Altar ile olan eğitiminden sonra çadırına geri dönmeye karar
verdi. Attığı her adımda kemikleri sızlıyordu. Yavaş yürümenin, hızlı
yürümekten daha az acı verici olduğunu keşfetmesiyle birlikte adımlarının
hızını düşürmesi uzun sürmemişti.
Kabul etmek istemiyordu ama Altar’ın Sivina’dan daha öğretici bir yapısı olduğunu reddedemezdi. Sertti, Yu’nun canını yakmaktan kaçınmıyordu ama onun verdiği eğitim daha akılda kalıcıydı.
İlk bakışta yalnızca ezbere hamleler öğrettiği ve savaş alanında ezber bilginin bir işe yaramayacağı teorisi ortaya atılabilecek olsa da kılıç ile yapılabilecek şeyler belliydi. Bu hamlelere karşılık olarak vermesi gereken hamleleri refleks hâline getirmek ve gerektiğinde doğaçlama ile harmanlamayı öğretiyordu.
Altar’ı sevmiyordu ve gelecekte de sevmeyecek olmasına rağmen kılıcın yollarını gösterdiği için memnundu. Ayrıca bir şeyler ile uğraşmak, kendini oyalamak ve ana odaklanmak onu düşünmekten de alıkoyuyordu. Yani eğitim her açıdan iyiydi.
Çadırının önüne geldiğinde otuzuna yaklaşmış çekici bir kadınla karşılaştı.
“Lord Altar sizinle ilgilenmem için beni gönderdi,” dedi Raya.
Yu sağ koluna ve kıllanmaya başlamış göğsüne baktı. Kimi yerleri kızarmış ve bazı yerleri morarmıştı. Aynı izlerden bacaklarında ve sırtında da vardı. Dokundukça acıyordu.
“Böyle bir nezaketi beklediğimi söyleyemem,” dedi Yu. “Ve böyle bir nezaketi bekleseydim de benden önce geleceğini beklemezdim.”
Raya’nın yüzü mahkeme duvarını andırıyordu. “Önceki yaralarınız için gönderilmiştim. Eğer isterseniz yenileriyle de ilgilenebilirim.”
Bu sefer baktığı yer sağ eliydi. Beklenenden çok ama çok daha hızlı iyileşmişti. Sol kolunun yapısına sahip siyah bir kabuk avucundaki yaraların üstünü kaplamıştı ama sol kolundaki kalıcı lanetin aksine avucundaki kabuk yavaşça yok oluyordu. Sırtındaki yarayı hiç görmediği için orada da aynı durum söz konusu mu söyleyemezdi.
Ve bir de yüzü vardı. Burada kendine bakabileceği bir ayna olmadığı için yüzündeki yaranın ne hâlde olduğunu bilmiyor ve artık umursamıyordu. Nasıl gözüktüğü umurunda değildi.
“O zaman...” Yu eliyle çadırın girişini işaret etti. “Önümden çekilirsen içeri gireceğim.”
“Özür dilerim, Efendi Valarfin.” Raya boynunu eğip Yu’nun yolundan çekildi. “Buyurun, hizmetçileriniz sizin için kahvaltıyı hazırlamış.”
İçeri girdikten sonra alkol şişeleriyle dolu masanın üstünde biraz yer açıldığını ve bir tabağın içine tavuk etinden birkaç parça konulduğunu gördü. Oturabilmesi için bir sandalye getirilmişti.
Köleleri ayaktaydı ve başlarını eğmiş bir şekilde masanın önünde bekliyorlardı. Yu başını arkasından çadıra giren Raya’ya çevirdi.
“Onlar ne zaman yemek yiyor?”
“Köleler yemeklerini gün doğumu ve akşam vaktinde yiyorlar, efendim.”
Cevabı alışıyla soruyu sormamış olmayı diledi. Onların durumuna üzüldüğünden değildi, sadece kendisini onlarla ilgileniyormuş numarası yapan bir adam olarak göreceklerinden endişelenmişti. Yıllarca olmadığı birinin taklidini yapmış olsa da kendi kontrolü dışında bir başkası gibi gözükmek istemiyordu.
Sandalyeye oturdu ve öğle vaktine sarkmış kahvaltısını yapmaya başladı. Raya sandalyenin arkasına geçti, Yu’nun yarası açıktaydı. Şifa büyüsüne başladığında, büyünün odağı olan kısım vücudunun bir parçası değilmiş gibi hissetti. Sanki orada bir boşluk vardı.
İlk kez şifa büyüsü uygulanırken bir şeyler yiyordu ve birkaç ısırığın ardından büyü esnasında yutkunmakta zorlandığını fark etti. Raya’nın işini bitirmesini beklerken yemeyi bıraktı.
“Bir soru sorabilir miyim?” diye sordu Raya’ya. “Eğer cevaplamak istemiyorsan önemli değil.”
Raya kısık sesle cevapladı. “Benden istenenleri yapmak zorundayım.”
Ondan isteyebileceği diğer şeyler aklından geçerken bunları düşünerek ne kadar alçak biri olduğunu bir kez daha kendine kanıtladı. Bunun haricinde biraz da ona acıdı.
“Soyadın ne?”
“Largoren,” diye cevapladı Raya. Yu’yu hiç bekletmemişti.
Largoren, Yu’nun daha önce duyduğu bir isim değildi fakat bu, Largoren adını taşıyan ailenin popüler bir aile olmayacağı anlamına gelmiyordu. Yu yalnızca Mora Krallığı’nın soylu aileleriyle ilgili değildi.
Gelecekte büyüklü küçüklü aileleri araştırmak, onlarla anlaşmak ve katedralini güçlendirmek istese de henüz o aşamaya gelemeden tüm planları hiçliğe karışmıştı. Duygusal acıyla dilini ısırdı.
“Bir keresinde Mora ve pek çok ülkede büyücülerin genellikle soylu ailelerde görüldüğü ile ilgili bir duyum almıştım. O yüzden merak ettim.”
Kendi modern dünyası veya Rolderhelm’in aksine Mora ve diğer ülkelerde insanların bir soyadı taşıması yaygın değildi. Genellikle soyadları soylularda olur, sıradan insanlar babalarının ismiyle anılırdı.
İlk sorusunun cevabını aldıktan sonra uzun süredir birine sormak istediği bir soruyu Raya’ya sormaya karar verdi. Önce cesaretini toplaması gerekiyordu, alacağı cevaptan hoşlanmayabilir hatta kırılabilirdi. Bu yüzden sessizliğin ona cesaret aşılamasına izin verdi.
Sessizlik artık ortama tatsız bir aroma katmaya başladığında sormak için doğru zamanın geldiğine karar verdi. Derin bir nefes aldı.
“Bir soru daha sorabilir miyim?” diye sordu, adeta fısıldamıştı.
“Elbette, efendim.”
“Dünya neden kötü?”
Sessizliğin tatsız aroması çadırı tekrar kaplarken Raya ellerini oynattığı için şifa büyüsünün beyaz ışığı masadaki şişelerden yansıdı ve Yu’nun gözüne çarptı.
Kendisine verilecek cevabı az çok tahmin edebiliyordu. Cevabın kalbini kıracağından neredeyse emindi ama cevabın yüzüne vuruluşunu duymayı o kadar uzun süredir istiyordu ki kırılacak kalbini görmezden geldi. Doğru yolu bulmak için canının yanmasına ihtiyacı vardı. Bazı insanlar gibi Yu da ancak böyle düzelebileceğini düşünüyordu.
Raya ikinci soruya hemen cevap vermek yerine bekleyince Yu sorusunu detaylandırmaya başladı.
“Neden güzel olan her şeye düşman? Neden korkunç ve çirkin olan her şey neden bu kadar yaygın? Neden adaletsiz ve kaotik?”
Belki bir cevap verirler umuduyla masanın karşısında dikilen üç köleye baktı. Umudu boşunaydı, onlara sormadığı sürece hiçbir şey söylemeyeceklerdi.
“Belki de,” Raya konuştu. “Yansımanızı görebileceğiniz bir yere bakmalısınız, Efendi Valarfin.”
Acı dolu bir gülümseme dudaklarında belirledi. Verileceğini beklediği cevabı çok daha yumuşak bir şekilde dile getirmişti ama hak etmediği bu nezakete maruz kalmak, şiddet dolu bir cevap almaktan daha çok yakıyordu.
“Teşekkür ederim.”
Bu cevabı diğer adamlardan birine verdiğinde başına hoş olmayan şeyler gelebilecek olsa da Yu memnuniyetle karşıladı. Kendini cevaba hazırladığı için canı yansa da yıkılmamıştı. Başkalarının ne kadar pislik biri olduğunun farkında olduğu için mutlu olduğunu bile söyleyebilirdi. İnsanların onu olmadığı kişi olarak değil de gerçek yüzüyle görmesi artık saklanmak zorunda değilmiş hissiyatı veriyordu.
Raya, Yu’nun yüzündeki çizik ve Altar’ın yol açtığı morluklarla da ilgilendi. Şifa büyüsünü bıraktığında Altar’ın yol açtığı hiçbir iz vücudunda gözükmüyordu.
Ancak şifa büyüsü Raya’nın yaptığı tek şey değildi. Daha önce Yu’nun ondan istediği gibi merhemi kendi eliyle Yu’nun sırtına, avucuna ve yüzüne sürdü. Bugün eli soğuktu, yine de bir kadının temasını hissetmek hoşuna gitmişti.
“Teşekkür ederim,” dedi Yu. “Sen iyi bir insansın.”
Raya çadırdan çıkmadan önce başını eğdi. Çadırdan çıktığında Yu bir yalnızlık hissine kapıldı, onun peşinden gitmek ve daha fazla soru sormak istedi. Üstelik en önemli soruyu sormayı unutmuştu.
Önündeki eti yemeye başlamadan önce masadaki şarap şişelerinden birinin kapağını açtı ve kadehine döktü. İştahı pek yoktu, bir şeyler yemesindeki tek sebep canının sıkılıyor olmasıydı. Buradaki adamlar can sıkıntısını köleleriyle gideriyor olabilirdi ama Yu birine tecavüz etmeyecekti. Korkunç bir canavarın bile kırmızı çizgileri olabilirdi.
“E-efen...” Sofya geveledi. Yu’nun yüzüne bakmak yerine yere bakıyordu. “Efendi... Efendi Vararfin...”
“Dinliyorum, Sofya,” dedi Yu.
“Mence çirkin şeyrerin yaygın ormasının sememi, güzer şeyrerin daha değerri orması sağramak.”
“Çocukça bir mantık...” Bir süre sonra bu cevabın onun kalbini kıracağını düşünerek konuşmaya devam etti. “Ama cevap verdiğin için teşekkür ederim. Kendimi daha iyi hissediyorum. Kendinizi ifade etmeniz güzel. Tabii bunu sadece bana karşı yapın, başkaları hoş karşılamayabilir.”
Sofya’nın mantığına katılmıyor ve söylediği gibi çocukça buluyordu. Ona göre sayısı veya kötü şeylere oranının ne olduğu önemsizdi. Güzel olan şey her zaman güzeldi.
“Bin altın da parlak ve güzeldir, dokuz yüz doksan dokuz bakırın arasındaki bir altın da. Nerede bulunduğu onun renginin hoşluğunu ve parlaklığının göz kamaştırıcı olduğunu değiştirmez.”
Kısa bir sürenin ardından Sofya’nın o kadar da haksız olmadığının farkına vardı. Ona haksızlık etmiş ve mantığını üzerinde hiç durmadan reddetmişti.
“Ama bulunduğu yer gerçekten de değerini belirliyor. Çocukça dediğim için özür dilerim.”
Sofya’nın dudaklarının uçları zor fark edilir olsa da yukarı kıvrıldı. Yu bu gülümsemenin efendisine üstün gelen kibirli bir köleye mi yoksa yakışıklı bir adamla konuşan genç bir kıza mı ait olduğunu merak etti.
“Kıyafetleri beni rahatsız etmeye başladı.”
Hâlâ aynı egzotik dansöz kıyafetlerini giyiyorlardı. Güzel durduğunu ve çekici olduklarını reddetmesi mümkün değildi ama onlara bu kıyafetleri seçme şansı verilmediğini, verilse bile diğer seçeneklerin iyi olmayacağını bildiğinden durumun istismar olduğunu düşünüyordu. Hatta düşünmekten de öte, öyle olduğunu biliyordu.
“Fia.”
“Emrinize amadeyim, Efendi Valarfin.”
“Omuzlarımı ov.”
“Emredersiniz, Efendi Valarfin.”
Fia sandalyede oturan Yu’nun arkasına geçti. Avuçlarını omuzlarının üstüne yerleştirdi ve uzun ince parmaklarıyla yavaşça omuzlarını kavradı. Raya’nın elleri gibi yumuşak olsa da Fia’nın elleri daha sıcaktı.
Teknik olarak şu anda yalnızca tek bir elinin sıcak olduğunu hissedebiliyordu. Lanetli bölgeye dokunan elini hissedemiyordu.
Ovalarken hafifçe sıkıyordu. Başparmaklarını boynuna bastırıyor, sonra omuzlarının altına inip kuluçka kemiklerinin üstünde duruyordu. Yıllar boyunca ablalarının üstünde masaj deneyimi kazanan Yu kadar iyi olmasa da sadece bir kadının ellerinin değiyor olması bile Yu için yeterliydi.
“Neden bu şey önceki sefer olduğu gibi etki etmiyor?”
Kadehindeki şarabı bitirmiş ama vücudunda meydana gelen hiçbir etki hissetmemişti. Aklı hâlâ yerindeydi ve zamanın ne kadar yavaş ilerlediğini anlayabiliyordu.
“Belki böylesi daha iyidir. Aksi takdirde kötü şeyler yapabilirim. Bu şeyleri benim gibi insanların kullanmaması gerek.”
Kadehine bir bardak daha şarap döktü. Diğerlerinin tüm günlerini böyle geçirdiğine inanamıyordu. İçiyor, kölelere işkence ediyor, yatıyor ve kılıçla oynuyorlardı. Bunların dışında yaptıkları başka şeyler de olmalıydı, zaman başka türlü geçmezdi.
Ne yaptıklarını öğrenmek içinse onların yanına gitmek istemiyordu. Merak ediyordu, öğrenmek istiyordu ama onlarla konuşacak olma fikrinden bile hoşlanmıyordu. O insanların yanında durduğu her saniye kendini onlardan biri gibi hissedeceğinden korkuyordu.
“Yurine. Neden bu kadar çabuk kabullenebiliyorum? Neden gözyaşlarım akmıyor?”
Ablalarının ölümünde verdiği tepkinin yarısını bile vermemişti.
Evet, ölümü yüzünden yıkılmış ve onu daha kötü şeyler yapmaktan alıkoyan kontrol mekanizması ortadan kalkmıştı ama içi hâlâ rahat değildi. Hakkı olan yası tutamadığına inanıyordu. Yeterince üzülmediğini düşünüyor, kalbindeki karanlık çukurun her şeyi içine çekip yutmaması ona acı veriyordu.
Çektiği acının kaynağının Yurine’nin ölümünden değil de o ölüme yeterince üzülememekten gelmesi işleri daha kötü yapıyor ama daha kötü olan şeyin ne olduğunu kavrayamıyordu.
“Yoksa içimde bir yerde onun ölmediğini-” Düşüncelerini susturmak için kadehten birkaç yudum içti. “Yu Valarfin, sen göt bir piçin tekisin.”
-------------------------
06.08.2022 – 00:00
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..