kayalar adamlarını eziyor, bazıları da surlara isabet ediyordu. Öyle ki Cornelia’nın kanadındaki surun bir kısmı daha yıkılmıştı.
“Tanrım sen bize yardımcı ol…” diyerek Azer’e yalvaran bir askerin sesini işitti.
Moralini bozmak istemediğinden ona söylemeyecekti ama Azer’in Mora’daki savaşı umursadığı yoktu. Eğer umursuyor olsaydı çoktan yardıma koşardı.
Azer, kullarını terk etmiş bir tanrıydı.
Cornelia komodorundan indi ve hayvanın beline vurdu. Hayvan koşarak uzaklaşırken Sivina üstüne gelen oklardan dans edercesine sıyrılıyor ve Cornelia’ya yaklaşıyordu.
“Kraliyet güçleri ikinci bir hücum için kuzey ve güney kanatlarından doğu kanadına adam kaydırıyor. Bizim de takviye istememiz lazım.”
Sivina, Cornelia’nın havaya kaldırdığı kalkanının arkasına sığındı. Kalkanın arkasına sığmak için birbirlerine ekstrem derecede yakınlaşmaları gerekmişti.
“Batıdaki düşman çekildi, oradan takviye isteyebiliriz. Sayıları bizden fazla olduğundan kuzey ve güneyden takviye almak o kanatları kolay hedef yapar.”
Sivina başını salladı. “Gidip takviye getireyim.”
“Gerek olduğunu zannetmiyor ve körlüğünüzden ötürü sizi kınıyorum.”
Sivina ayağa kalkmak üzereyken duyduğu ses ile dizlerinin üstüne geri çöktü. Cornelia da başını çevirip sesin geldiği yöne bakmıştı.
“Bin okçuyu getiriyorum ve bunu fark etmiyorsunuz bile? İkiniz de bu konuda benden daha deneyimli olmanıza rağmen savaş alanında neler döndüğünden bihabersiniz.” Yu elini göğsüne götürdü. “Düşmanınız olmadığım için şükredin.”
Gümüş renkli zırhının içinde Yu Valarfin asil bir kahramana benziyordu. Onu sağ salim görmek Cornelia’nın içini ısıtırken ondan yediği azarla hafifçe tebessüm etti.
“Tebessüm edilecek bir şey değil bu.” Yu miğferini çıkardı, kalkanını da çıkartıp atına takmıştı ve üzerlerine düşen oklardan Yurine’nin rüzgâr kalkanı sayesinde korunuyorlardı.
Gözünün önüne düşen saçlarını geri atarken Cornelia’yı ona tekrar ve tekrar âşık edecek kadar karizmatik bir görüntü sergilediğinden habersiz olmalıydı.
“Shimey Von Bishory’yi öldürdüm,” dedi soğukkanlılıkla. Cornelia ve Sivina daha şoku atlatıp bir şey sormaya vakit bulamadan devam etti. “Cecilus ile birlikte sana, dolayısıyla bize ihanet etmeyi planlıyorlardı. Ordusuna bize saldırmalarını emredecekti.”
“N-Ne?”
Cornelia ağzı açık kaldı. Galibarda rengi gözlerinde Cecilus’un Vermia’yı kaybettiğini duyduğunda bile görülmemiş bir şaşkınlık vardı.
Shimey Von Bishory ile birlikte Bishorylerin Cecilus’u desteklediğini biliyordu ama işi ihanete götürecek kadar korkunçlar mıydı?
“Bu hamlelerini öğrenmemle tüm parçaları yerine oturttum. Düşmanla aramızdaki asker farkı on binden biraz daha fazla ve biz alan avantajını da elimizde tutuyoruz. Böyle bir durumda bize saldırmaları riskliydi. On bin askerlik fark az değil ama konumlar böyleyken savaşın kaderini belirleyecek kadar fazla da değil. Yani, ani bir baskın yapmadıkları sürece.”
Yu haklıydı. Cornelia, General Lien Yachi Long’u yendiğinde aralarındaki asker farkı bundan çok daha fazlaydı.
“Kendimi onların yerine koyup düşünüyordum, ‘bu durumda neden tepeye saldırırdım?’ diye. Mantıklı bir cevap bulması zordu çünkü alan avantajları benim oynadığım bilgisayar oyunlarında bile önemliydi. Yani ordularına çok güvenmiyorlarsa hamleleri mantıksızdı. Onların yerinde olsaydım burayı sabah olana dek kaya yağmuruna tutar ve içerideki herkesi öldürürdüm.”
Cornelia düşmanları Yu kadar zalim olmadığı için şükretti. Savaşta tüm taraflar bazı hilelere başvursa da Yu Zao ve onun yönettiği askerler, Cornelia’nın da reddedemeyeceği şekilde onurlu düşmanlar sayılırdı.
“Ama içeride adamları varsa hamleleri çok da mantıksız değil. Onlar dışarıdan saldırırken içerideki Bishoryler ihanet edecekti. Sen, kraliyete mağlubiyet kazandırmış tek insan, rehin alınacaktın ve düşman eline düşmenle halkın morali de yok olacaktı. Muhtemelen katedrallerin hükmettiği küçük lordlar böyle bir durumda Yu Zao’ya katılırdı. Halk için bir kahramansın sonuçta, etkin büyük.”
Cornelia kahramanlık ile ilgilenmiyordu ama Yu’nun onun bir kahraman olduğunu söylemesi gururunu okşadı.
“Ama başa dönersek gelenler biz değil de Bishory askerleri olabilirdi ve arkanızdan vurulabilirdiniz. Alana daha hâkim olmanız ve sürekli iletişimde olmanız gerek. Bu hatayı bir daha görmeyeyim.”
“Emredersiniz majesteleri,” dedi Sivina dalga geçercesine. “Emir vermekte ne kadar iyisin.”
“Yani… Yirmi birinci yüzyıldan geldiğim için bazı konularda insanlardan ilerideyim. Ayrıca organizasyon dersi de almıştım.”
Yu’nun dediklerinin yarısını anlamamıştı ama o konuşuyorsa dediği şeyler önemli olmalıydı. Tabii onu anlamadığı gerçeği hâlâ değişmiyordu.
“Muhtemelen düşmanlarımız şu anda Bishory ihanetini bekliyordur. İşlerin onlar için iyi gittiğine inanıyor olabilirler. Uzun süre bekleyecek ve Bishoryler harekete geçmeyince ihanete uğrayanların kendileri olduğunu düşünecekler. Şimdiye dek yardımlarına en az on bin kişilik bir destek birliği geleceğini düşünüyordum ama planları bizi içerden çökertmek olduğuna göre şehre çekilebilirler…”
Yu bir süreliğine sessizleşti ve oklar rüzgâr duvarına çarpıp etrafa saçılırken savaş alanını izledi. Atının üstündeki Yu’ya aşağıdan bakan Cornelia için Yu şu anda hem bir kahraman hem de çok zeki bir adamdı.
Rüzgâr etraflarında dönerken altın renkli pelerini havalanıyor ve kahverengi saçları dalgalanıyordu. Sol kolunu önündeki Yurine’nin beline dolamıştı ve sağ eli ile atın yularını tutuyordu.
“Fakat tüm planları bunun üzerine kurulmuş olamaz. Bu gece biraz daha zorladıktan sonra çekileceklerdir. Eğer şehre girmezlerse yakınlarda başka bir ordunun beklediğini varsayabiliriz.”
Üzerlerine doğru hücuma kalkan düşmanları gördüğünde kolunu kaldırdı ve aşağıya indirdi. Okçular uçlarını yaktıkları oklarını hücum eden düşmanın üstüne fırlattı ve Yu konuşmaya devam etti.
“Ve sinirlenirlerse benim yapacağımı yapıp, tepeyi haritadan silme seçeneğini değerlendirebilirler. Yarın sabah müzakereler ile biraz zaman kazanmaya çalışalım ve o zamana kadar en azından düşman ana karargâhına kazdığımız tüneli bitirelim. Birkaç zehir hazırladım, yarın esirler üzerinde deneyeceğim.”
Sivina ofladı ve Yurine, rüzgâr duvarını genişletip onları da alanın içine alırken ayağa kalkıp Yu’nun yanına gitti. Onun yuları tutan elini tutmuştu ve bu hareket Cornelia’nın somurtmasına sebep oldu.
“Senin hakkında iyi şeyler düşünüyorum ve…” Ne dediğinin farkına varınca dilini yanağına dayayıp biraz düşündü. “Ve zehir konusunda beni ikna etmiş olabilirsin ama yine de böyle şeyler söyleme lütfen. Üstelik savaş esirlerine işkence etmek savaş suçudur.”
“Eğer kaybedersek savaş suçu, kazanırsak değil.”
“Daha önce başkalarının yaptığı kötülükler sana kötülük yapma hakkı kazandırmaz demiştim, bu da onun gibi bir şey. Sırf ceza almayacak olman bunu yapma hakkı tanımaz.”
“Ah, Sivina. İşleri zorlaştırma lütfen.” Yu eli ile tekrar bir işaret yaptı ve okçular birbirinden birkaç adım uzaklaşıp tekrar düşmanın üstüne atış başlattı. “Yapmam gerekeni yapıyorum, hepsi bu.”
Yu surların ötesindeki düşmanlara doğru baktı. Kalkanın arkasına sığınmış ve Yu’nun yüzüne hayranlıkla bakan Cornelia’nın göremediği bir şey gördü ve atın yularını bırakarak aşağıya indi.
Yu, Yurine’yi indirirken de Cornelia, adamlarından birinin sesini işitti.
“GERİ ÇEKİLİYORLAR!”
Bu iki kelime hızla tüm tepede yayılırken bazı askerler gülmeye başladı, bazıları da nefeslenmek için kendilerini toprak zemine saldı.
“En son Link katıldığında onları sinirlendirmişti, değil mi? Yarınki görüşmede o olmasın, tekrar sinirlenip sadece kayalarla saldırmalarını istemeyiz. Onun yerine ben katılacağım.”
Yu ondan istememesine rağmen Sivina, Yu’nun karışmış saçlarını eliyle düzeltmeye başladı. Gülümsemesini saklıyordu ama Cornelia onun bundan ne kadar memnun olduğunu görebiliyordu.
Ok yağmuru da dindiği için güvenle ayağa kalktı ve Yu ile Sivina’nın arasına girdi. Bu aşk oyununu ilk defa oynuyordu ve Sivina, Yu’yu Cornelia’dan daha iyi tanıyordu ama kaybetmeye niyeti yoktu.
Soyluların soylu olmayanlarla evlenmesi hoş karşılanmazdı ama Cornelia bir gün evlenirse bunu aşk için yapmaya karar vermişti ve Yu evlenmek isteyeceği tek kişiydi.
“Yu hakkında düşünmenizi anlıyorum,” dedi Yurine. “Ama odağınızı savaşa verin çünkü Yu’yu kazanamayacaksınız, en azından savaşı kazanırsınız.”
Sonra Yu’nun onu kucağına alması için kollarını kaldırdı. “Gerçi Yu savaşı da sizin yerinize kazanır.”
Yu, Yurine’yi kucağına alırken sessizdi. Yurine’nin söyledikleri onu ne utandırmış ne de canını sıkmıştı. Cornelia ve Sivina’nın duyguları ile ilgilenmiyor gibiydi.
Bu tepkisizlik Cornelia’nın canını yaksa da onu anlayabiliyordu.
“Kendisini seven iki kişi varken ne yaparsa yapsın birinin canını yakacak, değil mi? Gerçi ne yaparsa yapsın diyemem…” Sivina’ya göz ucuyla baktı. Yu’nun yanındayken deniz yeşili gözleri parlıyordu. “Ama olmaz… Yani… Uygun kaçmaz… Yani…”
Bunu düşündüğü için yanaklarının rengi de saçları ve gözleri ile aynı tona ulaştı. Yu onun sağlıklı düşünmesine engel olan bir alkol gibiydi.
“Bay Valarfin!” Rinonun üstünde kendilerine yaklaşan bir gencin sesini duydular. Gelen Jaime Von Salamon’du. “Yanınıza gelirken Efendi Link ile karşılaştım, buraya doğru gelen bir ordu olduğunu söylüyor! Ne yapacağız?”
***
“Long hazretleri…” Katedral kızlarından biri elini Yashin Huo Long’un göğsünde gezdirirken diğerinin başı bacaklarının arasındaydı.
“Long hazretleri…” Kız, Yashin Huo’nun boynunu öperek yukarı çıkarken kendinden geçmiş bir şekilde ismini sayıklıyordu.
Yashin onun başını tuttu ve yukarı kaldırıp dudaklarını öptü, bu sırada diğer kız üstünü çıkarmaya başlamıştı.
“Öhöm…”
Bir başka kızın sesi üçünün de odağını bozdu. Yashin Huo istifini bozmadan beklerken diğer kızlar telaşla kalkıp üzerlerini düzelttiler ve kızıl saçlı kızın iki yanından geçerek hızla çadırı terk ettiler.
“Savaştan önce motive olmam gerektiğini biliyorsun,” dedi Yashin Huo. İşi bölündüğü için sinirlenmişti ama gelenin Akalda olması fena değildi. “Bunu telafi edecek misin?”
Akalda, Yashin Huo’yu baştan çıkarmaya yönelik günahkâr bir tebessüm ile yürüdü ve kucağına oturdu. Onun dolgun kalçasını hissetmek her zaman güzeldi.
Yashin Huo onun kızıl saçlarını koklarken Akalda bir kolunu boynuna doladı ve kalçasını ileri geri hareket ettirdi. Bu hareket Yashin Hou’yu delirtiyordu, tam onu öpmeye başlayacaktı ki Akalda geri çekildi ve parmağını Yashin Huo’nun dudaklarının üstüne koydu.
“Ih-ıh… Kardinal hazretleri bekliyor, onu bekletmemeliyiz.”
“O piçi biraz bekletsek de bir şey demez,” dedi Yashin Huo ve Akalda’nın parmağını çekerek dudaklarına yapıştı.
Akalda onun kendisini öpmesine bir süre müsaade etti, bu sırada Yashin Huo onun göğsünü avuçluyordu.
Yashin Huo onun bir orospu olduğunun farkındaydı. İnsanlara istediklerini yaptırmak, onları kontrol etmek için vücudunu kullanıyordu ama bununla bir sorunu yoktu.
Onu hiçbir zaman kendisi için istememişti, sadece vücudu Yashin Huo’yu delirtiyordu ve kardinalin haberi olmadan onun yanındaki kadını sikmek harika hissetmesini sağlıyordu.
Akalda onun dudaklarından uzaklaştığında yüzünde haylaz bir gülümseme vardı ve zümrüt rengi gözleri parıldıyordu. Boynundan kulağına kadar Yashin Huo’yu yaladıktan sonra üzerinden kalktı.
Yashin Huo işin tekrar yarım kalmasından hoşlanmamıştı ama Akalda tekrar konuştu.
“Eğer beni memnun edecek başarılar sergilersen devamını getirebiliriz,” dedi ve göz kırptı. Ardından çadırdan ayrıldı.
Yashin sağına baktı. Oturduğu koltuğun sağında üzerinde kadeh olan bir sehpa vardı. Kadehe elinin tersiyle vurdu ve içindeki şarap etrafa saçılırken kadeh yere düşüp parçalandı.
“Lanet olası Tempo piçi...”
Ayağa kalktı ve üstünü giyinmeye başladı ama plaka zırhı tek başına giyemiyordu. Bu yüzden öfkeyle bağırdı.
“Neredesiniz! Buraya gelin!”
Yashin Huo’nun sesini işiten iki yaver koşarak çadırdan içeri girdi. İkisi de Long Klanı’nın üyesiydi ve ikisi de Yashin Huo’nun yeğeniydi.
Rahatlayamadığı için sinirlenmişti ve sinirini onlardan çıkarmak istiyordu, bu yüzden elinin tersiyle iki yeğeninden kısa boylu olanına vurdu.
“Neden hemen gelmiyorsunuz!”
Çocukların ikisi de Yashin Huo gibi sarı saçlara ve kızıla çalan kahverengi gözlere sahipti. Genel olarak Longlar böyle görünürdü.
İki çocuğa da kızması anlamsızdı ve onlara söylediği sözlerin altında mantıklı herhangi bir argüman bulunmuyordu. Gelmeleri için seslendiği anda ikisi de çadıra girmişti ama Yashin Huo sinirliydi ve birine vurmadan bu siniri geçiremiyordu.
“Ö-Özür dileriz,” dedi yeğenlerinden uzun boylu olan.
“Özrünü kendine sakla,” dedi Yashin Huo. “Çabuk olun, sizi bekleyecek değilim.”
Arkasını döndü ve yaverleri ona plaka zırhını giydirirken sinirini atmak için keseceği kraliyet askerlerini hayal etti. Bu dünyada onu sevişmek ve adam öldürmekten başka tatmin eden herhangi bir şey yoktu.
--------------------------
21.04.2022 - 00:44
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..