Ateşli bir rüyanın içerisindeydi.
Koştuğu yoldan daha önce de koşmuş; aynı bulutların üstünde, aynı gökyüzünün altında daha önce de bulunmuştu. Gökyüzü Sarayı’ndaydı.
Fakat önceki seferlerin aksine büyük bir fark bulunuyordu. Gökyüzünü kaplaması gereken binlerce yıldız yoktu ve gümüş rengiyle parlayan ay yerini kırmızı bir güneşe bırakmıştı.
Yıldız yanıyordu. Yıldızın alevleri etrafındaki dünyayı büküyor, gökyüzünü kızıla boyuyordu. Bulutların da yandığını görebiliyordu, muhtemelen arkasında da yanan kuleler vardı fakat emin olmak için bakamazdı. Kovalanıyordu.
Kim veya ne olduklarını bilmediği şeyler tarafından kovalanıyor, onla tarafından yakalanmamak için tüm gücüyle koşuyordu. Onların dokunuşuna maruz kalma fikri bile tüylerini ürpertiyordu.
Karşısında yükselen kuleyi hatırlıyordu. Önceki seferden farklı olarak daha büyük ve görkemli gözükse de Rie ile tekrar buluştukları kuleydi. Eğer tekrar oraya giderse Rie’yi yeniden görebilir, belki onun kollarında huzur bulabilirdi.
“Ah!”
Ayak bileğinin tutulmasıyla küçük bir çığlık attı ve koştuğu yolda yüzüstü yere düştü. Canı yanmış, düşüşün etkisiyle dirseği sıyrılmıştı.
Onu tutan şeye bakmak için arkasını döndüğünde büyük bir gölge yığınıyla karşılaştı. Yığın o kadar büyüktü ki yola sığmıyordu. Dünyayı sağdan sola tamamen kaplıyor, o yığının içinden çıkan eller Yu’ya uzanmaya çalışıyordu.
Ve biri onu yakalamayı başarmıştı. Onu bileğinden yakalamış, yığının içine çekmeye başlamıştı. Yu çığlık attı ve kurtulmak için boştaki ayağını kullanarak onu yakalayan ele vurdu.
Zihninin içinde haykırdı. “Yalnızca kılıcım yanımda olsaydı, bunun yaşanmasına gerek kalmazdı!”
Eğer kılıcını elinde tutuyor olsaydı onu kullanır ve onu yakalayan eli keserdi. Hatta gölge yığınıyla bile savaşabilirdi. Onu tutabildiğine göre kesilebiliyor, kesilebildiğine göre öldürülebiliyor olmalıydı. Yu Valarfin birilerini öldürmekte iyiydi.
Tembelce hareket eden diğer eller onu yakalayıp tamamen gölge yığınına çekmeden önce tekmelediği el bileğini bıraktı ve Yu özgür kaldı. Sürünerek yığından uzaklaştı ve ayağa kalkarak koşmaya devam etti.
Amacı kuleye ulaşmaktı. Kuleye ulaştığında güvende olacağını, onu kovalayanları sonsuza dek geride bırakacağını düşünüyordu. Gölge yığınından uzanan elleri hemen arkasında hissetse de başını çevirmedi ve ileri doğru koşmaya devam etti.
Korku yüzünden kalbi hızlanmış, kalbine Gökyüzü Sarayı eşlik etmeye başlamıştı. Kızıla boyanmış gökyüzüne baktığında onun parçalanmak üzere olan bir cam olduğunu düşündü.
Eğer gökyüzü parçalara ayrılırsa Rie’nin bulunduğu kule de elbet bundan zarar görürdü. Bunu önleyebilmek için yapabileceği bir şeyler aradı. Sadece kaçıyor, tüm sorunlarından kaçarak kurtulabileceğini düşünüyordu.
Gölge yığınının hâlâ onu takip ettiği gerçeği ele alındığında kaçmak pek de yardımcı olmuyordu. Dönüp savaşması, hatalarıyla yüzleşmesi gerektiğinin farkındaydı ama…
“Eğer kılıcım elimde olsaydı!”
Elinde bir kılıç yokken ve kullanabileceği tek şey yumruklarıyken savaşmaya korkuyordu. Yenileceği ve tüm hataları altında ezileceği korkusu o kadar yoğundu ki Yu’yu arkasına bile bakmadan kaçmaya zorluyordu.
İnsanlara karşı kinini, kıskançlığını ve nefretini gizleyip aslında olmadığı örnek kardeş taklidini yapmaya başladığı andan Amelia’yı kendisi için kullandığı ana kadar olan tüm günahları onu sarıyordu.
Gölge yığını sağına ve soluna geçmiş, ellerini vücuduna sürerek onunla alay ediyordu. Ellerden birisi tekrar onu tutmak istediğinde kıyafetini yakaladı, Yu hız kesmeden koşmaya devam edince kıyafet yırtıldı ve Yu’yu yarı çıplak bıraktı.
Üstündeki kıyafet çıktığında soğuğu hissetti. Tepesinde yanan kızıl yıldızı düşündüğünde Gökyüzü Sarayı’nın sıcak olacağını düşünürdü ama öyle değildi. Terk edilmiş bir soğuğu barındırıyor ve misafirinin vücuduna işliyordu.
“Beni bırakın!” diye haykırdı Yu. “Bunu yaşamak zorunda değilim! Sizi görmek zorunda değilim!”
Peşindeki şey kendi yarattığı günahlar olsa da onları istemiyordu, kendi eserlerini sevmiyordu. Tamamen terk edileceği anlamına gelse bile onların yok olmasını ve burada yalnız kalmayı istiyordu.
Evet, böylesi daha iyi olurdu. Eğer sonsuza dek burada kalırsa hem hakkı olan cezayı çeker hem de insanlara bir daha zarar vermezdi.
“LANET OLSUN!”
Koştu. Yaptığı her şeyden kurtulmak için, yeni bir hayata başlayıp her şeyi geçmişte bırakmak için koştu. Mevcut gerçeklikte günahlarına karşı durmasının bir yolu yoktu, istese de istemese de kaçmak zorundaydı.
Buraya geldiğini hatırladığı ilk seferde Gökyüzü Sarayı’nın duygularını hissedebiliyordu. Şimdiyse duygu yoktu; Gökyüzü Sarayı’nın kalp atışları onunkilerle birlikte gitgide hızlanıyordu ama duygularını paylaşmayı reddediyordu.
Kuleye yaklaştığı her an günahların baskısı artıyor, Yu onlardan uzaklaşmak için hızlandıkça başının üstünü kaplayan gölgeler gökyüzünü kapatıyordu.
“Biraz daha… Yalnızca biraz!”
Parmaklarını uzatıp kuleye doğru zıpladığında gölge yığınından uzaklaştığını hissetti. Sonunda onlardan kurtulmuştu. Kulenin kapısı kendiliğinden açıldı ve Yu’yu içeri aldı.
“Sonunda…” diye iç çekti soluklanırken. “Hepsine lanet olsun.”
O kadar hızlı koşmuş ve kalbi o kadar hızlı atmıştı ki göğsü ağrıyordu. Dalağı şişmiş ve karnına nefes almasını zorlaştıran bir sancı girmişti. Kapı arkasından kapandığında güvende olduğunu düşündü ve yere çöküp sırtını kapanan kapıya dayadı.
“Neden bunları yaşamak zorunda olan benim? Neden bir başkası değil?”
Tek yaptığı şey doğmaktı ve doğmayı seçen kendisi bile değildi. Doğmuş ve doğduğu için hayat adını verdiği işkenceyi tecrübe etmek zorunda kalmıştı. Yapmadığı seçimler yaptığı seçimleri tetiklemiş; yaptığı seçimlerde sürekli yanlış seçenekleri seçmiş ve sonunda olduğu aşağılık varlığa dönüşmüştü.
Yumruklarını sıktı. Bir kez daha olduğu kişi yüzünden kendinden nefret etti ve olduğu kişiyi değiştiremeyeceğini bilerek küfür etti.
“Siktir.”
Elinin tersiyle alnındaki teri sildi ve terden ıslanmış saçlarını geriye doğru yatırdı. Kulenin tepesinde bekleyen kişinin Rie olduğunu biliyordu. Onu tekrar görebilmek için yukarı çıkmalıydı.
Karnı hâlâ aldığı ağır nefesler yüzünden kuvvetlice şişip inerken merdivenleri çıkmaya başladı. Önceki seferinde kulenin duvarlarına asılmış çerçeveleri fark etmiş ama bakmak aklına gelmemişti. Zaten önceki sefer rüyanın kontrolü elinde değildi ama şimdi özgür iradeye sahip olduğunu hissediyordu.
Çerçevelere baktı. Beyaz siluetlerden başka bir şey yoktu. Onların kime ait olduğunu anlamak için yakından incelemek istedi. Yüzsüz siluetler o yaklaştığında hareket etmeye başladı.
Yu ilk harekette korktu ve kule boyunca düşmemek için merdivenlerin korkuluğuna tutundu. Siluet onu umursamadan hareket etmeye devam etti, yürüyordu. Bir ağacın gövdesi altına gelene dek hareket etti ve orada durdu. Ağacın altına oturduğunda resim dondu ve sıradan bir tabloya dönüştü. Onu sıradan tablolardan ayrı kılan şey içindeki kişinin bembeyaz bir adamdan ibaret oluşuydu.
“Bu neydi?” diye sayıkladı. “Tablonun tek olayı bu mu?”
Kulenin tepesine doğru merdivenleri çıkmaya devam etti. İlerlerken farklı tablolara bakıyor lakin farklı şeyler bulamıyordu. Beyaz siluetler, beyaz siluetleri takip ediyor; her biri anlamsız yerlerde durup anlamsız resimlere dönüşüyordu.
“Bunların amacı ne ki? Bana ne anlatmaya çalışıyorlar?” Aklına duyduğu ninni geldi. Sonra da Rie’ye sorduğu soruyu düşündü. “Bunlar geçmişe ait anılar olabilir mi? Bu ruhun asıl sahibinin anıları.”
Kullanılmış bir ruhu olduğunu düşünmek hoş değildi. İkinci el eşyalar kullanmaktan hoşlanmıyordu ve sürekli içinde taşıdığı şeyin daha önceden bir başkasına ait olduğu fikri onu rahatsız ediyordu.
“Bu yalnızca saçma bir fikir. Rie ruhumun temiz olduğunu söylemişti. Dünyada bir süre yaşadıktan sonra hâlâ temiz kalabilecek insan yok.”
Yine de tablolardaki siluetlerin beyaz olması onu şüphelendirmiyor değildi. Belki gerçekten de günahsız bir insan vardı ve ruhu şanssızlık eseri Yu Valarfin gibi bir günahkâra denk gelmişti.
“Ben talep etmedim. Bir ruhum olmasaydı ne fark ederdi ki? Öldükten sonra bilincim kayboluyorsa hiçbir anlamı yok.” Ölüm fikrini dile getirmek tüylerini ürpertti. “Keşke gerçekten bir ölüm meleği olsaydı…”
Bir kapıyla karşılaşana dek diğer tabloları görmezden geldi, hepsinin anlamsız olduğunu düşündüğü için ilgisini çekmiyorlardı. Kapıyla karşılaştığında ise durdu ve aşağıya baktı. Son gelişinde bu kadar merdiven çıktığını hatırlamıyordu. Kule gerçekten büyümüş ve farklı bir yapıya dönüşmüştü.
“Kapılar beni pek harika dünyalara götürmüyor,” dedi. Yine de kapının ardında ne göreceğini merak ediyordu. Kapının kulpunu tuttu ve aşağı çekip ittiğinde bembeyaz bir dünya ile karşılaştı.
Dünyanın beyazlığı azalır ve yerini farklı renkler ile değiştirirken Yu kapıdan geçti. Boşluğa adım atarak yere düşeceğinden korkmuştu ama korktuğu başına gelmedi, sadece süslü bir yatak odasının içine girdi.
Büyük kırmızı bir yatak odanın ortasındaydı. Odaya bağlı balkonun kapısı açıktı ve hemen önünde bir çalışma masası vardı. Odanın tek bir duvarı dolaplara ayrılmıştı.
Dışarısını görmek için balkona doğru ilerledi. İlerledikçe manzara daha görülür oluyordu. Geceydi ve yıldızlar her zaman olduğu gibi göğü kaplamıştı. Sıra dağların ufuk çizgisini kapladığını görebiliyordu. Balkonun hemen önüne geldiğinde aşağıda parlayan yüzlerce ışığı fark etti. Yüksek bir yerdeydiler.
Manzarayı daha iyi görebilmek için dışarı çıkacaktı ama arkasında duyduğu gıcırtılı bir sesle irkildi. Onun ardından kapıdan gelen bir şeyin olduğunu, günahlarının onu bulduğunu düşünerek arkasını döndü ama karşılaştığı şey sadece bir başka beyaz siluetti.
Beyaz siluetin yüzüne bakan Yu’nun elleri titriyordu. Tablolardakinin aksine onunla karşı karşıyaydı. Zarar göreceğinden korkarak geri adım attı fakat ikinci adımı atamadan yere düştü.
“Sevgilim!” Üzerinden bir başka beyaz siluet geçti. “Sonunda döndün, seni çok özledim.”
Sesi ona tanıdık geliyor ama sesin sahibini hatırlamıyordu. Konuşan bu yeni siluet bir kadına aitti. Yu, siluet üstünden geçerken hiçbir şey hissetmemişti ve siluet de onu fark etmiş gibi davranmıyordu.
Koştu ve ilerideki beyaz siluetin kollarına atladı.
“Ben de,” dedi erkek olan siluet. “Seni düşünmediğim tek bir an olmadı. Pek çok defa pencerene konan bir kuş olmayı denedim. Tek yapabileceğim seni izlemek olsa bile yanında olacaksam buna değerdi.”
“Ben bu hâlini tercih ediyorum,” dedi kadın. Yu’nun yüzü romantizmin yoğunluğu yüzünden ekşirken kadın başını adamın göğsüne koydu. “Artık dayanamıyorum. Artık günlerimin sen olmadan geçmesini istemiyorum.”
Yu oturduğu yerden onları izlemeye devam ediyordu. İki siluet birbirine daha sıkı sarılmış, adeta kenetlenmişti. İkisinin de beyaz olmasından ötürü Yu ikisinin vücut hatlarını ayırt etmekte zorlanıyordu.
Kadın tekrar konuştu. “Tüm bunlar ne zaman bir son bulacak?”
“Bilmiyorum,” dedi adam. “Bin yıl önce de böyleydi, şimdi de böyle. Muhtemelen bin yıl sonra da böyle olacak. İnsanoğlu varlığını sürdürdükçe bitmeyecek.”
“Korkunç gözüküyor.” Kadının sesi titremeye başladı. “Ama senin dışında da bunu yapabilecek sayısız kişi var. Neden sen olmak zorundasın? Neden ben dururken bunu seçiyorsun…”
“Üzgünüm, keşke bir şeyi seçmiş olsaydım.” Adam, kadının başını okşadı ve alnına bir öpücük kondurdu. “Bana sunulan şey bir seçim değildi, yalnızca yürüdüm ve olduğum şey bu. Bu… Bana verildi.”
Yu kalbinde bir ağırlık ve omuzlarında hiç taşımadığı bir sorumluluk hissetti. Kadın ağlamaya başladığında Yu’nun da kalbi acıdı.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu adam. Kadın ondan uzaklaşmış ve soyunmaya başlamıştı.
Adam gözlerini kaçırıp karşısındaki kadına bakmaya sakınırken kadın yalvarırcasına konuştu. “En azından bana bunu ver.”
Yu’nun aksine adam hayran olunası bir erdem örneği sergiliyordu. Yalnızca bir siluetin hatlarından ibaret olsa da kadının vücudunun güzelliğini arkasından bakan Yu bile görebilirken adam ona karşı koyuyordu.
“Üzgünüm,” dedi tekrar ve arkasını döndü. “Seni kendimden bile koruyacağım. Üstünü giy.”
Canı mı sıkılmalıydı yoksa adama saygı mı duymalıydı karar veremedi. Ona göre kadını reddetmesi için hiçbir sebep yoktu.
Siluetlerin daha fazla hareket etmediğini fark eden Yu ayağa kalktı. Siluetlerden uzak durmaya çalışarak içeri girdiği kapıya doğru ilerledi ve dışarı çıkmadan önce kadına son bir defa baktı. Gerçekten güzel hatları vardı. Burada durup onu incelemek isterdi ama adamın canlanacağı korkusuyla hızla dışarı çıktı.
Kapı çıkar çıkmaz ardından kapanmış ve Yu’ya buraya geldiği ilk geceyi hatırlatmıştı. Kapının kaybolmadığından emin olmak için arkasını döndüğünde tekrar orada olduğunu gördü ve rahatladı.
“Aptal herif. Seni seven bir kadın var ve sen ondan uzaklara gidiyorsun… Eğer aynı durumda olsaydık onun yanından-” Düşüncelerini yarıda kesti ve ayıpladığı adamın aslında kendisi olduğunu fark etti. “Sivina.”
-------------------------
06.07.2022 – 00:00
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..