“Gördüğüm tüm koca
memerer aşkına,” dedi onlardan birkaç adım önde duran Papurgir. Artık
elinde bir balta tutmuyordu ve arkasından gelen Yu ile Raki’yi fark etmemişti.
Gustav yerde, Papurgir’in ayaklarının önünde yatıyordu ve karnının üstünde Papurgir’in baltası vardı. Gustav’ın zırhını yarmış ve karnına girerek onu öldürmüştü.
Duvarı geçtikten sonra girdikleri yer çok daha büyük bir mağaraydı ama yalnızca mağara demek burayı tanımlamak için yeterli gelmezdi. Burası bir cennet simülasyonuydu.
Tavan herhangi bir mağaranın tavanından çok daha yüksekti ve tepede küçük beyaz bir küre vardı. Küre parlıyor, ısı yayıyor ve mağaranın içini bir güneş gibi aydınlatıyordu. Bu sayede diğer her yeri görebiliyorlardı.
Uzun yeşil çimlerin arasında uzanan nehirlerden beyaz şarap akıyordu. Her renkten çiçekler bahçeleri süslüyor ve güzel kokuları onları yumuşatıp, ferahlatıyordu. Mağara sonsuza dek uzanıyormuş gibiydi. İleride yemyeşil bir orman beliriyor, çok daha ilerisinde, ağaçların arasında bembeyaz bir şato uzanıyordu.
“Çok güzel kokuyor.” Raki çiçeklerin yanına gitti. Kılıcını ve kalkanını bırakmış, miğferini çıkartmıştı.
Miğfersiz bir şekilde yüzüne baktığında zannettiğinden de yaşlı olduğunu gördü. Yüzünde pek çok kırışıklık ve yara vardı, sarı saçlarının kökleri tamamen beyazdı.
Raki sarı renkli bir çiçeği kopardığında Yu kalbinde öfke kırıntısı hissetti. Raki çiçeği burnuna götürdü ve kokusunu içine çekti. Mest olmuştu. Öyle iyi ve öyle masum gözüküyordu ki Yu onun gerçekte bir katil ve tecavüzcü olduğunu unutmuştu.
Yu da birkaç adım yürüdü ve mavi renkli bir çiçeğe elini uzattı. Yapraklarının dokusu hem yumuşaktı hem de kolayca parçalanmayacak sertliğe sahipti. Dalından tutup koparttı ve burnuna götürdü. Deniz gibi kokuyordu. Hafif tuzlu kokuyu ciğerlerine çekerken dalgaların sesini kulaklarıyla işitir gibi oldu. Serin rüzgârlar içini kapladı ve gülümsedi. Hayatı boyunca ilk kez gerçek mutluluğu yaşadığını hissediyordu.
Dünya öylesine güzeldi, öylesine şahaneydi ki böyle harika bir dünyanın içinde savaşarak yaşamak, hiç umursanmaması gereken sorunlar için kan dökmek saçma gelmeye başladı. Bu dünyada kan dökmeye değecek tek şey bulundukları bu cennetti.
Kopardığı çiçeğin kokusuyla büyülenirken Papurgir’in yere çöktüğünü ve başını çiçeklerin arasına gömdüğünü gördü. Çiçeklerin kokusu onun da aklını başından almıştı. Büyük burnunun delikleri kocamandı, derin nefesler alarak çiçeklerin kokusunu içine çekiyor, bunu yaparken boğulacakmış gibi gözüküyordu.
Cücenin yüzü çirkindi. Mutlu olsa ve takınabileceği en masum gülümsemeyi takınsa da gülümsemesi o kadar pisti ki ne kadar kötü biri olduğunun kanıtı niteliğinde orada duruyordu. Onun gibi çirkin ve aşağılık bir yaratığın bu cennet gibi bahçede olup da böyle harika nimetlerden faydalanması bahçenin güzelliğine edilmiş bir hakaretti.
“Bu bahçeye layık değil. Yalnızca güzel olan şeyler bu bahçeye layık olabilir.”
Ve bu bahçeye layık olacak kadar güzel birini tanıyordu. Yu Valarfin, bu bahçeye layık olabilecek kadar güzel olan tek kişiydi. Yalnızca o, buranın nimetlerinden faydalanabilirdi. Diğerleri ile paylaşamazdı, bahçe paylaşılabilecek bir şey değildi. Bahçeyi paylaşmak şerefe, haysiyete ve onura haykırıydı. Bahçe tüm nimetleriyle ona ait olmalıydı.
Papurgir’in çiçekleri kokladığını ve başını sokup nehirden şarap içtiğini görmek Yu’yu sinirlendirdi. Bahçenin renklerini emen siyah kılıcını sıktı. Kılıç, Yu’nun öfkesini tehlikeli bularak lanetli ve karanlığa gömülmüş sesini zihnine iletti.
「Oyuna gelme, Valarfin!」
“Kapa çeneni,” dedi Yu. “Yoksa seni de öldürürüm.”
Kılıcın varlığı da bahçeyi kirletiyordu ama bir nedenden ötürü onu bırakamıyordu. Onu bırakmak istemiyordu. Onu sevmese ve gücünü kullanmayı reddetse bile o güce muhtaç olduğunu biliyordu.
Raki hareket etti. Çiçeği kulağının üstüne takmış ve bıraktığı kılıcını almak için yürümüştü. Kılıcını aldıktan sonra uzun ve öfkeli bir şekilde Papurgir’e baktı. Yu o anda onun da kendisi gibi düşündüğünü anladı. O da Papurgir’in burada olmaması gerektiğini düşünüyordu. Papurgir çirkin bir yaratıktı. Bahçe çirkinlere göre bir yer değildi.
Papurgir bahçeyi varlığıyla yeterince kirletmişti bile. Raki buna bir son vermek için cücenin üstüne yürüdü, cüce nehirden akan şarabı içmeye daldığı için arkasından yaklaşan Raki’yi fark etmedi. Raki kılıcını kaldırdı ve cücenin boynunun arkasına sapladı.
Papurgir tepki veremedi. Raki kılıcını çıkarttığında onu nehrin içine itti. Papurgir suya battı ve kanı nehri kirletti. Ölümü bile bahçeye zarar veriyor, onu kirletiyordu.
“Çirkin varlıkların hiç var olmaması gerek. Var olsalar bile buraya gelmeye cüret etmemeleri gerek. Ne kadar çirkin olurlarsa olsunlar bunu bilmeleri lazım. Güzel yalnızca güzel olan içindir. Başkaları için değil.”
Ve cücenin katili olan yaşlı adam da güzel değildi. Yu burada olmayı hak eden tek kişiydi. Sadece o böyle bir yerde bulunmalı ve buranın güzelliği yalnızca ona ait olmalıydı. Güzel olan şeyler paylaşılmamalıydı. Güzel olan şeyler değerliydi ve yalnızca aynı değerde olanlar onlara dokunabilirdi.
Raki de kendi zihninde aynı şeyleri düşünüyor olmalıydı. Yu’ya baktı. Mavi gözlerinde gizlemesi imkânsız bir kıskançlık vardı. Yu anladı ki Raki onun güzelliğini kıskanıyordu. İçten içe o da yalnızca Yu Valarfin isimli varlığın burada olmayı hak ettiğini biliyor ama yine de burada olmak istiyordu. Bu kıskançlık onu Yu’ya karşı savaşmaya sürükleyecekti.
Yu için sorun yoktu. Güzel olan için savaşmaya ve öldürmeye değerdi. Karşısına dikilen çirkin ve yaşlı adamı öldürecekti. Onu öldürdükten sonra sonsuza dek bahçe onun olacaktı. Güzel ve güzel birlikte yaşayacaktı.
Raki miğferini takmadı veya kalkanını yerden almayı düşünmedi. Kendini savunmakla ilgilenmiyordu, ilgilendiği tek şey rakibini öldürmekti ve bunu yapmak için bir kılıç yeterliydi. Yu ise kendi miğferini çıkartmak gibi bir hareket yapmadı. Bahçenin güzelliği ile büyülenmiş olsa da zekâ da güzelliğin bir parçasıydı ve kendini zayıflatmak zekice bir hamle değildi.
Başının içinde klasik bir kovboy müziğinin çaldığını duydu. Bulunduğu durumla alakasız gördüğü bir şarkıydı, yine de sahneyi daha güzel gösteriyordu. Güzel olan her şey kabul edilebilirdi.
“Şansını zorlama, çirkin adam.” Yu ona yaklaşırken kılıcını kaldırdı ve gardını aldı. “İkimiz de biliyoruz ki bunu hak eden tek bir kişi var.”
“Yarnızca en güçrü oran murayı hak edemirir, veret.” Raki kılıcını aynı şekilde kaldırdı ve Yu’nun kılıcının önüne getirdi. “Senin gimi çocukrar haddini mirmeri.”
“Çiçeklerin arasında uzansa da aslan, aslandır. Haddini bilmesi gereken sensin.”
Birbirlerinin etrafında dönerken uzun yeşil çimleri eziyorlardı. Zırhlarından çıkan ses, akan nehrin taşlara çarparken çıkardığı sese karışıyor ve çirkin bir fon oluşturuyorlardı.
İkisi de birbirine hiç saldırmayacak gibiydi. Birbirlerinin gözlerinin içine bakıyor ve iradesini ölçüyorlardı. Yu kendi gözlerinin tutku dışında bir şey göstermediğini düşünürken Raki’nin mavi gözlerinin kıskançlıkla alevlendiğini görebiliyordu.
“Çirkin bir yaratık olarak doğduğun için-” & “Güçsüz mir çocuk orarak doğduğun için-”
İkisinin de sinirleri ortam ile birlikte gerilirken aynı anda konuştular. Yu’nun kalbi güzel olan her şeye karşı olan tutkusuyla hızlanmıştı.
“Öleceksin!” & “Öreceksin!”
Kılıçları hızla birbirine çarptı. İlk birkaç hamle öldürme niyetini taşımıyordu. İkisi de birbirlerinin gücünü ölçüyor ve kendisine ne ölçüde bir tehdit oluşturduğunu anlamaya çalışıyordu. Yine de bu birbirlerini ölçmek için kullanabilecekleri yöntemler arasında agresif olan bir seçenekti.
Saniyelerin ardından birbirlerini ölçme denemeleri, kılıçlarını rakiplerinin önünden itme denemelerine dönüştü. Sert bir şekilde vuruyor ve öldürücü bir saldırı yapmak için birbirlerinin kılıcını itmeye çalışıyorlardı.
Karşısındaki adam manaya sahip olduğu için Yu’dan daha güçlü gözükse de en nihayetinde yaşlı bir adamdı. Yu’nun gençliği onun üstünden geçeli onlarca yıl olmuştu. Aralarındaki mana farkını Yu genç oluşu sayesinde kapatıyordu. Yu kendini sonsuza dek genç kalacak gibi hissediyordu.
Gençliğinin onu öldürmenin anahtarı olacağına inanarak hamlelerinin saldırganlığını arttırdı. Ondan daha hızlı vurmak için daha fazla ter dökmeye başladı. Hamlelerinin sert olması için güzelliğe karşı olan tutkusunu ve çirkinliğe karşı olan nefretini kılıcına verdi.
Gülümsüyor ve yaşadığını hissediyordu. Onu öldürecek olmak harikaydı. Bunu harika olan bir başka şey adına yapacak olmak ise harikuladenin de harikuladesiydi.
“Güzel olan her şey adına!” diye bağırdı.
Kılıçları çarpıştığında tekrar vurmak için kılıcını geri çekmedi, daha önce Altar’ın kendisine yaptığı gibi öne doğru adım attı, uzandı ve kılıcı Raki’nin yüzüne doğru götürdü. Elini koruması için orada olan balçak, Raki’nin kılıcının çeliğine çarptı ve kendi kılıcı ileri giderken onun kılıcını geri götürdü.
Raki’nin başını sağa eğmesiyle Yu’nun siyah kılıcı Raki’nin kulağını kesti. Yaşlı adam geri sıçrarken kesilen kulağını tuttu. Parmaklarının arasından ve avucunun altından süzülen kırmızı kan yere damlıyordu. Yu kılıcın bile kalbinin attığını hissetti. Kılıcı için bu günahkâr bir zevkti. Bir yandan geri durmak istiyor ama bir yandan etin ve kanın tadına doyamıyordu.
Kılıcını rakibine doğru savurdu ve siyah çeliğe bulaşmış kanı adamın yüzüne attı. Raki’nin canının yandığını yüzünden anlayabiliyordu. Onun canını yakmış olmak, birinin acı çekmesini sağlamak ona isimlendiremediği harika bir zevk sunuyordu. Şiddet hoşuna gidiyordu.
“Öyle görünüyor ki bu işin sonu belli. Neden hâlâ uğraşıyorsun ki?”
“Götün karkmasın.” Raki ve Yu tekrar birbirlerinin etrafında dönmeye başladı. “Senin gimi götü karkık çok gencin canını ardım, nişanrırarı ve karırarını siktim.”
Yu kılıcı sağ elinde bir defa döndürdükten sonra iki eliyle birden tuttu. Ucunun rakibinin sağ bacağına bakacağı şekilde bir pozisyon aldı ve ilerlemeyi bıraktı. Raki ise durmak yerine Yu’nun çevresinde dönmeye devam etti. Yu da kendi etrafında dönerek Raki’nin arkasına geçmesine engel oluyordu.
“Ne kadar çirkin,” dedi Yu. “Senin gibi hastalıklı, hatalı bir varlık değil burada, bu dünyada bile olmamalı. Tüm dünyanın iyiliği için varlığına bir son vereceğim.”
Raki durdu. “Tek yapamireceğin denemek, veret.”
“Göreceğiz.”
İkisi de birbirine saldırmak yerine bekliyordu. Yu sabırsızlanıyordu ama savunmayla başlayan karşı saldırıda, doğrudan saldırmaya kıyasla daya iyiydi. Bu yüzden ilk saldıranın Raki olmasını istiyordu. Pozisyonunu değiştirmeye niyeti yoktu.
Raki de başta Yu’nun saldırmasını istedi. Gençlerin daha atılgan olacağı düşünüldüğünde karşılaştığı diğer rakipleri önce saldırmış ve Raki tecrübesiyle onları alt etmiş olmalıydı. Az önce oldukça iyi bir iş çıkardığını düşünse de Raki’nin dediği gibi götünü kaldırıp, böbürlenerek üstüne atlamayacaktı. Kendini öldürtmeye niyetli değildi, ölü bir adam bu cennetin nimetlerinden faydalanamazdı.
Raki’nin gittikçe sabırsızlaştığını fark etti. Kılıcının pozisyonunu sürekli değiştiriyor ve Yu’nun saldırması için sahte açıklar yaratıyordu. Yu ilk saldıranın kaybedeceği bir oyuna girdiğini hissetti. Saldırmayacaktı.
“Ne oldu yaşlı adam?” Saldırmayacağı için kışkırtmayı denedi. “Haddini aşan bu çocuğa ders vermeyecek misin?”
“Ger de o dersi vereyim,” diye cevap verdi Raki.
“Saldırmaktan pek anlamıyor gibisin. Anlıyorum.” Raki’yi kışkırtmak için alaycı bir gülümseme takındı ama başında miğfer olduğu için bu gülümsemesini tamamen gösteremiyordu. “Yaşlı olduğunun farkındasın. Saldıracak kadar çevik değilsin. Genç olana yol açıp gebermek senin için iyi bir seçenek.”
“Kışkırtmarara germeyecek kadar deneyimriyim,” dedi Raki.
İkisi de saldırmayı reddediyordu. Elbette ikisi de rakibinde bir açık bulduğunda saldırmakta geri kalmazdı ama şimdi, bir saldırı başlattıklarında bunun başarısız olacağını biliyorlardı. Dövüşleri iki rakibin de saldırmamasıyla kilitlenmişti.
Raki de Yu ile aynı savunma pozisyonunu aldı. Yu saldırması için bir imkân vermek amacıyla bir adım yaklaştı. Aynı şeyi Raki de yaptı. Sonra Yu bir adım daha attı ve Raki’nin adımı onu takip etti. Üçüncü adımda ikisi de kılıçlarını uzatsa birbirlerini kesebilecek kadar yakınlaşmışlardı.
Bir kez daha birbirlerinin etrafında dönmeye başladılar. Bu mesafeden onun uzuvlarını kesmesi kolay olurdu. Raki’nin de aynısını düşündüğünü gözlerinden anlayabiliyordu. İki rakip de karşı tarafı kışkırtmak adına birbirine fazla yaklaşmış ve güzel bir saldırı yapmak için fırsat tanımışlardı.
İlk saldıranın o olmasını istese de önündeki fırsatı reddetmek artık aptallık olacaktı. Kılıcını rakibinin boynunu kesmek için salladı. Onunla aynı şeyi düşünen Raki de aynı şekilde kılıcını sallamıştı. İki kılıç ortada çarpıştı ve Yu’nun siyah kılıcı, Raki’nin gümüş renkli kılıcının rengini emerken hayran kalınası bir görüntü ortaya çıktı.
Ona çok yakındı, gençliğin ve sol kolunun ona verdiği gücü kullanarak kılıcı eğdi ve daha fazla yaklaştı, omzunu Raki’nin göğsüne geçirerek onu yere düşürdü. Dengesini kaybettiği için o da onunla birlikte düşmüştü.
Hemen rakibinin üstüne çıktı ve kılıcını havaya kaldırıp başına indirdi. Raki’nin iki seçimi vardı. Ya kılıcını Yu’nun boynuna saplamak için kullanacak ve kendisi de muhtemel bir ölümle karşılaşacaktı ya da kılıcını yüzünün önüne getirip kendini savunacaktı.
O da biliyordu ki eğer kendisi ölürse rakibini öldürmenin bir anlamı kalmıyordu. Kendini savunmayı tercih etti ve kılıcını yüzünün üstüne getirdi. Kılıçları bir kez daha çarpıştığında Raki’nin yüzüne değmek üzereydi. Siyah kılıç, Raki’nin gözlerindeki mavi rengi emiyordu. Yu ağırlığını kılıcının üstüne verdi ve Raki’nin yüzünü kesmek için tüm gücüyle bastırdı. Yaşlı adam canını korumak için bir elini kılıcının kabzasında tutarken diğer elini çeliğe koymuş ve daha dengeli bir güç elde etmişti.
“Ölümü kabul et!” diye bağırdı Yu.
“Orospu çocuğu! Ananı mursam onu da sikerim!”
Raki vücudundaki manayı kollarına yönlendirerek gücünü arttırdı. Kılıcını yukarı doğru itti ve Yu’nun yarattığı baskıyı ortadan kaldırdı. Eğer miğfer takmasaydı Yu’nun canının çok yanacağı kesindi ama Raki’nin ittiği siyah kılıcı miğferine çarparak durdu.
Raki kılıcının kabzasıyla Yu’nun miğferine vurdu ve onu devirerek üstünden attı. Hemen ayağa kalkarak kılıcıyla yerdeki Yu’ya saldırdı. Yu sol elini kullandı, rakibinin keskin çeliğini tuttu ve Raki şaşkınlıkla ona bakarken çeliği kendine doğru çekti. Raki sıkıca kavradığı kılıcıyla Yu’nun üstüne düşerken Yu yumruğunu havaya kaldırdı ve Raki’nin çenesine vurdu. Adamın ağzından çıkan kanın arasında iki diş de vardı.
Canının acısıyla üstüne yığılan Raki’yi yana attı ve ayağa kalkmak yerine pençesini kullanarak Raki’nin yüzünü parçalamak istedi. Raki vücudunun üst tarafını kullanarak Yu’nun pençesinden kaçtı ve siyah parmaklar toprağa saplandı.
Yu’nun yaşlı rakibi yerde boğuşmanın genç olan Yu’nun işine geleceğini düşünerek yerde yuvarlandı ve ondan uzaklaştı. Raki arada bir mesafe açtığında ikisi de tekrar ayağa kalktı. Yu derin nefesler almaya başlamıştı. Miğferinin yüz kısmında bir açıklık olsa da onunla nefes almayı denediğinde zorlandığını hissediyordu. Sadece başının üstünde olması bile sağladığı korumaya rağmen yorucuydu.
İkisi de konuşmadı. Tekrar aynı pozisyonu aldılar ve birbirlerine yaklaşmaya başladılar. Raki artık Yu’dan daha stresliydi. Genç birinin karşısında durabilmesi hem gururunu kırıyor hem de bu bahçeyi kaybedebileceğini düşündüğü için korkutuyordu.
Vücudunda hissettiği stresle Yu’nun sol koluna doğru kılıcını savurdu. Saldırı başına gelseydi Yu kendini savunmayı denerdi ama saldırı sol koluna geldiği için kendini savunmak adına hiçbir şey yapmadı, ona zarar vermeyeceğini biliyordu.
Raki’nin kılıcı sol koluna çarptı ve Yu kendi kılıcını Raki’nin başına indirdi. Raki bundan da kurtulmuştu, başını kenara çekti ve Yu’nun siyah kılıcı Raki’nin omzundaki çeliğe çarpıp geri sekti. Raki yeni bir saldırı için Yu’nun önünün savunmasız olduğunu gördü, kılıcını saplamak üzere öne çıkardı ve Yu’nun boynunu hedef aldı.
Yu, Raki’nin kılıcını tekrar sol eliyle tuttu. Kılıcı tutarken kendi etrafında döndü, dönüşü esnasında Raki’nin kılıcını çekmiş ve adamı kendine yaklaştırmıştı. Etrafında dönmeyi tamamladığında siyah kılıcı Raki’nin yüzüne doğru ilerliyordu.
Yu onun kılıcını çekerken ve rakibinin kılıcı yüzüne gelirken Raki’nin önünde tercih edebileceği pek bir seçenek yoktu. Ya kendini kılıcıyla savunmayı deneyecekti ki kılıcı Yu’nun elinden kurtaramazsa bu onun ölümü anlamına gelirdi ya da Yu’nun kılıcı almasına izin verecek ve eğilerek saldırıdan kurtulacaktı.
En azından Yu böyle düşünmüştü. Raki, Yu’nun düşünmediği bir şey yaptı ve onun üstüne atladı. Yu dengesini kaybettiği için saldırısını tamamlayamadı, üstüne ikisi de kılıçlarını yere düşürdü ve yerde yuvarlanmaya başladı.
Yuvarlanırken birbirlerini yumrukluyorlardı. Yu’nun başında hâlâ miğfer olduğu için Raki’nin yumrukları canını acıtsa da onu pes ettirecek kadar değildi. Raki’nin yüzü ise savunmasızdı ve Yu’nun can havliyle attığı her yumrukla ağzından biraz daha kan ve diş çıkıyordu.
Şarap akan bir nehrin kenarına geldiklerini, nehri görmeden önce sesinden anlamıştı. Durduklarında Yu, Raki’nin üstündeydi. Eğer rakibi onu sadece bir kez çevirirse nehrin içine düşürür ve orada boğarak öldürürdü. Zırhı yüzünden Yu kolayca kurtulamayacağını biliyordu.
Bu yüzden Raki onu çevirmeden önce kendisi Raki’nin soluna, nehrin yarım adım uzağına döndü. Raki de onun üstüne çıkmıştı. Yaşlı adam onun yüzüne vurmayı deneyecekken Yu iki elini de tuttu ve başını kaldırıp kafa attı. Daha sonra ayaklarını içeri doğru çekti ve Raki’nin karnına dayayıp onu nehre doğru itti.
Artık heyecandan nefes alamaz olmuştu. Miğferini çıkartıp atarken hemen Raki’nin üstüne çullandı ve onu biraz daha iterek başını nehrin içine sokmaya çalıştı. Raki direndiğinde bir kez daha kafa attı. Kendi başı da attığı darbe yüzünden acıyordu ama Raki’nin direncini biraz kırmayı başarmıştı.
Üstüne gençliğinin gücü ve Raki’yi hızla yormuş oluşu da eklenince adamın başını sol eliyle tutup nehrin içine sokması zor olmadı. Raki kollarını oynatıyor ve başını şarap nehrinden çıkartmayı deniyordu. Ölmemek için çırpınırken ağzından verdiği nefesler şarabın üstünde baloncuklar olarak beliriyordu.
“Güzel olan her şey adına!” diye bağırdı tekrar.
Bir dakika sonra öleceğini anlayan Raki, Yu’nun da ölmesi için onu nehrin içine çekmeye çalıştı ama başaramadı. Sonraki dakikada hareket etmeyi kesti ve hareket etmeyi kesişinden sonra Yu iki dakika daha Raki’nin başını nehirde tutmaya devam etti. Artık onun öldüğünden emin olduğunda adamın vücudunu nehrin içine itti.
“Hahahaha! İşte bu kadar, yaşlı adam, yenildin.”
Ayağa kalktı ve derin bir nefes aldı.
“Burası tamamen bana ait. Tamamen bana!”
Ödülüne bakmak için kendi etrafında döndü. Tüm bu yeşillikler, nehirler ve çiçekler ona aitti. Ağaçlarda yetişen meyveler onundu. Cennet onun ve yalnızca onundu.
“Tebrik ederim.”
Kalbini okşayan güzel bir ses işitti. Ağaçların arasından geliyordu. Sesin geldiği yöne baktı ve güzeller güzeli bir melek ile karşılaştı. Cennetin meleği, onun ödüllerinden yalnızca bir tanesiydi.
Uzun beyaz saçları çimlere değiyordu. Soluk beyaz teninin üstünde hiçbir kumaş parçası yoktu, beyaz vajinası ve büyük göğüsleri Yu’nun gözlerine bir ziyafet olarak açılmıştı. Uzun bacakları, ince beli ve dar omuzları nefes kesici gözüküyordu.
Meleğin en güzel tarafıysa mor gözleriydi. Yu’nun gözleri gibi ametist moruydu. O gözler, melekten yayılan çiçek kokusu, her şey Yu’nun aklını başından alıyordu.
“Sonsuza dek burada benimle kalabilirsin,” dedi melek. “Sonsuza dek ve sonsuza dek...”
Yu ona doğru yürümeye başladı. Yu yürüdüğü esnada yere düşürdüüğ kılıcı deliye dönmüş gibi bağırıyordu.
「Oyuna gelme, Valarfin!」
「Oyuna gelme, Valarfin!」
「Oyuna gelme, Valarfin!」
「Non-factus! Valarfin!」
Yu uğruna savaştığı güzellik karşısında büyülenmişti. Kılıcı bağırmaya devam ederken o meleğe doğru yürüdü. Melek kollarını iki yana açmıştı. Sesi baştan çıkartıcıydı.
“İstediğin her şeyi~ ah~ alabilirsin~”
-------------------------
12.08.2022 – 07:00
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..