Cilt 4 - Bölüm 23: Nonomen (1/2)

avatar
316 4

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 4 - Bölüm 23: Nonomen (1/2)


Bir haftalık sürecin çoğunu kampta geçirmek dışında her gün orman sınırında bir miktar yol kat etmiş ve güneydeki Terazi Kardinali’nden daha da uzaklaşmışlardı. Ondan uzaklaşmak Yurine’den de uzaklaşmak anlamına geliyordu.

 

Onun yanına gitmesi gerektiğini Altar ile olan eğitimleri esnasında özel olarak belirtse de buna izin verilmemişti.

 

Çadırı istediği gibi kampın dışına doğru kaydırılmış ve kaçmayı defalarca kez düşünmüştü ama onu kovalayacak herhangi birini görememesine rağmen koşup, kamptan uzaklaşmaya teşebbüs edememişti.

 

İzlendiğini düşünüyordu. Yanında kimse yokken bile birinin gözlerini üzerinde hissediyordu. Tüm hafta boyunca izlendiği hissi kaybolmadı ve kaçma denemesinde bulunmasa bile rahatça yaşayamadı. Konfordan uzak olmak da huzurunu kaçırmış ve stres seviyesini yükseltmişti.

 

“Hoşça kal, kızım,” dedi başını masadan kaldırırken.

 

Buğulu gözlerine yanmış yaprak ve beyaz tozlardan artakalan küller ilişti. Hemen yanında devrilmiş kadehinden akan bira vardı. Yu’ya çok yakınlardı, gözünden içeri gireceklerini düşünüp sandalyede doğruldu ve yüzünü masadan uzaklaştırdı.

 

Dünya da ona tepki olarak uzaklaştı. Onu sarmalarcasına üstüne çökmüş çadır yükseldi ve eski konumuna geri döndü. Masa uzadı, yanında sandalyeler belirdi. Öğlen vakti sona ermiş ve güneş, çadırın batısına geçmişti.

 

“Ananı sikeyim...” İç çekti ve başını masaya geri koydu. “Of... Of... Of... Ne yapacağım? Ne yapmam gerekiyor?”

 

İçmek, ne yapacağını bulmasında yardım edebilirdi. Elinin uzandığı en yakın yerde bir matara vardı, tuttu ve ağzını açıp başına dikti. Biraydı, sıcaktı. Sıcak bir şey içmek istemiyordu, tükürdü.

 

Elindeki tüm uyuşturucu maddeyi bitirmişti. Biteceğini gördüğünde Altar’dan daha fazlasını istemiş ama Altar yalnızca onların dediklerini yaparsa alabileceği cevabını vermişti.

 

Kaçması ve geç olmadan Keichi’yi bulması gerektiğinin farkındaydı ama uyuşturucu sayesinde Yurine’yi görmek daha kolaydı. Tabii ki de Yu gördüğü Yurine’nin sahte olduğunu biliyordu. Buna rağmen Yurine’nin ölümüyle sarsılan iradesi gücünü kaybettiği için kolay yola başvuruyor, yapması gereken şeyden uzaklaştığı için kendine bahaneler yaratıyordu.

 

“Bana yardım etseniz size taparım aslında...” diye düşündü yukarıya bakarak. Çadır yüzünden gökyüzünü göremiyordu. “O kadar şey yaptım, beni görüp bir yardım eli uzatmak zor olmasa gerek? Böylece dünya daha iyi bir yer olmaz mıydı? Sizin dünyanız?”

 

Bir kez daha herhangi bir ilahi varlık ona cevap vermemişti. Zaten vermiş olsalar bile bu Yu için olumlu sonuçlanmazdı. Yu ona yardım eli uzatan tanrı veya tanrılara nankörlük eder, ablalarının ölümünde nerede olduklarını sorgulardı.

 

Eğer tanrılar onu görüyorsa yardım eli uzatmamalarının sebebi Yu’nun nankörlük yapacağını bilmeleri olabilirdi.

 

“Canım sıkılıyor. Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Çok fazla şey yapmak istiyorum.”

 

Sandalyeden kalktı ve kollarını havaya kaldırıp gerindi. Biraz jimnastik hareketi yaptıktan sonra arkasını döndü. Köleleri, büyük bir yer yatağının üstünde oturuyordu. Konuşmuyorlardı, uyumuyorlardı, hiçbir şey yapmadan bekliyorlardı.

 

“Onların hayatı benimkinden çok daha sıkıcı olmalı.”

 

Sofya, Fia ve Deniz ile iyi geçindiğini düşünse de arkadaş değillerdi, muhabbet etmiyorlar ve yalnızca Yu soru sorduğunda konuşuyorlardı. Yu içtikten önce veya sonra bazen onlara bağırıyor ama hemen ardından özür dileme krizi baş gösteriyordu. Bir köle oldukları ve dışarıda bulundukları zaman diğer Vazgeçilenlerin onlara karşı sergilediği saygısız tutum da değişmemişti. Her şeye rağmen somurttukları süre, Silvia’nın somurttuğu süreye kıyasla azdı.

 

Silvia başka bir meseleydi. Yu’nun kölesi olmak, Vazgeçilenler arasında herhangi birinin kölesi olmaktan çok daha iyi olsa da nihayetinde bir köleydi. Üstelik sevdiği adamı öldüren adamın kölesiydi. Bunun ona nasıl duygular yaşattığını anlamaya çalışmak bile yorucuydu.

 

“Amına koyayım, cidden çok saçma iş. Nasıl öyle bir aptalı sevebilirsin ki? Hayır... Anlayamıyorum... Anlamıyorum... Ben bilmiyorum... Birilerinin beni sevmesi çok normaldi ama neden biri onu sever ki? Çok saçma.”

 

Silvia dizlerinin üstüne oturuyor, yere bakıyor ve düşünceli gözüküyordu.

 

“Yabancı olduğu için miydi? Silvia köyünün dışındakilere, özellikle insanlara yabancı olmalı. Bir anda kendilerinden çok farklı fenotipe sahip biri geldiğinde ilgisini çekmiştir. Sebebi bu olmalı.”

 

Kendince kurduğu mantığı komik buldu, kendi kendine güldü. Bir haftadır bu gülüşlere alışan köleleri başlarını kaldırıp kendi kendine gülen sahiplerine bakmadılar. Kendi kendine güldüğünü fark edince biraz daha güldü.

 

Bu gece yine bir elf köyüne saldıracak ve her şeyi yakıp, yıkacaklardı. Öldürecekler, sağ kalanları köleleştireceklerdi. Vazgeçilenlerin yapmayı bildiği tek şey buydu.

 

Elfleri de anlayamıyordu. Neden kaçmadıklarını, neden ormanlarında kaldıklarını merak ediyordu. Belki onların gelişlerini bilmiyor olabilirlerdi ama çevre köylerde neler yaşandığını öğrenmiş olmaları gerekirdi.

 

“Onlar için üzülüyorum ama hâlâ burada durmaları doğal seleksiyon sayılmaz mı? Ya da yapay... Seçimli... Neyse ne, ölümü bekliyorlar. Onların seçimi. Sanırım.”

 

İç çekti. Şu anda olduğundan daha kötü biri olsa belki kölelerine yapacağı şeylerle zaman akardı ama şu anki hâliyle zaman akmamak için ısrar ediyordu.

 

“Silvia,” diye seslendi.

 

Her ne kadar diğerleri gibi hâlinden memnun olmasa ve Yu’ya karşı içten içe kötü düşünceler beslese de itaatkârdı. Emirleri ikiletmiyor ve dediği her şeyi yapıyordu.

 

“Emrinizdeyim, Efendi Valarfin,” dedi.

 

Yu eliyle ayağa kalkmasını işaret etti. Silvia, Yu’nun işaretiyle hemen ayağa kalktı. Onu böyle itaatkâr görmek hem memnun ediyor hem de üzüyordu.

 

“Kılıç kullanmayı biliyorsun. Benimle antrenman yap, elflerin tekniklerini göster.”

 

Kısa bir gecikmenin ardından Silvia gönülsüzce kabul etti. “Emredersiniz, Efendi Valarfin.”

 

Öğlene kadar Altar ve diğer Vazgeçilenlerden birkaç kişiyle antrenman yapmıştı fakat bu gece baskın vardı ve ondan önce biraz daha ısınmak fena olmazdı. Yani, kendine böyle söylüyordu. Gerçek ise sadece canının sıkıldığı ve vakit geçirmek istediğiydi.

 

“Antrenman kılıçlarını getirin. Biriniz de içki- vazgeçtim, su getirsin. Silvia’ya da alın. Biz ormanın girişinde olacağız.”

 

“Emredersiniz, Efendi Vararfin,” dedi Sofya.

 

Yu, Silvia ile birlikte çadırdan çıktı. Onları mataraları taşıyan Sofya takip ederken Fia ve Deniz kılıçları almak için ayrıldı.

 

En önde yürüyordu. Silvia onun hemen arkasındaydı. Eğer isterse hemen şimdi Yu’yu öldürebilir ve Sung-min’in intikamını alabilirdi ama yapmıyordu. Yaparsa başına geleceklerin ölümden daha beter olduğunu biliyordu. Vazgeçilenler itaat etmeyi reddeden kölelere karşı gaddardan daha fazlasıydı.

 

“Elfler berbat savaşıyordu,” dedi ormana girmeden önce. “Benden bile daha berbatlar. Sizin gerçekten fantastik varlıklar olduğunuza inanmak güç. Tüm o manayla nasıl kötü savaşabilirsiniz?”

 

Silvia bunun cevap vermesi gereken bir soru yerine efendisinin aşağılaması olduğunu düşündü. Kelimeleri içine gömdü ve Yu onu cevap vermeye zorlayana dek konuşmadı.

 

“Cevap vermen gereken bir soruydu.”

 

“Özür dilerim, Efendi Valarfin,” dedi Silvia. “Ormandan çıkmayız. Bu yüzden çeliği insanlar kadar yoğun kullanmıyoruz ve dövüş yöntemlerinize yabancıyız. O... Lord Oğul, zırhının içinde bizim için bir felaket olmuştu.”

 

“Ateş büyünüz vardı, onu pişirmeyi neden akıl edemediniz ki? Elfler, sizi daha zeki beklerdim. En azından bilge? Evet, izlediğim animelerde bu kadar aptal değildiniz. Hatta önceden tanıdığım elfler de değildi. Hayal kırıklığına uğradım.”

 

“Özür dilerim, Efendi Valarfin.”

 

Yu pençesini kullanarak bir ağacın kabuğunu çizdi ve durdu. Silvia’ya baktı. Benzemeseler de ona baktığında Sivina’yı görüyor, kendini bunu yapmaktan alıkoyamıyordu. Onu üzmek, Sivina’yı üzmek gibiydi.

 

“Özür dilerim. Seni üzecek şeyler söylemek istemiyordum.”

 

Silvia duygusuzdu. Yu onun için bir şeyler yapmak isterdi ama kendine bile faydası dokunmazken başkaları için bir şeyler yapmayı istemek onun gözünde işe yaramaz bir fikirdi.

 

“Buyurun, Efendi Valarfin.”

 

Fia ve Deniz, Yu’nun istediği kılıçları getirmişti. Somurtuyorlardı, Vazgeçilenler ile karşılaşmış ve onların sözlü tacizine maruz kalmış olmalılardı. Yu bunun bir sözlü taciz olduğunu biliyordu çünkü Vazgeçilenler arasındaki katı kurallardan biri başkasının mallarına dokunmamaktı. Köleler de onların mallarıydı, yani başka biri tarafından dokunulamazlardı.

 

Yu kendi kılıcını aldı. Çelik olsa da keskin değildi, bununla birbirlerini yaralamaları kolay olmayacaktı. Aynı zamanda keskin olmadığı kadar konforsuzdu. Yu kendi estetik lanetli kılıcının yanında bunu çöp parçası olarak görüyordu.

 

Yu’nun kılıcının çeliği her ne kadar inceliğiyle bir meçi andırsa da iki elli kullanıma uygun, Avrupalıların deyimiyle bir piç kılıcıydı. Şimdiye dek eline aldığı tüm kılıçlardan daha hafifti ama onunla bir şeye vurduğunda kılıcın ağırlığını hissedebiliyordu. Ucu, yeterli güç uyguladığı takdirde çelik zırhı delebilecek kadar sivriydi ve kenarları mükemmel bir keskinliğe sahipti.

 

Ama tüm kullanışlılığına rağmen kılıç karanlık bir varlıktı, bir şeytandı. Yu ile konuşuyor ve aklını çelmeye çalışıyordu. Kılıcı kötü bir varlık olmasına rağmen Yu diğer kılıçlara ısınamıyor, eninde sonunda bir kereliğine de olsa her gün onu kavramak zorunda hissediyordu. Kılıca bağlanmıştı.

 

“Hazır mısın?” diye sordu Silvia’ya.

 

Silvia kendi antrenman kılıcını eline alıp birkaç ısınma hareketi yapmıştı. Başını salladı ve Yu’ya hazır olduğunu söyledi. Yu kılıcını ona doğrulttu.

 

“Eğitici olabilirsin. Sung-min’e nasıl öğretiyorsan bana da öyle öğret ama önce dövüşelim. Beni yen, silahsız bırak ve yere düşür.”

 

“Emredersiniz, Efendi Valarfin.”

 

İkisi de kılıçlarını birbirine doğrulttu. Yu’nun omzunun üstünde onu izleyen gözler vardı. Kılıçlarını ilk çarpıştırdıkları ana dek gözlerin varlığını hissetmeye devam etti.

 

Altar ile yaptığı dövüşlerin başlangıcı gibiydi. Önce birbirlerini tarttılar, güçlerini ölçtüler. Bir kadın olsa da büyülü bir ırktan gelen, mana bakımından zengin biri olduğu için Silvia, Yu’dan daha güçlüydü. Onun darbeleri, Yu’nun darbelerinden daha ağırdı.

 

Yavaş başlayan çarpışma, aynı yavaşlıkta hızlandı. Silvia yüzündeki duygusuz ifadeye rağmen dövüşürken canlıydı, yaşadığı son bir haftanın ardından ilk kez bu kadar özgür bir şekilde hareket edebiliyordu.

 

Ama karşısında kendini savunmaya çalışan Yu, onun kendini bastırmaya çalıştığını da görebiliyordu. Öfkesine hâkim olmaya çalışıyor, efendisini kızdıracak kadar üstünlük kurmamaya dikkat ediyordu. Gerçek bir dövüşte karşısındaki kişi kendini tutmayı denemeyeceği için bu, dövüşün kalitesini ve öğreticiliğini etkileyen bir unsurdu.

 

Silvia, Yu’ya sürekli saldırılarda bulunuyor ve kılıcını elinden almak için bir fırsat arıyordu. Her ne kadar Yu’dan güçlü olsa da Altar ve diğer Vazgeçilenler ile olan dövüşleriyle karşılaştırdığında arada önemli bir fark vardı.

 

Silvia saldırıları esnasında kılıcını sıklıkla önünden çekiyordu.

 

Elbette savaşırken kılıç pek çok defa vücudun önünden ayrılabilecek olsa da nihayetinde bu durum riskliydi ve savunmayı indiriyordu. Kılıç, vücudun önünden ayrıldığında rakibin hızlı bir saldırısını savunmak zorlaşırdı ve kaçma eylemi başarısızlıkla sonuçlandığında dövüş, ölüm ile son bulurdu.

 

Silvia bundan endişelenmiyor gibi davranıyor, kılıcını vücudunun önünden ayırıyor, çok fazla yükseltiyor ve kendi etrafında dönüyordu. Yine de Yu gördüğü onlarca açıklıktan faydalanmak yerine kaçmayı tercih ediyordu. Onun hızına yetişemezdi.

 

Kılıçlar ağaçlara çarpıyor, onlarda kesikler açıyor ve bazı dal parçalarını fırlatıyordu. Yu, Silvia’nın eriştiği son hıza karşı koyamayacağını anladığında geriye doğru birkaç seri adım attı ve ağaçların daha sık olduğu bir alana girerek Silvia ile arasına mesafe koydu.

 

“Eğer hızlı olmasaydın...”

 

Bu yalnızca bir antrenman olmasına rağmen dövüşmek onu strese sokmuş, aynı zamanda heyecanlandırmıştı. Amelia ile seks yapma fırsatına tekrar erişse bile Silvia ile dövüşmeyi tercih ederdi. Adrenalin hoşuna gidiyordu.

 

“Özür dilerim, Efendi Valarfin. Yavaşlayacağım,” dedi Silvia.

 

Yu başını salladı. “Hayır, daha hızlı ol. Beni yenmeni istiyorum.”

 

“Emredersiniz, Efendi Valarfin.”

 

Silvia tekrar saldıran taraf oldu. Ağaçlar, onun manayla güçlendirdiği kollarının salladığı kılıcın isabetiyle parçalanıyordu. Yu ise kılıcı ağaçlara çarptığında hız kaybettiği için savunmakta zorlanıyordu.

 

Şimdi neden elflerin, Vazgeçilenlere karşı kaybettiğini anlıyordu. Eğer Yu vücudunda mana bulundursaydı daha hızlı davranabilir, bulduğu açıklardan faydalanarak rakibini yenebilirdi.

 

Bunu yapması hâlâ mümkündü. Silvia kılıcını ona vurmak için kaldırdığında kendi kılıcını kullanarak onun göğsüne vurabilirdi ama hamlesi Silvia’nın kılıcı indirdiği ana denk gelirdi. Böyle bir durumda da ikisi aynı anda birbirini ‘öldürmüş’ olurdu.

 

Eğer ölecekse, öldürmenin de anlamı yoktu. Bir pirus zaferi istemiyordu. Öldürmek, hayatta kalmak ve böylece öldürmeye devam etmek istiyordu. Ancak böyle yaparak istediği şeylere sahip olabilirdi.

 

“Peki, nasıl yeneceğim?”

 

Adrenalin beynini çalışmaya zorladı. Elf kızın hızı ile kaçmadan baş etmesi mümkün değildi ki kaçmakta bile yetersiz kalıyor, onun kılıcının önüne kendi kılıcını koyarken terler akıtıyordu.

 

Daha hızlı olmadan onu yenmenin yolunu göremiyordu. Altar kendinden güçlü biriyle karşılaştığında onu kılıcını kullanarak öldüreceğini söylemişti ama Yu bunu nasıl yapabileceğini bilmiyordu.

 

Silvia, Yu’nun üstünden zıpladı. Sung-min’in zıplayışına göre daha yüksek olsa da hâlâ kendi kılıcıyla ona erişebilirdi. Kılıcı üstünden atlayan elf kıza doğru savurdu ama onun hızına yetişemedi, Sung-min’den çok daha hızlıydı.

 

Arkasını döndüğünde Silvia ile göz göze geldiler, çok yakınlardı. Yu oyalanmadan ona karşı bir hamle yapmak istedi ama Silvia’nın hızına yenik düştü. Silvia kılıcını Yu’nun kılıcının üstüne getirdi, çevirdi ve kılıcı altına alırken ona daha fazla yaklaştı, sağ elini bileğinden yakalayıp sıktı. Canı yanan Yu’nun parmakları gevşedi ve Silvia kılıcını yukarı doğru itince Yu’nun kılıcı elinden fırladı.

 

Son hamle Yu’nun bacağına çelme takarak onu yere düşürmek olmuştu. Silvia düşen kılıcı yerden aldı ve kalçasının üstüne düşen Yu’ya doğru tuttu. Efendisinin isteğini yerine getirmişti.

 

“Su,” dedi Yu. Onları izleyen üç köleden biri olan Sofya mataraları getirdi. “Silvia’ya da ver. Daha devam edeceğiz, o da içsin.”

 

Silvia kılıçları yere bıraktı ve mataradan suyu içmeye başladı. Susamış olduğu Yu’dan daha hızlı içişinden anlaşılıyordu. Yu onun suyu hasret kalmış gibi içişini görünce ona kötü davrandığını düşünmeye başladı. Şimdiye dek nazik olduğunu zannediyordu.

 

“Oturabilirsiniz, istiyorsanız siz de içebilirsiniz.”

 

Hepsi toprağın üstüne oturdu ve sırtlarını ağaçlara dayadı. Rahat davransalar da Silvia dışında kimse su içmeye yanaşmadı. Yu onlara doğrudan emir vermek yerine eylemleri onların isteğine bıraktığında hiçbir şey yapmıyorlardı.

 

“Canımı sıkıyorsunuz. Susadıysanız için.”

 

Denileni yaptılar. Sadece emir üzerine çalışmaları diğer Vazgeçilenleri tatmin ediyor olsa da Yu onların gerçek canlılar olduğunu unutmaya başlamıştı.

-------------------------

09.08.2022 – 00:00






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 46883 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr