Tüm yolculuğu Marak’ın omzunda geçirmişti. Onu hâlâ bu
mağaraya girmeden önce kaldıkları konumda olan kamplarına götürdüler. Kampı
görür görmez kölelerin ve çadırların sayısındaki belirgin azalmayı fark
edebildi.
“Öldülerse iyi olmuş,” diye düşündü. “Hepsinin ölmesi gerekiyor.”
Kendisininki ile birlikte on iki çadır vardı. Diğer on bir çadır kendisininki kadar olmasa da Vazgeçilenlerin önceden kaldığı çadırlara kıyasla çok büyüktü. Tüm kölelerden geriye yalnızca bir düzine kalmıştı. Tabii kendi kölelerini henüz görmediği için onları sayıya katmıyordu.
Çadırının önünde kovboy filmlerinde gördüğü sallanan sandalyelerden vardı. Marak onu sandalyenin üstüne koydu ve diğer herkes zırhlarını çıkartmak için kendi çadırlarına dönerken Raya, Yu ile kaldı.
Oğul köle kafeslerine doğru giderken arkasını döndü. “Arkadaşım Yu, daha sonra mirrikte-”
“Dinlenmek istiyorum,” dedi Yu. Onunla konuşmak hatta yüzünü dahi görmek istemiyordu.
Akşamüstüydü ve yağan yağmur dinmişti. Güneş batarken turuncuya yakın, biraz da kızıl bir renge bürünüyordu. Yu ne zaman dünyanın bu renklerce işgal edildiğini görse melankolik hislere kapılıyor, günün bu saatlerini sevmiyordu.
“Önce sırtınıza bakabilir miyim?" diye sordu Raya.
Yu eğildi ve sırtını Raya’ya gösterdi. Elindeki yara tamamen iyileştiği için aynı şeyin sırtı için de geçerli olacağını düşünüyordu.
“Sırtınızdaki yara da kaybolmuş ve eğer görmediyseniz yüzünüzde de yara yok.” Raya, Yu’nun vücudunu dikkatle incelemişti. “Kilo da almışsınız. Sizi bulduğumuzda bir deri bir kemik olacağınızı düşünmüştüm.”
Doğuştan fit bir vücuda sahip olsa da uzun süreli tembellik düz göbeğine çok hafif bir çıkıntı kazandırmıştı. Göbeğinin üstünde düz bir çizgi hâlinde kıllar uzanıyordu. Bazıları bunu erkeksi bulsa da Yu her zaman çirkin olduklarını düşünmüştü. Bu hâldeyken kendini beğenmiyordu, zaten kendini beğenmek de istemiyordu. Artık vücudunun nasıl göründüğü umurunda değildi.
Penisinin pozisyonunu rahatsız edici bulduğunda Raya’nın önünde altına verdikleri peştamalın üstünden onu düzeltti. Raya bakmak istemediği için gözlerini kaçırmıştı.
“Sorununuz yok,” dedi siyah saçlı şifacı. “İstediğiniz bir şey yoksa-”
“Var,” dedi Yu.
İstediği pek çok şey vardı. Hâlâ içmek, sevişmek ve öldürmek istiyordu ama şu anda en çok istediği şey bazı soruların cevabını öğrenmekti.
“Vermia’ya neler oldu? Bir şeyler duydun mu?” diye sordu.
İçten içe sorumluluğun üstünden kalkacağı düşüncesiyle her şey için geç kalmış olmayı arzuluyordu. Yanlış olduğunu ve ne yapması gerektiğini bilse de yerinden kalkmaya bile üşenirken hedefi için savaşmaya devam edecek gücü bulamıyor, bir kaçış yolu arıyordu.
“Vermia şehrinin çoğunun yandığı, halkın yarısının öldüğü söyleniyor,” dedi Raya. “Şehirden kaçan insanlar hâlâ şehre geri dönmeye cesaret edemiyormuş. Ayrıca siyah kola sahip mor gözlü bir adamın başına kimisi yüz, kimisi bin altın öldül konulduğunu söylüyor.”
“Bin altın etmem ki...”
Halkın yarısı, on binlerce kadın ve çocuk anlamına geliyordu. Hepsinin katili Yu’ydu. Hepsi karşısına geçse saymayı bile başaramayacağı kadar çoklardı ve Yu hepsini hiç düşünmeden sarf ettiği sözlerle katletmişti.
“Bu benim suçum,” dedi.
Raya zaten bunu biliyodu. Söylediklerini onu bilgilendirmek için söylemiyordu, kendini rahatlatmak istediği için söylüyordu. Suçunu kabullenmiş olmak onu reddetmeye çalışmaktan daha az yorucuydu.
“Yine de delirmem gerekmez mi? Yani... Neden yaptığım şeyler beni çıldırtmıyor?”
Onunla konuşmaya istekli olmayan Raya sadece dinledi. Gitmek istiyor ama hizmet etmek zorunda olduğu biri konuştuğu için istemse de dinlemek zorunda kalıyordu.
“Bir canavar olduğum için beni çıldırtmıyor. Kendimi tanımlayacak kelimeler bulamıyorum. Kendimi rahatlatmak için ne kadar berbat bir şey yaptığımı söylüyorum. Yaptığım şeyi söylemek nasıl beni rahatlatabilir?”
Boşluktaydı. O mağaradayken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı bile ve şimdi ona bir buçuk aydan fazla sürenin geçtiğini söylüyorlardı. Ne yapacağı konusunda bir fikrinin olmaması korkunçtu.
“Söyler misin, Keichi Tempo ile ilgili bir şey duydun mu? Terazi Kardinali.”
Raya başını aşağı yukarı salladı. “Konuştuğumuz tüccarlar ordusunu şehirden çıkarıp kuzeye ilerlediğini ama sonra fikrini değiştirip Libra’ya geri döndüğünü söyledi.”
Güldüğü için suratınıyakmak istiyordu. Hissettiği şeylerin yanlış olduğunu biliyordu ama düşündüğü gibi olmuş ve sorumluluğun üstünden kalktığını hissetmişti. Kızına olan yoldan uzaklaşsa bile omuzlarından inen yükün ardından vücudu hafiflemişti.
“Vazgeçilenler tarafından alıkonulmak yerine güneye gitseydim bile onunla karşılaşmayacaktım yani. Benim suçum- Benim suçum.”
Yürümek zorunda olduğu yolda artık yürümek zorunda değilmiş gibiydi ama hâlâ yapması gereken şeyin ne olduğunu kendine söyleyebiliyordu. Hâlâ yürümeye devam etmek zorunda olduğunu, başladığı işi bitirmesi gerektiğini biliyordu.
Ama iradesindeki zayıflık kalkmasına ve bir ayağını diğerinin önüne atmasına izin vermiyordu. Kırılmıştı, kaybetmişti ve mağlubiyeti kabullenmişti. Yenilgiyi kabullenmek hayattaki en kötü şeylerden biriydi. Hikâye, ayağı zincirlerle bağlanmış fil hikâyesine dönüyordu.
“Bir şey yapmam gerek. Bir şey yapmam gerektiğini biliyorum. Bacaklarım... Neden kalkmıyorsunuz?”
Raya başka bir soru almayınca gitmek için Yu’dan uzaklaştı. Yu onu kolundan tuttu ve gitmesine izin vermedi. Onu durdurduğunda kolundan tutmanın abartılı bir hareket olduğunu fark edip elini geri çekti.
“Lütfen. Biriyle konuşmam gerek.”
Raya bir süre gözlerini kapadı ve derin bir nefes verdi. Yu kendisiyle konuşmak istemediğini görebilmesine rağmen ona cevap verecek birisine ihtiyaç duyduğu için yanında tutmaya çalışıyordu.
“Önce giyinmeliyim. Biraz bekler misin?”
Raya keyifsizdi. “Elbette, Efendi Valarfin.”
Yu sandalyenin kenarlarına tutundu ve kollarından destek alarak tembelce ayağa kalktı. Yavaşça çadırına doğru ilerledi ve girişi aralayıp içeri baktı. Üç kölesi hemen ayağa kalkmış ve onu karşılamak üzere karşısında dizilmişlerdi.
“Hoş geldiniz, Efendi Valarfin,” dedi Fia. Ortalarında duruyordu.
Çadırın içi bıraktığından çok daha dolu gözüküyordu ama köleleri zayıflamıştı. Yu burada değilken Vazgeçilenler onların beslenmesine dikkat etmemiş olmalıydı. Yine de hâlâ hayatta ve satılmamış olmaları iyiydi.
“Neden mutlu gözüküyorsunuz?”
Yu onları genelde somurturken görürdü. Şimdi köle olarak hizmet ettikleri adama gülümsemeleri için onlara hiçbir neden vermemişti.
“Dördüncünüz nerede?” diye sordu. Silvia’yı kast ediyordu.
Diğerleri susarken Fia cevap verdi. “Üzgünüm, Efendi Valarfin. Silvia sizin kaybolduğunuz gece öldürüldü.”
“Aptal karı...”
Ona merhamet etmiş, hayatını bağışlamış ve yaşamasını sağlamıştı. Merhameti boşa çıkmıştı. Önce tekrar yakalanmış, sonra şans eseri yanında zarar görmeden yaşayabileceği Yu’ya sunulmuştu. Evet, bu iyi bir hayat değildi ama bulunduğu senaryoda elde edebileceği en iyi hayattı.
Kendi açısından baktığında onun yaptığının aptallık olduğunu söylese de gerçekte onu kınamıyordu. Onun yerinde olsaydı o da aynı şeyi yapar ve özgürlüğünü arardı.
“Sandalyeleri dışarı çıkarın. Yemek hazırlayabiliyor muydunuz?” Cevabı beklemeden konuşmaya devam etti. “Beş kişilik bir şeyler bulun. Hızlı olun.”
Onlar koşturmaya başlayınca kendisine bakıp bakmadıklarını umursamadan altındaki peştamalı çıkardı ve bir süredir kendisi için bekleyen basit siyah kıyafetleri giymeye başladı. Önceden giydiklerinin aynısını giydiğinde masadaki yeni eşyalara göz attı.
“R-rord O-oğ...”
Deniz’in bir şey söylemeye çalıştığını gördü. Kelimeleri söylemeye çekinse de ne demek istediğini anladı.
“Oğul bunları bana verdi. Anlıyorum. İşine dön.”
Hızlı çalışıyorlardı. Deniz işine dönerken çadırın içindeki diğer hediyeleri incelemeye devam etti. Genellikle içilebilir şeyler olan şarap ve biradan oluşuyorlardı. Zırhlar ve yeni silahlar da bir köşedeydi. Yeni silahların içerisinde bir balta, bozdoğan ve savaş çekici vardı.
Savaş çekici filmlerdeki veya oyunlardaki iki elle tutulan büyük ve hantal aletlerdense gerçek hayattaki çivi çakmak için kullanılan çekiçlere benziyordu. Bu silahlar zırhlı düşmanlara karşı kılıçtan daha iyiydi.
“Bu orospu çocuğu beni mi sikmek istiyor amına koyayım?” diye düşündü. Süslü kıyafetleri, parfümleri ve diğer kişisel bakım malzemelerini ilk bakışta fark edilebilir bir yere koymuşlardı.
En çok dikkatini çeken şey ise bir gitardı. Rolderhelm’de çalındığını görse de oradan ayrıldıktan sonra hiç denk gelmemişti. Ayrıca bu dünyada da hiç gitar çalmamıştı.
“Çalabildiğimi nereden biliyor ki? Bu kadarını da bilemezsiniz orospu evlatları... Bu kadarını da bilemezsiniz... Aklımdaki bilgiye nasıl erişebilirsiniz orospu çocukları?”
Gözler tekrar üzerindeydi. Hayatının büyük kısmında insanların ilgisini çekmekten mutlu olmuştu ve şimdi birilerinin ilgisini çektiği için sinirleniyordu. Sinire korku da eşlik etmekteydi.
“Yok... Bilmiyorum...”
Tekrar bir kahramana ihtiyacı olduğunu düşündü. Onu tüm bu hikâyeden tutup çekecek ve farklı bir hayatın içine koyacak birini bulmalıydı. Kendisi bunu başaracak güce sahip olmadığı için bir başkasının yardımına muhtaçtı.
“Sanırım... En azından buradaysa boşa durmasın.”
Gitarı eline aldı ve dışarı çıkmak üzere arkasını döndüğünde Sofya karşısına çıktı. Tatlı bir gülümsemesi vardı ve Yu’nun yüzüne bakıyordu.
“Efendi Vararfin, yüzükreriniz de murada.”
Eşya yığınının arasından çıkarttığı kutuyu Yu’ya uzattı. Kutunun içinde ablalarından kalan yüzükler duruyordu. Dövüşmeye giderken yanına almadığı için mağaranın içinde kaybolmamıştı.
“Teşekkürler, işine geri dönebilirsin,” dedi yüzükleri sağ eline takarken. Sofya yemek hazırlamaya geri dönerken Yu çadırdan çıktı.
Çadırın hemen önüne küçük bir masa ve masanın çevresine beş sandalye koymuşlardı. Kölelerin kendi sandalyelerini efendilerinin sandalyesinden daha uzağa konumlandırdığını gördü ve kendi eliyle onları masaya yaklaştırdı.
“Yanlış anlama, seni baştan çıkarmaya çalışmıyorum,” dedi Yu. Gitarı gösterdi. “Ama bunu buldum. Yani bir şarkı söyleyebilir miyim?”
“Size engel olamam, Efendi Valarfin,” dedi Raya.
Yu onun tarafından sevilmese bile güzel bir sese sahip olduğu için katlanılır olacağını düşünüyordu. Tabii söyleyeceği şarkıyı –aslında bir şiirdi- kendisi yazdığı ve daha önce hiç kimseye okumadığı için sözlerinin beğenilmemesine şaşırmazdı.
“Öyleyse,” dedi ve akordu ayarlamak için işe koyuldu. Bu esnada arada sırada gözünü kaldırıp Raya’ya bakıyor ve kadının nasıl bir tepki verdiğini ölçmeye çalışıyordu.
Raya kölelerin doldurduğu kadehinden şarap içerken sessizdi. Yüzünde heyecan yoktu ve onu motive edecek herhangi bir şey göstermiyordu.
Yu akordu tamamladıktan sonra başparmağıyla tellere vurmaya başladı. Şiirin sözlerini önceden yazsa da ilk kez müzik eşliğinde çalacaktı ve etkileyici bir şekilde, doğaçlama bir melodi ortaya çıkarıyordu.
Melodi yavaştı, basitti ve biraz romantik, biraz da duygusaldı. Yu sözlere girmeden önce bir süre melodiyi dinleyicisine ve diğer kulak misafirlerine sundu. Sonra dudaklarını oynattı.
♫ Zaman geçmiyor, karanlık dinmiyor. ♫
♫ Geceler sürüyor, yokluk bitmiyor. ♫
♫ Bekliyorum, güneşin doğmasını. ♫
♫ Lakin şafak asla sökmek bilmiyor. ♫
Melodi duygusal bir şekilde devam ederken geçen yılın bu zamanlarını hatırladı. Ablaları olmadan girdiği ilk yazdı ve onların mezarının başında aklına bu sözler gelmişti.
Gözlerini kapatmıştı. Ablalarının sesinin neye benzediğini hatırlayamadığı için kendine kızıyordu. Geçmişinden birçok gereksiz insanın sesini hatırlayabilirken onların sesini hatırlayamamak canını yakıyordu. Sözler devam etti.
♫ Ah, kaçıncı gece bu, beklediğim? ♫
♫ Ve hiçbir sonuç elde etmediğim? ♫
Şarkı söylemek onu rahatlatmamış, daha fazla üzülmesini sağlamıştı. Devam etmesindeki tek sebep aniden durursa burada oturmanın tuhaflaşacağıydı.
Ama şarkının sözleri geceyi, aniden söylemeyi bıraktığında olacağından daha tuhaf kılabilirdi. En azından Raya böyle düşünebilirdi.
♫ Tanrım, bana yardım et, yalvarırım. ♫
♫ Çünkü ben bunu yapmaya korkarım. ♫
♫ Dünyada ha bir can az, ha bir fazla, ♫
♫ Hemen bitirirsen memnun kalırım. ♫
Aynı melodiyi değiştirmeden çalmaya devam ederek ilk dörtlüğü bir kez daha tekrar etti. Ardından yavaşlamaya başladı. Gözlerini araladı ve dinleyicilerine baktı. Raya’nın yüzünde memnuniyetsiz bir ifade yoktu. Sözlerin onu ne kadar etkilediğini bilmese de sesinin etkilediğini biliyordu.
Diğer dinleyicileri olan kölelerinin de bir kazanın içinde yanan ateşin üstüne et pişirirken arada sırada gözlerini çevirip kendisine baktığını gördü. Bakışları fark edildiğinde başlarını ete geri çevirmişlerdi.
♫ Bekliyorum, güneşin doğmasını. ♫
♫ Ve gece izliyor, gözyaşlarımı. ♫
Melodi iyice yavaşladı ve notalar hiç var olmamış gibi sessizliğe karıştı. Yu ofladı. Bunu yapmamış olmayı dilerdi. İçindeki karanlık çukuru kendi elleriyle uyandırmış ve ruhundan parçaları tekrar ona kaptırmıştı.
“Amına koyayım.”
Gitarı nazikçe yere koydu ve sağ eliyle bıyıklarından başlayıp dudaklarının çevresinden dolaşarak çenesindeki sakalları sıvazladı. Sadece üç ay sonra yirmi yaşına girecek bir çocuk olduğunu düşündü. Bir çocuk için yaşadıkları fazlaydı.
“Çağırdıkları kişi aptal bir orospu evladı da olsa elfler Sung-min’i çağırırken en azından yaşı tutturmuş. Hâlâ ergenliğini atlatamamış biri bu stresle yüzleşmeye zorlanmamalı. Amını sikeyim.”
Gözyaşlarını sildikten sonra onu rahatlatacak bir şeyler söylemesi umuduyla gözlerini Raya’nın gözlerine dikti. Kadının mavi gözlerinde kendisininki gibi gözyaşları yoktu ama hüzünlüydü. İç çekti ve kollarını karnının altında birleştirdi.
“Güzelmiş,” dedi.
“Teşekkürler.” Acıyla gülmeye başladı. “Özür dilerim. Özür dilerim. Kötü biri olduğum için özür dilerim. Dünya berbat bir yer.”
Köleleri hâlâ eti pişirmeyi bitirmemişti ama bir anda rahat duruşlarını değiştirdiler. Sırtlarını dikleştirdiler ve hizaya geçtiler. Fia hâlâ etleri kontrol ediyordu.
“Bu konuda hemfikiriz.” Sesin sahibi Altar’dı. Arkasından yaklaşmıştı. “Piç, aklıma gelmişken harika bir ders vereyim. Eğer bir yerde oturuyorsan sırtını daima duvara ver.”
Duvardan kastı çadırıydı. Sırtının çadırına bakmasını tavsiye ediyordu. Bu dersin durup dururken nereden çıktığını bilmese de sözlerin altındaki mantığı kavrayabiliyordu.
“Ihh~ Ihh~”
Duyduğu iğrenç sesin sahibini de tanımıştı. Arkasında dans ettiğini hissedebiliyordu. Ter kokusu burnuna geliyordu.
“Arkadaşım! Munun harika mir hediye oracağını miriyordum! Çok ama çok ama çok ama çok güzerdi! Yani dinrediğim en güzer ama en ama en ama en, en, en güzer şarkıydı!”
Altar omzunu sıvazlarken Yu arkasını dönmek ve Oğul’a bakmak istemedi. Oğul kölelerini korkutuyordu ve Raya’nın yüzünde de memnuniyetsiz bir ifade oluşturmuştu.
“Arkadaşım! Rütfen-”
Yu onun sözünü kesti. “Sadece ilham perileri geldiğinde söyleyebilirim. İlham perileri ise ormana kaçtı. Eğer ormana gidip onları getirirsen tekrar söyleyebilirim.”
“Ihh! Kesinrikre getireceğim!”
Ayak sesleri yeri sarsarak uzaklaştı. Oğul ormana dalmıştı. Yu kıkırdadı ve hiçbir şey bulamadan döndüğünde iğrenç yaratığın ne kadar üzgün olacağını hayal etti. Onun üzülmesi Yu’yu mutlu edecekti.
“Burada pek çok şeyiz,” dedi Altar. Yu’nun köleler için ayarladığı sandalyelerden birine oturmuştu. “Ama yalancı değiliz. Orospu çocukluğu yapma, Valarfin.”
“Ben bir yalancıyım,” diye cevapladı Yu. “Keşke siz de diğer şeyler olmak yerine yalancı olsaydınız.”
“Hmm? Seni dövmek istiyorum.” Altar, Yu’nun omzunu acıtacak kadar sıktı. “Ama sanki yalnızca bir yalancıymışsın gibi konuştun. Her neyse, keyfini kaçırmayayım.”
Bunun için çok geçti. Yu canının yandığını gizlemeye çalışmazken köleleri pişen eti masaya getirdi. Yu’nun onlarla birlikte yemek istese de Altar yüzünden bunu yapamamışlardı.
“Ben kaybolduktan sonra ne oldu?” diye sordu. Ona gitmesini söyleyebileceğini zannetmediği için en azından aklındaki soruları cevaplamasını sağlayabilirdi.
“Elfler ebemizi sikti, geriye az kişi kaldık ama kölelerimizi geri alıp köylerini yok ettik. Tüccarlar geldiğinde hemen hemen hepsini onlara sattık.” Altar kölelerin hazırladığı etten yerken şarap doldurmalarını işaret etti. “O mağarada ne oldu? Diğerleri nasıl öldü?”
Yu diğerlerinin öldüğüyle alakalı bir şey söylemese de Altar hemen sonuca varmıştı.
“Bilmiyorum. O gri yaratıklar bizi mağaranın içine sürükledi ve diğerleri bir şekilde kayboldu. O cennetin- yani o yerin içine girdiğimde yanımda sadece Raki ve Papurgir vardı. Gustav da bizleydi ama ben fark etmeden onu öldürmüş. ”
“Sonra o yaratık Raki ve Papurgir’i öldürdü mü?”
Yu başını hayır anlamında salladı. “Cennetin kendine ait olmasını isteyen Raki, Papurgir’i savunmasızken öldürdü. Ben de cennetin yalnızca bana ait olmasını istedim, bu yüzden Raki’yi öldürdüm.”
Altar kaşlarını çattı ve mavi gözlerini Yu’nun ruhunu delercesine mor gözlerine doğrulttu. Onun ilgili mi yoksa sinirli mi olduğunu anlayamamak korkutucuydu. Belki de her ikisiydi.
“Nasıl öldürdün?” diye sordu. “Onun cüceye yaptığı gibi mi?”
“Hayır,” dedi Yu. “Dövüştük, onu yere yatırdım ve başını nehre sokup boğdum.”
“Yani bizden birini öldürdün?”
Yu yutkundu. Onu nasıl bir amaç uğruna olursa olsun öldürmekten memnundu ama soruya evet yanıtını vermeye çekiniyordu. Çekinerek başını salladı.
“Haha...” Altar güldü. Gözlerindeki bakış yumuşamıştı. “Aferin, Valarfin. Sana kızmadım. Eğer sana öldüyse bizimle birlikte devam etmeyi hak etmiyormuş. Aferin.”
Altar sırtını sıvazlarken Yu tekrar yutkundu ve derin bir nefes verdi. Sinirlenmediği için rahatlamıştı ama mutlu olmasını da beklemiyordu. Yeşil saçlı adamın mutluluğu sesine yansıdı.
“Bundan sonra köylere saldırıp yağma yapmayacağız. Efendimiz yeni bir emir verdi.” Kölelerin doldurduğu kadehten birkaç yudum aldı. “İlerleyecek ve Dae Nehri’nin kuzeyine geçip Kral Dağı’na gideceğiz.”
“Orası krallığın sınırları içerisinde kalıyor,” dedi Yu. “Başkent Mora’ya, Vermia’ya olduğundan daha yakın.”
“Yani? Olmaz mı diyorsun?”
“Hayır, böyle bir şey demedim.”
“Diyemezsin zaten amına koyayım.”
Altar güldü ve kadehi kafasına dikip bitirdi.
“Neden oraya gideceğiz?” diye sordu Yu.
‘Sana ne’ şeklinde bir cevap almaktan korksa da Altar düzgünce açıkladı.
“Çünkü orada...” Heyecanı arttırmak için yavaşça konuşmuştu. “Bir tanrının kabri var. Efendimiz tanrının vücudunu istiyor.”
Cevap vermedi. Hatta herhangi bir şey düşünmedi bile. Siciline mezar hırsızlığı suçunun eklenecek olmasının yanı sıra bir tanrının kabrinin olduğunu duymak onu tepkisiz bırakacak kadar şaşırtmıştı.
Link’in ona anlattığı hikâyeye göre öldüğünü bildiği tek ilah insan ırkını yaratan tanrıçaydı. Onun ismi Theia idi ve yarattığı insanlar tarafından alçakça katledilmişti.
Ama bahsedilen kabir ona ait olamazdı. Eğer öyle olsaydı Altar tanrı kelimesi yerine tanrıça kelimesini kullanırdı. Öyleyse Yu’nun varlığını bilmediği bir tanrı dünyaya gelmiş ve ölmüş olmalıydı.
“Yarın harekete geçecek ve Ağustos ayının başında işe başlayacağız. Tamamen hazırlanmak için iki ayımız var. O zamana kadar seni eğitmeye devam edeceğim. Diğerlerinden de yardım isterim belki, birkaç kişiye karşı da savaşmayı öğrenmelisin.”
Ağustos ayının sonunda bu dünyadaki ilk yılı dolmuş olacaktı. Aylar geçse de Yu hedefine yaklaşmamıştı.
“Ben... Öleceğim, hastayım. Hastalığım olmasa bile Yeşim Ejderhası ile bir antlaşma yaptım. Eğer onu kurtarmazsam ruhum parçalanacak. O mağaradayken bile yeterince zaman kaybettim-”
“Valarfin.” Altar konuşmasını engelledi. “İşi bitirdiğimizde özgür kalacaksın. Elde ettiklerinle kendi yoluna gidebilirsin.”
“Benden ne istiyorsunuz?” diye sordu ağlamaklı bir ses tonuyla.
“Ben de bilmiyorum,” diye cevapladı Altar. “Sesini kes ve sana dediklerimi yap. Senin için de en iyisi bu olacak.”
Altar yerinden kalktı ve kendi çadırına döndü. Onları yalnız bıraktığında Yu başıyla kölelere oturmasını işaret etti. Onlar otururken tekrar sakallarını sıvazladı. Altar ne onun hastalığıyla ne de ejderha ile yaptığı anlaşmayla ilgilenmişti.
“Lanet olsun ya,” dedi gülerken. “Lanet olsun.”
-------------------------
16.08.2022 – 03:15
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..