Cilt 4 - Bölüm 26: Hipersomnia (2/2)

avatar
350 4

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 4 - Bölüm 26: Hipersomnia (2/2)


“Neden buradasın?” diye sordu kılıca. “Buradaki her şey bana ait! Bunu biliyorsun! Gerekirse seni de öldürmekten çekinmem!”

 

Çıplak bir adam, kollarını sallayarak bir kılıca bağırıyordu. Dışarıdan bakıldığında bir deli gibi gözüktüğünü kabul ediyordu ama içeride o kılıcın kötü niyetli bir şeytan olduğunu biliyordu.

 

Oyuna gelmişsin, Valarfin!

 

“Kes sesini! Sen bir şeytansın. Kana düşkün bir canavarsın. Seni yok etmem gerek!”

 

Mutluluğuna engel olmaya çalışan kılıcı kırmak için üstüne yürüdü ve kabzasını kavrayıp saplandığı topraktan çekti ama onu nasıl kırabileceğini bilmiyordu.

 

Seni aptal! İnsanların gücü beni ortadan kaldıramaz!

 

Yu kılıcı aldı ve büyük bir kayanın yanına ilerledi. Yürüdüğü esnada kılıç yakaladığı her ışık zerresini sömürüyor ve çevresindeki dünyayı grileştiriyordu. Kayanın yanına gelince onu kaldırdı ve tüm gücüyle kayaya vurdu.

 

Bir kıvılcım parladı, kayanın üstündeki yosunların rengi soldu ve ses cennetin her yerinden duyuldu. Kılıca bir şey olmamıştı.

 

Beni dinle, Valarfin. Biz burada duracak kadar küçük değiliz! Buradan çıkmalıyız! Dışarıya gitmeliyiz. Yapman gerekenleri ne çabuk unuttun!

 

Yapması gereken tek şey burada kalmak, yemek, içmek ve melek ile sevişmekti. Başka bir şey yapmasına gerek yoktu. Onu başka bir şey yapmaya zorlayamazlardı.

 

Burada... Öldürebileceğimiz fazla kişi yok... Sen de acıkmadın mı, Valarfin?

 

Aç değildi. Meyveler ve lezzetli etler ona, ona ait olan melek tarafından sürekli sunuluyor ve iyi beslendiğinden emin olunuyordu. Buradayken bir kez olsun açlığı hissetmemiş ve canı ne çektiyse ona verilmişti.

 

Ama kılıcın bahsettiği açlık farklı bir şeye yönelikti. Kılıç ete değmek ve kanı içmek istiyordu. İçten içe Yu da onunla aynı şeyleri düşünüyordu. Kendini güçlü hissediyordu ama daha güçlü hissedebilirdi. Nefret ettiği bir zevk olsa da insanları öldürmek onun içine işlemişti. Kılıç, Yu’nun yola geleceğini hissetti ve rahatça konuşmaya başaldı.

 

Etu, Valarfin. Na visus fila, eg ailus ana.

 

Kılıç haklıydı. İstediği bir şey vardı ama istediği şey kılıcın bahsettiği şey miydi bilmiyordu. Kılıcın göğsüne sızdığını ve bir boşluğu işgal ettiğini gördü. Bunu görebiliyordu. Ondan yayılan gölgenin vücudunu sardığını ve kalbinin içindeki kırmızı cisme sızdığını gözleriyle görebiliyordu.

 

Ve göğsünün ortasında beyaz bir ışık yanmaya başladı. Parlaktı, güneşin kendisinden daha sıcaktı. Canı yanarken dizlerinin üstüne düştü. Göğün gürlediğini duydu ama burada bulunduğu süre boyunca hiç bulut görmemişti. Ses dışarıdan geliyordu.

 

“Ne yapıyorsun?” diye sordu. “Hayır! Hayır!”

 

Kılıcı fırlattı ve kalbine sızmaya çalışan gölge kılıçla birlikte uçtu. Onun çevresindeki karanlık korkutucuydu. Kılıcın ruhu Yu’nun tüylerini ürpertiyordu.

 

Eg darus ana! Est visus ana!

 

Kılıcın karanlığa gömülmüş sesi beyninde yankılanıp duruyordu. Onu duymak istemiyordu. Kelimelerini duydukça hastalanıyordu. Dünya güzelliğini kaybediyor ve güneşin rengi kızıla dönüyordu.

 

Göğsü daha güçlü parladı, daha sıcak yandı. Vücuduna kazınmış dallara benzeyen yıldırım yaraları göğsündeki ışığı emerken biraz sonra yapraklar çıkaracak bir ağacı andırıyordu. Canının acısıyla ne yapacağını bilemedi ve fırlattığı kılıcına doğru süründü.

 

Sürünürken yerdeki yumuşak çimler kayboluyor ve yerini kızıl toprağa bırakıyordu. Toprak sert ve taşlıydı. Kokusuna doyamadığı çiçeklerin gri olduğunu gördü, çalılarda yaprak yoktu ve dalları kurumuştu.

 

“Ne yapıyorsun? Neden dünyamı kirletiyorsun! Yapma! Buna bir son ver! Burası bana ait!”

 

Kılıç bundan sorumlu değilmiş gibi davrandı ve Yu ona ulaşana dek sessiz kaldı. Göğsü yanarken alevleneceğini hissetti. Vücudundan dışarı taşan ve layık olmadığı bir güç bulunuyordu. Çığlık attı.

 

“Aah!”

 

Dünya deprem olurmuşçasına sallandı. Onun bölgesine daha fazla işgalci giriyordu. Çirkin işgalciler, onları hissedebiliyordu. Biri koşuyor ve o koştukça yer sallanıyordu.

 

“ARKADAŞIM! SEVGİRİ ARKADAŞIM!”

 

İşittiği ses hem çirkindi hem de seviyesi yüksekti. Sahte cennetinin çirkinleştiğini görürken bir yandan da burası ona ait olduğu için gelen kişiyi ortadan kaldırmak istiyordu. Kılıcının yanına vardığında sağ eliyle onu tuttu.

 

“Benim cennetime giremezsiniz...”

 

Sonsuza dek uzanıyormuş gibi gözüken ufuk çizgisinin içerisinden devasa bir adam girdi. Çok uzun ve iriydi. Üstünde sadece dizlerinden göbeğine kadar uzanan bir kumaş vardı. Onun dışında tamamen çıplaktı. Kısa kulakları sivriydi ve yüzü bakmak istemeyeceği kadar çirkindi. Çevresinde ağlayan siyah insan ve hayvan figürleri vardı.

 

“BENİM CENNETİME GİREMEZSİNİZ!”

 

Ona bağırırken yaratığın arkasından başkaları çıktı. Yeşil saçlara sahip orta yaşlı bir adam, boynuna kadar uzanan siyah saçları sahip çekici bir kadın, dört kollu yeşil bir yaratık ve plaka zırhlar giymiş sekiz diğer insan. Üzerleri kanla kaplıydı. Hepsi onun cennetini istila ediyor, kirletiyordu.

 

“Arkadaşım, sen nerer diyorsun möyre?” dedi iri yaratık. “Seni çok ama çok ama çok ama çok özredik! Sensiz günrer mir türrü geçmek mirmedi! Hadi, ger!”

 

Çıplak bir şekilde onların karşısında dikildi, kılıcını onlara doğru kaldırdı. Burayı koruması gerekiyordu. Burası meleğin olduğu ve ona çocuklar vereceği yerdi.

 

“Kendini dövdürtme, Valarfin,” dedi yeşil saçlı.

 

Öldürelim, Valarfin. Onları da buradaki sahtekârı da... Hepsini öldürelim.

 

Açık alanda onlarla savaşmak zor olurdu. Onları dar bir alana çekmesi gerekiyordu. Ağaçların olduğu yer daha rahat bir deneyim elde etmesini sağlayabilirdi ama o da meleğin şatosuna yakındı. O çirkin varlıkları güzel meleğinden uzak tutmalıydı.

 

Yeşil saçlı adam başını salladı ve plaka zırhlı adamlardan biri Yu’nun üstüne yürüdü.

 

“Artar... Ne yapıyorsun? Hayır!” İri yaratık plaka zırhlı adamı durdurmaya çalıştı. “Ona zarar verme! O... O çok önemri! Mamam daha fazra kızar!”

 

“Bırak, Oğul,” dedi yeşil saçlı adam, Altar. “Valarfin’i öldür.”

 

Oğul bağırdı ve plaka zırhlı adamın önüne geçti. “HAYIR!”

 

“Ogul.” Dört kollu yeşil adam yanına geldi ve Oğul’u omuzlarından tuttu. “Bırak da olacakları ızlayalım. Altar’a guvanabılırız.”

 

Plaka zırhlı adam çıplak Yu’nun üstüne yürürken dört kollu adam, Oğul’u onun önünden çekti. Yu kılıcını iki eliyle tutarak havaya kaldırdı ve ucunu rakibinin sağ ayağına doğrulttu.

 

Vücudunu kaplayan plaka zırhı giyen adamın elinde hem kısa bir kılıç hem de çelik bir kalkan vardı. Zırh yeterli korumayı sağlarken neden çelik kalkan kullandıklarını hiçbir zaman anlamamıştı ama gereksiz gözükse de etkili olduğu inkâr edilemezdi.

 

İkisi karşı karşıya geldi. Rakibinin saldıracağını anlamıştı, böyle olmasını daha çok seviyordu. Savunma yapmak saldırı yapmaktan daha kolaydı. Bacaklarını rahatça ileri ve geri gidebileceği şekilde araladı ve saldırıyı beklemeye başladı.

 

“Ha!”

 

Plaka zırhlı adam kılıcını kaldırdı ve Yu’nun yüzüne doğru savurdu. Yu kendi kılıcıyla kolayca bu saldırı savundu ve rakibi çelik kalkanıyla ona vurmayı denediğinde geri adım attı. Çimler kaybolduğu ve zemin yerini sert toprağa bıraktığı için ayakları acımıştı.

 

Çeliği delebiliriz, Valarfin!

 

Kılıç beynine giriyor ve kan istiyordu. Yu üçüncü saldırıyı da kılıcıyla savuşturduktan sonra kalkanla yapılan dördüncü saldırıdan yine geri adım atarak kurtuldu. Savunma yapmakta sorun yoktu ama onun gibi birine karşı açık alanda fazla şansı yoktu.

 

Beşinci saldırıyı da kılıcıyla savunduktan sonra yüzüne gelen kalkanı sol eliyle tuttu. Rakibinin çelik zırhına ayağının tabanıyla tekme atarak onu geri itti. Rakibini yalnızca itmiş ve ona hiçbir zarar vermemişti ama bunu yapmak kendi canını yakmıştı. Bir daha çıplak bir uzvuyla çeliğe vurmamaya karar verdi.

 

Onu ağaçların arasına çekmeye çalışıyordu. Ağaçların arasındayken ondan daha rahat olacağını düşünüyordu. Plaka zırhlı adam kalkanını kaldırdı ve üstüne koştu, daha önce kim olduğunu hatırlamadığı birinin yaptığı gibi kalkanıyla ona vurmak ve yere düşürmek istiyordu.

 

Rakibi ona çarpmadan önce yere atladı ve yuvarlanarak ondan kaçtı. Pozisyonunu aldığında durmuş rakibinin bacağına doğru kılıcını savurdu. Kılıç çeliğe çarpıp geri sekerken Yu hemen ayağa kalkıp ondan uzaklaştı.

 

Delebiliriz dedim, Valarfin, kesebiliriz değil.

 

“Kes sesini.”

 

Çıplakken savaşmak nedensizce rahat hissettirmişti. Güvensiz olduğu doğruydu ve işi tek darbede bitecekti ama keyfi yerindeydi.

 

“Kaçma, orospu çocuğu!” diye bağırdı Plaka zırhlı adam. “Tek yapacağın bu mu?!”

 

Ağaçlara yaklaştıkça kendine olan güveni artıyordu çünkü işler plana göre ilerliyordu. Plana göre ilerlediği sürece sorun yoktu. En sonunda kurumuş ağaçların arasına girdi ve yapraksız dalların üstünde yetişen gri meyveleri gördü. Ağaçların üstündeki çeşit çeşit meyveleri hatırlıyordu. Şimdi tüm o renkli meyveler çirkin ve kuru görünümlü şeylere dönüşmüştü.

 

Artık zırhlı adamın saldırıları ağaçlara çarptığı için Yu kılıcıyla savunmak zorunda bile kalmıyordu. Ağaçlar büyük zarar görse de ya plaka zırhlı adamı durduruyor ya da saldırılarını yavaşlatarak kaçmayı kolaylaştırıyordu.

 

Ağaçlar tabii ki de Yu için de bir dezavantajdı. O da nispeten uzun kılıcıyla saldırmak istediğinde önüne çıkacaklardı ama burada savaşmayı açık alanda savaşmaya yeğlerdi. Daha güvenliydi.

 

Yapay güneşin verdiği ışık düzeyi yavaşça azalırken zaman geçti. Yu yorulmaya başlasa da rakibi kadar yorgun değildi. Hem ağaçlara çarptığı için hem de zırhı yüzünden rakibinin hareketleri iyice yavaşlamış ve miğferinin ardından gelen öfkeli nefes sesleri duyulmaya başlanmıştı.

 

Bir süre sonra dövüşün ne zaman başladığını bile hatırlayamaz oldu. Yapay güneşin verdiği ışık gitgide azalıyordu. Ne rakibi ne de o birbirlerine dokunabilmişti.

 

Plaka zırhlı rakibi durdu ve miğferini başından çıkarıp bir kenara fırlattı. Yorulmuştu, derin nefesler alıyordu. Yüzü kıpkırmızı kesilmişti ve alnından akan terler kirpiklerinden damlıyordu. Yeşil gözlerini Yu’ya dikti, öfkeliydi.

 

“Kaçmasana anasını siktiğim...” dedi öfkeli bir şekilde soluyarak. “Kaçma da ananı avradını sikeyim senin. Kaçma...”

 

Yu da terliyordu. Rakibi vücudundaki manaya rağmen yorulurken Yu vücudunda hiç mana olmadan yorulmuştu. Buna rağmen hareket etmesine engel olacak bir şey yoktu.

 

Güzel, Valarfin. Böyle devam et. Onu yorabilir ve sinirlendirmeye devam edebiliriz. Daha sonra birlikte tadına bakarız. Evet, Valarfin.

 

Adam kalkanını bıraktı. Bunu yalnızca öfkeyle yaptığı belli oluyordu çünkü elindeki kılıç tek elliydi, Yu gibi iki eliyle tutarak kılıca verdiği gücü arttıramazdı. Yine de boşta kalan elini farklı şeyler için kullanabilecekti.

 

Valarfin! Dikkat et!

 

Kılıç uyarısını bitirmeye kalmadan başının arkasına aldığı darbeyle gözü karardı ve yere düştü.

 

Renkler tekrar yerine geldiğinde dört kollu adamın, Marak’ın omzunda taşınıyordu. Ölümüne dövüştüğü adam onun arkasındaydı. Miğferi yoktu, yüzü hâlâ terli ve kırmızıydı. Arkalarından yürüyen bir kişi daha vardı.

 

“Mak, arkadaşım!” dedi Oğul, Yu’ya bir kadının kopmuş başını gösterirken. “Seni kaçıran şeytanı ördürdüm! Ihh! Ihh! Kimsenin sana zarar vermesine izin vermem! Ihh! En iyi arkadaşım! Ihh!”

 

Oğul’un elinde tuttuğu kafaya baktı. Uzun ve yağlı siyah saçları vardı. Teni griydi ve dudakları yoktu. Dudakları olmadığı için sarı renkli uzun sivri dişleri ile damakları görülebiliyordu. Yüzünde kan lekeleri vardı ve kendi sivri uçlu uzun dilini ısırmıştı.

 

“Püh amına koyayım senin...”

 

Mağaradan çıkarken yerde bir sürü gri canlının cesedini gördü, her yer kana bulanmıştı. İlerlerken anılarını geri kazanması uzun sürmedi.

 

“Neler oldu?”

 

Oğul ona gösterdiği kafayı arkasına fırlattı ve değişik mimikler sergileyerek konuşmaya başladı.

 

“Mamam seni kaybettiğimiz için çok ama çok sinirrendi~ Ihh~” Hem korkmuş hem üzgündü. Sonra gülümsedi. “Seni tüm ormanda arayıp durduk. Normarde en iyi arkadaşrar orduğumuz için seni hemen murmam gerekirdi ama muramadım ama mugün seni hissetmeyi maşardım. Sonra seni kurtarmaya gerdik sevgiri arkadaşım! Ihh! Ihh! Ihh!”

 

Buna ne kadar kurtarmak deneceği tartışmaya açıktı. Her ne kadar sahte olsa da cennette mutluydu ve onların yanında olmanın onu mutlu etmeyeceği kesindi.

 

“Bugün mü beni hissettin?” diye sordu. “Ne kadar oldu ki?”

 

Sorusunu cevaplayan Marak oldu. “Bır buçuk ay falan. Yazın ılk gununa gırdık, kutlama ıcın tam zamanında bulduk sanı.”

 

Yu gözlerini kapadı ve cennette kalmış olmayı diledi. Keichi Tempo’yu kaçırmıştı.

-------------------------

15.08.2022 – 03:10






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 46883 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr