Uyandığında yanında kızının sıcaklığını hissedememişti.
Yaptığı ilk şey etrafına bakınarak Yurine’yi aramak oldu ama burada değildi.
Vücudu siyah dumanlara dönüşerek dünyayı terk etmiş, Yu’yu tek başına
bırakmıştı.
Kızını yanında bulamasa da hayal kırıklığı yüksek değildi. Onun öldüğünü, geri gelmeyeceğini biliyordu. Dün gece sadece kendini kandırmış ve kısa süreliğine iyi hissetmeyi denemişti.
Yine de uyuşturucu ona gerçek bir dünya sunmasa da gördüğü şey hoşuna gitmişti. Yurine’yi tekrar görmek, onun kokusunu tekrar almak ve sıcaklığını tekrar hissetmek dünyayı daha parlak yapmıştı. O deneyimi tekrar yaşamak, kızını tekrar görmek istiyordu.
“Hayırlı sabahlar, Efendi Valarfin,” dedi elf kadın.
Sofya masanın ayaklarından birine yaslanmış, rahat gözükmeyen bir pozisyonda uyuyordu. Yarı insan ise Yu’nun yatağının ayak ucundaydı, efendisinin bir isteği olursa yerine getirmek için dizlerinin üstüne oturmuş bekliyordu.
Onun uyandığını görüp selamlama görevini kendi aralarında paylaştırdılar mı bilmiyordu ama bu görev elf kadına düşmüş gibiydi. Yu’nun baş ucundaydı. Yu başını kaldırdığında onun iri göğüsleriyle karşılaştı. Bu, birine günaydın demek için güzel bir yöntem olabilirdi.
Ama Yu ilgilenmedi. Kızlara karşı ilgi duysa da onun bir köle olduğunu bilmek içerisindeki arzuyu yok ediyordu.
“Adın ne?” diye sordu Yu.
Elf hızlıca cevapladı. “Fia, efendim.”
“Çok basit bir isim.”
Yatakta doğruldu. Güneş yeni doğmaya başlamıştı. Uyku düzeninin yok olacağını düşünse de sabah uyandığına göre düzeni sağlaması zor olmayacaktı.
“Buyurun, efendim.”
Fia, Yu’ya bir bardak bira uzattı. Yu birayı almadan önce Fia’nın gözlerine baktı, Fia gözlerini Yu’nun sabah ereksiyonu geçirmiş penisine doğrultmuştu. Elfin cinsel ilişkiyi arzuladığını zannetmiyordu, sadece Yu’nun bacaklarının arasındaki kabarıklık dikkat çekiciydi. Elf bakışlarının fark edildiğini görünce gözlerini efendisinin ayağına çevirdi.
Yu biradan birkaç yudum içti. “Sabah sabah bu ne amına koyayım ya? Su içmek istiyorum.”
En son Sivina ile kısa bir gezintiye çıkmadan önce su içmişti. Daha sonraki kargaşa ve yaşam şartlarının ani değişimi onu sudan uzaklaştırmış ve farklı şeyler içmeye yönlendirmişti. Karşısındaki insanlar farklı sıvılar tüketmeye alışkın olabilirdi ama Yu yeni diyetine alışmak istemiyordu, soğuk su içmek istiyordu.
“Çişim var.” Yu bardağı Fia’ya geri verdi. “İstiyorsan sen iç.”
Yataktan kalktı ve elfi arkasında bırakarak çadırdan çıkmak için yürüdü. Birkaç adımın ardından çadırın çıkışına geldi, durdu ve arkasını döndü.
“Ama böyle dersem içmezsin, değil mi? Sen iç ve arkadaşına da dök.”
Fia başını eğdi. “Emredersiniz, Efendi Valarfin.”
Yu çadırdan çıkıp işemek için ormanın sınırına doğru yürürken köleleri de Yu’nun buyruğunu yerine getiriyordu.
Yu onlara iyi davranmaya çalışıyordu ama bunu iyi biri olduğundan değil, onlara kötü davranırsa aynı zamanda kendi vicdanına zarar vereceğinden yapıyordu. Eğer imkânı olsaydı onları özgür bırakırdı.
“Amına koyayım.”
Dünya maviye boyanırken birkaç kişi dışında Vazgeçilenlerin çoğu yatıyordu. Küçük çadırlarında köleleştirdikleri ve tecavüz ettikleri elf kızları vardı. Yu çadırların açık ağızlarından içeri baktığında bazılarında dayak yemiş oğlanlar olduğunu gördü.
「Ölmen gerekiyor. Hak eden biri olsaydı bunların yaşanmasına izin vermezdi.」
Yalnızca beyaz siluetler hâlinde gördüğü silahşorların sesini tekrar duydu. Eğer kendisini tanımasaydı delirdiğini söylerdi fakat delirmeye elverişli bir insan olmadığını biliyordu. Duyduğu sesler gerçek varlıklara aitti, onun ölmesini istiyorlardı.
「Nereden baksan kirlisin. Bizden biri olsaydın hepsini öldürürdün.」
「Bizden biri olsaydın Vazgeçilenler dün gece ölürdü.」
「Ama değilsin. Bu yüzden ölmelisin.」
「Ardından ruhumuz bir kahramanın vücuduna girebilir.」
「Onun için.」
Sabah başlamak üzereydi ve rüyası dışında, böyle erken bir saatte sesleri duyarken hissettiği şey birilerinin arkasında olduğu ve onunla konuştuğuydu.
Korkması ve seslerden kaçmak için koşması gerektiğini düşünüyordu, normal bir insanın vereceği tepki bu olurdu fakat Yu ona ölmesini söyleyip duran sesleri görmezden gelerek ağaçların arasına girmeyi seçti.
Pantolonu sıyırdı ve penisini dışarı çıkararak bir ağacın üstüne işemeye başladı. Sıra hâlinde dizilmiş ve ağacın üstüne çıkmaya çalışan karıncalar vardı, onların üzerine nişan alarak hepsini ağacın üstünden düşürdü.
Siluetlerin sesleri azalarak yok olurken son damlaları düşürmek için sikini salladı ve donuna geri sokup pantolonunu çekti. İdrarı ağacın köklerinin arasındaki bir girintide birikmişti. Yu ayağıyla üstüne biraz toprak itti ve çadırına geri dönmek için kampa geri girdi.
“Valarfin.”
Henüz çadırına yaklaşmamıştı bile ama duyduğu otoriter ses onu yerinde durmaya zorladı. Kölelerin kafeslerinin arasından otuzlu yaşlarda yeşil saçlı bir adam çıkageldi.
“Ne oldu?” diye sordu Yu. Altar’ı gördüğü için mutlu değildi. Dünkü konuşmaları ona Altar’ın da bir tecavüzcü olduğunu söylüyordu. Üstelik ona katil demişti.
Yu’nun gergin tepkisine karşı Altar rahat bir tepki verdi. “Günaydın.”
Vazgeçilenler davranışlarını anlayabileceği insanlar olmadığı için Altar’ın şu anda ne istediğini anlamıyordu. Dünkü olay yüzünden üstüne atılıp onu dövse buna şaşırmazdı ama bunu yapacağını düşünmüyordu. Eğer onu dövmek isteseydi uyanmasını bekleyecek kadar nazik davranmazdı.
“Dün yaptığın şey aptalcaydı,” dedi Altar.
“Hangisi?” diye sordu Yu.
“Kaçıp gitmen,” diye cevap verdi. “Zaten aramızdan birilerine saldıracağını biliyordum ama kaçmak... Piç, bu çok çocukça bir tepkiydi. Senin yüzünden Oğul’un morali bozuldu, çadırından çıkmıyor. Seni üzdüğünü zannediyor.”
Zannetmek kelimesi orada bir fazlalık oluşturuyordu ve üzmek kelimesi bir açıdan doğru olsa da yeterli bir tanım değildi.
“Beni tiksindiriyorsunuz. Siz... Onun yaptığı şey...”
“Eğer buradaysan bizden farkın yok demektir. Tiksindiğin kişi sensin.”
Kendinden tiksindiği doğruydu. İnsanlara zarar veriyordu, onları öldürüyordu. Uğruna elde edeceği sonuca değip değmeyeceğini umursamadan kötü eylemler sergiliyordu. Kendinden iğreniyordu, kendinden nefret ediyordu. Yu Valarfin isimli varlığı hiçbir zaman affetmeyecekti.
“Felsefe yapma amına koyayım.”
Ama bunu Vazgeçilenlerin savunması olarak kabul etmiyordu. Burada olmasının sebebi başka bir şeydi. Onun görebildiğinin ötesinde planlar yapan biri veya birilerinin eylemleri sonucunda burada duruyordu.
“Tch... Tahmin ettiğimden daha ağırbaşlı çıktın. Ağlayıp zırlayacağını ve kaçmaya çalışacağını düşünmüştüm. Hatta intihar etmeyi deneyebilir diyordum.” Altar, Yu’nun üstüne yürüdü ve onu omzundan tutup yanına çekti. Birlikte ilerlemeye başladılar. “Yaşadığın şeylerden sonra sakin bir şekilde ayakta durabilmen etkileyici, reddedemem. Sende biraz umut var.”
Yaşadığı şeylerden bahsederken muhtemelen dün geceki baskın hakkında konuşuyordu ama Yu ondan daha kötü bir şey yaşamıştı. Yurine’nin ölümüne sebep olmuş, ölüm anında onu kucağında tutmuştu.
Altar’ın bilmediği şeyse Yu’nun ağırbaşlı davranmadığıydı. Gömüldüğü karanlık öylesine derin ve öylesine sarmalayıcıydı ki hak ettiği şekilde kızının yasını tutmasına izin vermiyordu. Tabii tüm suçu ‘karanlık’ ismini verdiği metafora atmayacaktı.
Yurine’nin ölümüne tepki vermekten o kadar çok korkmuştu ki Rager’in uyuşturucularına sarılmıştı. Yalnızca iki gün uyuşturuculara bağımlı olmasına yetmişti. Şimdi yine uyuşturuculara sarılacak, gerçek olmadığını bilse de uyuşturucu sayesinde kendini oyalayacaktı.
Yine de tüm suçu uyuşturucuya atamazdı. Rolderhelm’deki vurgunundan, Yurine’nin ölümüne, oradan da dün gece yaptıklarına kadar tüm suçlarına normal bir insan gibi tepki veremiyor, deliremiyor, pişmanlık onu yakmıyordu.
Sebebi ise Yu Valarfin kötü bir insan olmasıydı. Her konuda tüm suç ona aitti ve o, işlediği suçlar yüzünden acı çekiyormuş gibi davranan bir sahtekârdı.
“Kahvaltı ettin mi?” diye sordu Altar.
Yu başını sallayarak hayır yanıtını verdi.
“Etmeliydin çünkü şimdi antrenman yapacağız.”
Yu, Altar’ın sakalsız yüzüne baktı. “Antrenman?”
“Evet,” dedi Altar. “Sana kılıç kullanmayı öğreteceğim.”
Yu ‘zaten biliyorum’ gibi kibirli bir cevap vermeyecekti. Gerçek savaşçıların yıllar süren eğitiminin karşısında onun sahip olduğu şeyler kısa bir eğitim ve öldürme içgüdüsüydü. Bunlar da gerçek bir savaşta yeterli gelmeyecekti.
“Neden? Benden ne istiyorsunuz? Neden beni burada esir tutup şimdi-”
Altar, Yu’nun başına vurdu. “Sana ne lan yarrağım? Çoluk çocukla uğraşmak hoşuma mı gidiyor sanıyorsun? Kapa çeneni, dediğimi yap.”
Başına aldığı tokat canını yakmış ve ona yetimhanedeki günlerini hatırlatmıştı. Orada da yetimhane anneleri Yu’ya dediklerini yaptırmak için şiddete başvuruyordu. Yu o zamanlar bir tokadın ardından nasıl tepki veriyorsa şimdi de aynı tepkiyi verdi. Uysallaştı ve Altar’ın dediklerine uydu.
Altar onu kölelerin tutulduğu kafeslerin arasından geçirdi ve kampın biraz dışına çıkardı. Burada küçük bir tezgâh ve üzerinde çekiçten testereye pek çok edevat vardı. Eğitimde kullanacakları kılıçlar da tezgâhın üstünde duruyordu.
Yu kılıcı aldı ve parmağıyla kenarını kontrol etti, keskin değildi. Kendi kılıcının keskin olup olmaması pek önemli değildi çünkü Altar onu eğiteceğini söylüyorsa bu ona vurmanın kolay olmayacağı anlamına geliyordu.
Ama yanlışlıkla gelen sert bir hamleye karşı Altar’ın kılıcının keskin olmaması iyiydi. Daha sonra iyileştirilebilecek olsa bile Yu bir yerlerinin kesilmesini istemiyordu.
“İlk kez birini eğiteceğim,” dedi Altar. Eline kılıcını alıp Yu’nun karşısına geçmişti. “Seni şu beyaz saçlı piçle dövüşürken gördüm. Yarrak gibiydin. Neden böylesin?”
“Sanki böyle olmayı ben istemişim gibi sordun,” diye cevapladı Yu.
“Bana düzgün cevap ver, sabırlı olmayacağım.”
Yu ona küfretmek istese de buna cesaret edemedi. Nasıl ki Yu yalnızca uzaktan bakınca bile etkileyici ve zeki gözüküyorsa Altar da otoriter ve güçlü gözüküyordu.
“Çünkü vücudumda mana yok,” dedi Yu. “Zaten hissedemiyor musun?”
“Mana yok...” Altar kılıcını elinde döndürüp ısınmaya çalışıyordu. “Önceki eğitmenin seni nasıl eğitiyordu?”
Sivina’nın ona verdiği eğitim Yu Zao’ya karşı hiçbir işe yaramamış olsa da Yu eğitimden ve Sivina’nın eğitmenliğinden memnundu. O ilgili ve iyi bir öğretmendi. Yaptığı işin ciddiyetinin farkındaydı ve her zaman Yu’nun iyice öğrendiğinden emin oluyordu.
“Önce teknikleri gösteriyor, sonra uygulatıyordu. Daha sonra sadece dövüşüyorduk,” diye cevapladı. “Ama teknikler ve tekniklerin uygulanmasını ön planda tutuyordu.”
“İyi yapıyormuş,” dedi Altar. “Rastgele bir şekilde saldırmaktansa yapacağın şeyleri çok önceden bilmek daha iyi olur. Savunma için de bu geçerli.”
Kılıcını Yu’ya doğrulttu, Yu da Sivina’dan öğrendiği gibi pozisyon alarak kılıcını Altar’a doğrulttu ve iki kılıç ortada buluştu. Altar’ın kılıcı, Yu’nun sağ koluna bakıyor, dolayısıyla göğsünün dışarısında kalıyordu. Yu’nun kılıcıysa Altar’ın göğsüne vurabilecek konumdaydı.
“Çoğu dövüş birkaç saniyede sonlanır, dövüşlerin en iyisi de bunlardır.”
Altar kılıcını hafifçe oynattı ve pozisyonu hızla değiştirdi. Artık rakibinin göğsüne bakan kılıç Altar’ınkiydi ve Yu’nun kılıcı dışarıda kalmıştı.
Altar kılıcını Yu’nun kılıcına sürterek ileri atıldı, Yu’nun kılıcının çeliği Altar’ın kılıcının balçağına takıldığı için daha ileri gidemedi. Hamle hızlı olduğu için kılıcını geri çekerek kendini savunmayı da başaramamıştı. Yu’nun kılıcı hâlâ havada dururken Altar’ın kılıcının ucu Yu’nun boynuna değdi.
“Gördün mü? Kılıcını öyle mal gibi tutmayacaksın. Karşındaki adamı öldürmek için sallamana gerek yok. Hızlı ol, eğer açıksa boğazına sapla.”
“Biliyorum, Sivina da aynısını söylemişti.”
“Düzgün eğitememiş o zaman.” Altar kılıcını tekrar kaldırdı. “Benim sana nasıl saldıracağımı bilmiyordun. İki sebebi var; ilki beni tanımıyor olman, ikincisi aptal bir orospu evladı olman.”
Kılıçları tekrar buluştuğunda Yu kendini ikinci bir ani saldırıya hazırladı ama Altar bu sefer hamle yapmak yerine konuşmaya devam etti.
“Rakibini tartmak için kılıcını kullan. Kılıcını mal gibi bekletmek işe yaramaz. Ona vur, ileri atıl, geri çekil. Onu tanıdığında nasıl bir saldırı yapacağına karar verebilirsin.”
Yu’nun karnı guruldadı. Altar sesi duysa da anlatmaya devam ediyordu. Sözlerini bitirdikten sonra Yu ile birbirlerini tarttılar ve rakiplerinin saldırı ve savunma için yapacağı şeyi anlamaya çalıştılar.
“Kılıcını daima önünde tut ve rakibinin onu itmesine izin verme.”
Altar, Yu’nun kılıcına vurdu. Yu’dan daha güçlüydü, Yu’nun kılıcı yere indi ve Altar kendi kılıcını tekrar Yu’nun boynuna değdirdi.
“Kılıcın önünde değilse siki tutarsın. O beyaz saçlı orospu çocuğu sana saldırırken pek çok defa böyle fırsatlar vermişti. Tahta sopalarla oynayan bir çocuk gibiydi, eğer hızlı olsaydın onu hemen öldürebilirdin.”
Yu gardını tekrar aldığında Altar yine aynı şekilde Yu’nun kılıcını önünden çekti. Ondan çok daha güçlü olduğu için Yu kılıcını önünde tutmakta zorlanıyordu.
Fakat ikinci sefer kılıcı boğazına saplamak yerine onun plaka giymiş bir düşman olduğunu varsaydı, omuz attı ve yere düşürdü. Daha sonra kılıcını Yu’nun hayali miğferinin açıklık kısmından içeri sokup ona gözünü çıkarabileceğini gösterdi.
“Fiziksel olarak senden güçlü olduğum için seni yendiğimi düşünüyor olabilirsin ama sebebi bu değil. Fiziksel güç önemli fakat çeviklik de en az onun kadar önem teşkil ediyor. Tabii senin durumunda sen ikisinden de yoksunsun. ‘Güçlü’ biriyle karşılaştığında seni kurtaracak pek bir şey kalmıyor.”
Yu ayağa kalkmak yerine dizlerini kendine çekti ve Altar’ı dinlemeye başladı.
“Bacaklarını kullan, geri çekil, ileri atıl. Kılıcın yeterince uzun, kalkanın yoksa onu iki elinle tutmak iyi bir seçenek. Sana fazla yaklaşmama izin verme.”
Yu başını salladı. Bir tecavüzcü tarafından ezilmeyi hazmedemiyordu ama anlattığı şeylerin ne denli önemli olduğunun farkındaydı.
“Peki ya sen kendinden güçlü birinin karşısında olsaydın?” diye sordu Yu. “O zaman ne yapardın?”
Altar düşünmeden cevap verdi. “Kaçardım. Kaçamazsam onu öldürürdüm.”
Kaçmayı Yu da düşünebiliyor ama kendinden güçlü birini nasıl öldüreceğini merak ediyordu. Tabii Altar’ın cevabı önceliği kaçmaya veriyordu ve Yu bunu ilginç bulmuyor değildi.
“Kaçmana izin vermedi, yolun kapalı. Karşındaki kişi senden çok daha güçlü, çok daha hızlı, belki büyü de kullanıyor. Onu nasıl öldürebilirsin ki?”
“Cevap basit,” dedi Altar. “Kılıcımı kullanırım. Saplamak ya da kesmek onu öldürmek için yeterli olacaktır.”
Yu istediği cevabı alamıyordu.
“Ama her anlamda senden daha iyi ve seni tamamen yendi. Böyle bir durumda ne yapardın?”
Altar gözlerini kıstı. Yu’yu küçük görüyordu ve Yu bunu ruhunun her zerresinde hissediyordu. Belki de onu daha eğitimleri doğru düzgün başlamadan hayal kırıklığına uğratmıştı.
“Öyle bir durumda,” dedi Altar. “Burada duruyor olmazdım.”
Yu’ya ayağa kalkmasını işaret etti. Yu kılıcından destek alarak ayağa kalktı ve sonraki hamlelere karşı gardını aldı. Altar ise gardını almak yerine konuşmaya devam etti.
“İyi dinle, Valarfin. Senden hoşlanmıyorum, sadece yapmam söylendiği için sana yardımcı olmaya çalışıyorum. Bu yüzden bu sözlerimi iyi dinle, aksi takdirde istemediğim bir şeyi yaptığım için sinirleneceğim.”
Cevapla ilgileniyordu. Başını salladı, dinleyecekti. Kendi seviyesinin üstündeki kişileri nasıl öldüreceğini öğrenmek için dikkatini verdi.
“Sen altına işerken ben kılıçla oynuyordum. Şimdiye dek yenildikten sonra yaşamaya devam eden bir adam görmedim. Sopalarla oynayan bir çocuk değilsin, Valarfin. Rakiplerini iyi seç çünkü karşındaki adam seni öldürmek istiyor.”
Bu hâlâ Yu’nun almayı istediği cevap değildi.
“Eğer rakiplerini seçemiyorsan onlardan kaç ve eğer kaçamıyorsan onları ve onların intikamlarını alabilecek herkesi öldürdüğünden emin ol. Kılıcı kullanan kişinin hayatına devam etmesinin tek yolu budur.”
Altar, Yu’nun üstüne bir hamle yaptı ve Yu, Altar’ın dediği gibi geriye çekildi.
“Eğer seni ve yedi sülaleni domaltıp dinlene dinlene sikecek adamları nasıl öldüreceğini öğrenmek istiyorsan da...” Altar ikinci bir hamle yaptı. Yu kılıcını önünde tutmasına rağmen ikisinin kılıcı tekrar sürtmüş ve Altar’ınki Yu’nun boğazına dayanmıştı. “...Soru sormayı bırak ve sana gösterdiklerimi o sik kadar beynine kazı.”
-------------------------
04.08.2022 – 00:00
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..