Güneş yaz mevsiminin ortasında olduğu kadar yakmasa da hâlâ
bunaltıyordu. Teri gözkapaklarının üstünde toplanıyor ve onları aşağı iterken
bunaltıcı sıcaklık uykusunu getiriyordu.
Uyumak için de uygun bir pozisyondaydı. Tanrıçanın kendini gösterdiği andan şu ana dek hiç konuşmayan kılıcı kınında dururken Yu beyaz mızrağa sarılmış ve römorkta ayaklarını uzatmıştı.
Raya, Yu’nun atını sürüyordu ve Oğul da onun yanındaki diğer atı dizginlerinden tutarak ileri götürüyordu. Fia, Yu’nun yanındaydı ama Yu kendini ondan uzaklaştırmış ve römorkun bir tarafına yaslanmıştı. Ağzını bıçak açmıyordu.
“Bir ruhu, Amelia’nın rahmine doğru üfledim.”
Ölüm ve yaşamın denetçisi Tanrıça Nefaera’nın cennete dönmeden önce söylediği son kelimeler beyninin içinde dönüp duruyordu. Sıcak havanın yol açtığı terlemeye bir de düşündükçe gelen stresin yarattığı darlık eklendiğinde nefes alamaz oldu. Düşündükçe bir ateş basıyor, ateş bastıkça nefes alamıyor ve nefes alamadıkça öfkeleniyordu. Öfkelenmekse onu daha fazla düşünmeye zorluyordu. Böyle bir kısır döngüye girmişti.
“Bir ruhu, Amelia’nın rahmine doğru üfledim.”
Kelimeler tahtaya çakılan çivi misali beynine çakılıp duruyordu. Birileriyle konuşmak, onlardan akıl almak istiyor ama bunu anlatacak kadar yakın gördüğü birini bulamıyordu. Yaptığı aptalca bir işin ardından geri alınamayacak bir sonuç elde etmişti.
“Bir ruhu, Amelia’nın rahmine doğru üfledim.”
Nefaera’nın o anki gülüşü aklından çıkmıyordu. Tanrıça, onun tanımlayamadığı duygularından zevk almıştı. Şu anda kendisini izlediğini ve güldüğünü aklında canlandırabiliyordu.
“Bir ruhu, Amelia’nın rahmine doğru üfledim.”
Nefes almak için ağzını açması gerekti, burnundaki iki delik artık yetmiyordu. Karnı hızla inip şişiyor, kanı kaynıyor ve kalbinin içinde beyaz siluetler tarafından aşağılanıyordu.
Gözlerini kapattığında aklına Amelia’nın yüzü geldi. Onu kendisini kötü hissetmemek için kullanmıştı, şimdi bunu yaptığı için daha kötü hissediyordu.
Ölmek istedi fakat nefes almaya devam ediyordu.
“Efendi Valarfin, size yardımcı olmam mümkün mü?”
Fia ona yaklaşmış ve elini omzuna koymuştu. Yu, Fia’nın elini tuttu. Beyazdı, sıcaktı ve şekli hoşuna gidiyordu. Gözü göğüslerine kaydı, ona her zamankinden daha büyük ve arzu edilesi gözükmüştü. Elfin dudakları da onu kendine çekme ve öpme isteği doğuruyordu.
Tüm dertlerinden bir anlığına daha kurtulmak için bunu yapmak istedi. Onu öpmek, boynunu ve göğüslerini emmek, soymak ve penisini içine sokmak istedi. İçerisi sıcaktı, ıslaktı ve onu sarıyordu. Onu sahip olduğu tüm kötü düşüncelerden o an için koruyordu. Fia’yı da kullanır ve kullanmaya devam ederse, belki ondan ve daha pek çok kişiden çocuklar yaparsa bu mevzu onun için umursamaya değmeyecek bir şeye dönüşürdü.
Öldürdüğü zaman da böyle olmuştu. İlk cinayetlerinde vicdan azabı çekmişti, yaptığı şeyin kötülüğü onu yakmıştı. Öldürmeye devam ettiğindeyse yaptığı şeyin kötü olduğunu hâlâ bilse de gittikçe bu olay normalleşmiş ve en sonunda yalnızca kötü olduğunu düşündüğü için birilerini öldürmeye başlamıştı. Öldürmekten zevk almıştı.
Bu olayda da aynısını olabilirdi. Eğer sadece yapmaya devam ederse en sonunda sayı o kadar çok artardı ki onun için anlam ifade etmez olurdu.
“Bir ruhu, Amelia’nın rahmine doğru üfledim.”
Fia’yı kendine çekmek için elini sıktı, kelimeler bir kez daha zihninden geçti ve elfin gözlerinin içine baktı. Kalbi atıyordu, nefes almak canını yakıyordu. Onu kendine çekecekti ki elini bıraktı.
“Hayır,” dedi hızlı nefeslerinin arasında. “Yardımcı olman mümkün değil.”
Bir kez yaptığı hatayı ikinci kez tekrarlamayacaktı. Özellikle bir saat sonra ne düşüneceğini bilmediği kararsız bir ruh hâlindeyken, kendini tekrar iyi hissetmek için bir kişinin daha canını yakmayacaktı. Bu iradeyi o zaman da gösterebilmiş olmayı diliyordu.
Ağladı.
Ağlarken vücudundaki yıldırım yanıkları parladı ve zincirlerin göğsünden çıkıp vücudunun her tarafına doğru yayıldığını hissetti. Fia parıltılar yüzünden endişelenmişti, tam konuşmaya başlayacakken Yu onu susturdu.
“Sen güzel birisin,” dedi tüm samimiyetiyle. “Eğer bana yakınlaşırsan kendime ne kadar hâkim olabileceğimi bilmiyorum. Lütfen bir süre için benden uzak dur.”
Gökyüzü bir süre öncesine kadar bulutsuzdu ama şimdi bulutlar ayrı bölgelerde parçalar olarak kendini göstermişti. Küçük parçalar daha büyük bir bulut oluşturmak için kararak birbirlerine yaklaşıyordu.
“Bir ruhu, Amelia’nın rahmine doğru üfledim.”
“Bir ruhu, Amelia’nın rahmine doğru üfledim.”
“Bir ruhu, Amelia’nın rahmine doğru üfledim.”
“Bir ruhu, Amelia’nın rahmine doğru üfledim.”
“Bir ruhu, Amelia’nın rahmine doğru üfledim.”
“Bir ruhu, Amelia’nın rahmine doğru üfledim.”
“Bir ruhu, Amelia’nın rahmine doğru üfledim.”
“Bir ruhu, Amelia’nın rahmine doğru üfledim.”
Kelimeler aklının her köşesinde fırtına misali gezerken göğsündeki yıldızlar o kadar sıcaktı ki artık vücudunun alev alışının kaçınılmaz olduğunu anladı. Siyah köpükler bir anda kenetlenen dişlerinin arasından çıktı, bazıları ise dışarı çıkmayı başaramamış ve Yu yutkunduğunda nefes borusundan aşağı inmişti.
Öksürüğü ağzının içinde kısıldı, siyah elini acıyla zemine vurdu ve römorkun altında bir delik açtı. Çığlık atmayı başaramadı, inleyemedi, yıldırım lekeleri kanıyordu, alev aldı.
“EFENDİ RAYA!” diye bağırdı Fia. “EFENDİ RAYA! ONA BİR ŞEY OLUYOR!”
İlerlemeyi hemen bıraktılar, Yu’nun kıyafetleri alev almadan önce Fia onları yırtmıştı. Göğsünün üstündeki göz alıcı beyaz yıldızın üzerinde minik bir alev oluşmuştu. Yaraları kanarken Fia alevi söndürmek için yırttığı kıyafet ile üstünü kapadı, küçük bir çığlık atmıştı.
“Arkadaşım! ARKADAŞIM! NE ORUYOR?”
Oğul başının dibinde bağırmasına rağmen onu uyanık tutamadı. Hissettiği acı yüzünden Yu fazla dayanamayarak bilincini kaybetti.
***
Gökyüzü Sarayı’nın gökyüzünün parçaları cam gibi kırılıp yere düşerken örümcek ağlarına takılıyordu, tıpkı diğer tüm kulelerin takıldığı gibi.
Örümcek ağları bile üstündeki ağırlığı taşıyamayarak kimi yerlerden kopuyordu. Kopan ağların üstündeki parçalar en sonunda kara bulutların içine düşüyordu. Aşağıya baktığında parçalar bulutlara düştükçe çakan yıldırımların ışığını görebiliyor ve sesini duyabiliyordu fakat yıldırımlar yukarıya, onun bulunduğu ve ayakta kalan tek kuleye çıkmıyordu.
Ayağa kalktığında yarı çıplaktı, sol eli lanetli değildi ve avucu yere düşen bir cam parçasını tuttuğu için kanıyordu. Kanı kırmızıydı, olması gerektiği gibi.
Vücudunda hiçbir yara yoktu, sakalları sanki buraya gelmeden önce kesilmiş gibiydi ve saçları da kısaydı. Kendini genç hissediyordu, tıpkı bu dünyaya ilk geldiği günkü gibi.
Bir yandan da kendini yaşlı hissediyordu, sanki yüzlerce yıl yaşamış gibi.
Göz alıcı şekilde parlayan beyaz bir siluet onu boğazından tutup kaldırdı. Renkleri olmasa da artık yüzünün şeklini görebiliyordu ve gördüğü kişi asil bir adamdı, ilk görüşte bunu fark etmemek mümkün değildi ve siluetin yakışıklı suratında belirgin bir öfke vardı. Biraz daha baktığındaysa suratındaki şeyin sadece basit bir öfke ifadesi olmadığını söyleyebilirdi. O, kudurmuştu.
“Daha ne kadar bizi aşağılayacaksın?” diye sordu siluet. “Daha ne kadar onu aldatacaksın? Daha ne kadar nefes almaya devam edeceksin? Var olmak seni de iğrendirmiyor mu?”
Ona cevap verecek yüzü yoktu, ağlayacak ve sızlanacak yüze de sahip değildi. Tek yaptığı suçunu kabul etmek ve çekilen azarı dinlemekti.
Ama bugün sadece onu azarlamayacak, aşağılamayacak ve kuleden atıp buradan kovmayacaklardı. Artık onların canına tak etmişti, Yu’nun yaptıklarına daha fazla katlanmayacaklardı.
“Artık sana daha fazla katlanmayacağız!” dedi siluet sağ yumruğunu kaldırırken.
Yu gelecek şeyi anlayıp gözlerini kapadığında yanağına yumruk inmişti bile. Yumruk o kadar sertti ki sol yanağına inen yumruğun acısını sağ kulağına kadar hissetti. Çenesini titretmiş ve bir dişini kırmıştı.
“Ah-”
Yediği yumruğun etkisiyle Yu yere düştü, inlerken ayağa geri kalkmayı denemedi. Bunu hak ettiğini biliyordu. Bir süre önce burada olan kızıl yıldız bile onu terk ettiğine göre artık kendisine dair hiçbir umut kalmamıştı.
“Ihh...”
“Aşağılık herif, insanlığın yüz karası!” dedi bir başka siluet onu yerden kaldırıp ikinci yumruğu sağ yanağına geçirirken. Yu birkaç dişi daha ağzından tükürürken bu sefer yere düşmedi, ona ilk vuran siluetin kollarının arasına gitti.
“Senin gibiler başka şeyden anlamaz!” dedi yeni beliren bir siluet. Yu yaşaran gözleriyle görebildiği kadar ona baktı, eğer bembeyaz bir siluet olmasaydı sinirden kırmızıya dönmüş bir adam olurdu.
Arkasında ve önünde, sağında ve solunda siluetler belirirken hepsi ona vurabilmek için yaklaştı. Karşısındaki kişiler normal insanlardan çok daha güçlü olduğu için her bir yumruk ruhunu vücudundan ayıracak kadar şiddetli iniyordu.
“Ah! Ahh!”
Genellikle karnına ve yüzüne vursalar da göğsüne de yumruk atanlar çıkıyordu. Hatta bazıları tekme atıyor ve her seferinde Yu’nun nefesi kesiliyordu.
Kendini bundan kurtarmak için hiçbir şey yapmıyordu. Direnmenin bir anlamı olmadığı gibi direnmek için hakkı da yoktu. Eğer o da siluetlerden biri olsaydı Yu Valarfin’i cezalandırmak gerektiğini bilirdi ve bu hak ettiğinden çok daha hafif bir cezaydı.
Yüzüne doğrudan bir yumruk daha yediğinde görüşü kanlandı ve arkasındaki siluet onu tutmayı bıraktı. Yu yere düştüğünde aralarındaki tek kadın siluet onun yanına geldi, boğazından tutup havaya kaldırdı ve yere vurdu.
“AAHHH!”
Yu kan kusarken kemiklerinin çatladığını, hatta bazılarının kırıldığını hissetti. Omurgasından yayılan ve bıçak gibi kesen ince ve ağır bir acı topuklarına ve beynine kadar ulaştı.
Kadının ardından bir başka siluet onu bacağından tutup kaldırdı, o kadından çok daha sert davranmıştı. Yu’nun başı yere çarptığında zemini çatlatmıştı ve Yu hâlâ uyanıktı. Attığı çığlık çöken Gökyüzü Sarayı’nın derinliklerine dek ilerleyip orada kayboldu.
“Aıııhh~ IHHAAHHH~”
Biri daha onu kaldırdı, birkaç defa yumrukladıktan sonra başından tutup yüzünü yere geçirdi ve zemini yararak sürükledi. Böyle şeylerin ancak animelerde insanların başına geleceğini düşünürdü çünkü ancak oralarda insanlar böyle bir acının ardından hayatta kalabilirdi fakat Yu şu anda hayattaydı, acı çekse bile yaşamaya devam ediyordu. Bunun da sebebi fiziksel dünyada değil de Gökyüzü Sarayı’nın içinde olmasıydı.
“IIIAAAAHHHHĞĞĞHHH!”
Bunu hak ettiğini biliyordu ama hâlâ acıyordu. Kan yüzünden ona vuranların yüzünü bile göremiyordu. Birisi onu saçlarından kavrayarak yerden kaldırdığında Yu saçlarının kopmamasına şaşıracak kadar kendindeydi.
“Sen neden bizim gibi olmuyorsun?” diye sordu siluet. Bir kazan gibi kaynıyordu. “Neden bunu yapmaya devam ediyorsun? Neden bu kadar kötü birisisin?”
Ona kafa attı ve Yu tekrar yere düştü. Yerdeyken yüzüne yediği tekmeden sonra bir başkası onu tekrar ayağa kaldırdı.
“İyi birisi olmak bu kadar zor mu? Yalan söylememek, zehir tüketmemek, insanları öldürmemek, zina etmemek, birilerini üzmemek bu kadar zor mu?” Dizini, Yu’nun karnına geçirdi. Yu’nun ağzından çıkan kanlı tükürükler siluetin beyaz omzunu kirletiyordu. “Sen neden... Neden iyi biri olmuyorsun?”
Yu’nun boğazını sıkmaya başladı, nefes alamıyordu. Vücudu kendi kendini kontrol etti ve elleri onu boğazlayan siluetin ellerine giderek parmaklarını açmayı denedi ama gücü hiçbir şekilde yetmiyordu.
Boğazlayan adam onu havaya kaldırdı ve yere fırlattı. Yu yere çarptığında tekrar tüm kemiklerinin kırıldığını hissetti, vücudunda sayısız morluk ve yara açılmıştı.
“Yok,” dedi siluetlerden biri yerdeki Yu’ya tekme atarken. “Yok, yok, yok, yok! Senden olmaz, sen olamazsın, olmazsın. Hayal kırıklığısın.”
Diğerleri de onu tekmelemeye başladı. Yüzüne, boynuna, göğsüne, karnına, kollarına, sırtına, beline, kasıklarına, kalçasına, bacaklarına, ayaklarına... Vücudunun her yeri tekmelenirken yerde inim inim inliyordu. Yapacak başka hiçbir şeyi yoktu.
“Ablaların için hayal kırıklığısın,” dedi bir siluet.
“Onun için hayal kırıklığısın,” dedi bir başkası.
“Kızın için hayal kırıklığısın,” dedi bir başka siluet.
“Bizim için bir hayal kırıklığısın,” diyerek vurmaya devam ettiler.
Kanlı gözyaşları sadece çektiği acıdan ötürü akmıyordu. Aynı zamanda yaptığı her şeyin suçluluğundan ötürü akıyordu.
Tekme atmayı kestiklerinde ilk karşılaştığı siluet onu tekrar ayağa kaldırdı. Yu yeni bir yumruk bekledi fakat gelmedi. Gözündeki kanlar aktığında siluetin yüzündeki hayal kırıklığını, iğrenmeyi ve umutsuzluğu gördü.
“Sen adam olmazsın,” dedi siluet onu yere iterken. Sonra tüm siluetler kayboldu ve Gökyüzü Sarayı, Yu’nun üstüne düşerek yok oldu. Buranın parçalanması onun suçuydu, tıpkı diğer her şey gibi.
***
“Aıh~Ih~ Ah~”
Kanı hâlâ siyahtı, sol eli hâlâ lanetliydi, vücudunda hâlâ yıldırım yaraları vardı.
Ama tüm bunlara ek olarak tüm vücudu, ayaklarından yüzüne dek morluklarla kaplıydı. Dayak yemiş gibiydi. Dayak yemişti. Morluklarına dokundukça tüm vücudu acıyla titriyordu.
“Efendi Vararfin!” diye bağırdı onun uyandığını gören Sofya.
Fia, Sofya’yı dirseğiyle dürttü. “Başının dibinde bağırma.”
“Özür direrim, Efendi Vararfin,” dedi Sofya. Sonra ellerini onun koluna götürdü.
“Aah! Tch!”
Sofya’nın parmakları kolundaki morluklara değer değmez Yu inledi. Vücudu dokunmaya gelmiyor, canı hemen yanıyordu. Siluetler ona boyutlar arası bir dayak atmıştı.
“Özür direrim! Özür direrim!” diyerek ağlamaya başladı Sofya. “Özür direrim, Efendi Vararfin! Hanımefendi Raya’yı çağıracağım!”
Sofya yatağın ucundan kalkıp gittiğinde onun arkasında duran Deniz’i gördü. Bir yandan yemek hazırlarken bir yandan da bardağa su doldurmuştu. Doldurduğu suyu Yu’ya uzattı.
“Muyurun, Efendi Vararfin.”
Yu’nun suya uzanan eli titriyordu. Suyu tuttuğunda da titremeye devam etti. O kadar çok titriyordu ki sallanan bardağın içindeki suyun yarısı dökülmüştü. Bardağı zar zor ağzına götürdü ve birkaç yudum içtikten sonra yutkunmakta güçlük çekerek öksürmeye başladı.
“Efendim!” diyen Fia, Yu’nun sırtına birkaç defa vurdu. Bu an bir kölenin efendisine vurabileceği tek an olabilirdi. Yu nefes borusuna kaçan suyu ağzından geri çıkarttı, su göğsüne döküldü. Bayılmadan önce göğsünün yandığını hatırlıyordu fakat şu anda yanık izi yoktu.
“Mızrak...” dedi titreyerek. “Mızrak nerede? Mızrak, onu getir.”
Deniz başını sallayarak Yu’nun, Nefaera’dan alıp yol boyunca sarıldığı mızrağı getirmek için çadırdan çıktı. O esnada Raya da Oğul ve Altar ile birlikte içeri giriyordu. Yu’yu kontrol etmek için diğer ikisinin önünde yürüyen Raya hızlı adımlarla yanına geldi ve morluklara dokundu.
“Tah! Ah~ Acıyor...”
“Anlıyorum, bakayım,” diyen Raya şifa büyüsü yapmak için ellerini morlukların üstüne getirdi. “Sen uyurken morluklar oluşmaya başladı, şifa büyüsü ile iyileştirememiştim.”
Şimdi de morlukların üstüne inen beyaz ışık onları iyileştirmeyi başaramıyordu. Raya bir süre daha denedikten sonra başını salladı ve ışık yavaşça söndü.
“Olmuyor, iyileşmiyorlar. Daha fazla uğraşmak sadece manamı boşa harcar.” Elini Altar’a uzattı ve Altar ona küçük metal bir tencere verdi. “Ya kendi kendine iyileşirler ya da bilmiyorum, deneyimimi aşan bir şey. Şimdilik bunu süreceğim.”
Tencerenin içinden tahta kaşıkla çıkarttığı yeşil ve sıcak bir merhemi morlukların üstüne sürmeye başladı. Isı ve temas canını yakıyordu. Yu ufak çığlıklar atarken Deniz beyaz mızrakla içeri girdi. Sofya da onun arkasından gelmişti.
“E-efendi Vararfin.” Oğul’un başını bir anda ona çevirmesiyle korkmuştu. “İstediğiniz gimi mızrağınızı getirdim, muyurun.”
Raya hâlâ ona merhem sürerken Yu ayağa kalktı. Raya ona çarpıp canını yakmamak için geri çekilirken hem Fia hem de Oğul aynı anda konuşup aynı şeyi söyledi.
“Arkadaşım, yataktan karkmamarısın.” & “Efendi Valarfin, yataktan kalkmamalısınız.”
“Altar, bana bak,” dedi onlara aldırmayan Yu. “Hemen şimdi meleği öldürmeye gidelim. Bu iş fazla uzadı. Bitirmenin zamanı geldi.”
“Ne diyorsun?” dedi Altar azarlar bir tonla. “Kendini öldürtmeye çalışma artık. Senin yüzünden başıma iş alamam.”
“Hayır!” diye bağırdı Yu. Bağırdığında herkesi şaşırtmıştı, Deniz’in elinden mızrağı aldı. “Bu mızrak bana bir tanrıça tarafından verildi. Bu mızrak ile meleği öldüreceğim. Bugün, daha fazla vakit kaybetmeden...”
Bacağındaki morluklar ayakta dururken sızlıyor, bu da ayakta durmasını zorlaştırıyordu. Yine de bacakları titrerken kararlılığını sürdürecekti.
“Hayır, dinleneceksin. Emirlerime karşı-”
“Kendim giderim. Öyle ya da böyle bugün o melek ölecek ve ben özgür bir adam olacağım. Onu bu mızrağı kullanarak öldüreceğim. Ne dersen de kararlılığım sarsılmayacak.”
Altar ona Kyre’ye ne olduğu ya da tanrıça hakkında soru sormuyordu. Sormamasının sebebi ilgilenmemesi değil Yu’nun bir sürü şeyi üst üste yığması ve hepsiyle aynı anda ilgilenecek şans tanımamasıydı.
“Arkadaşım, ne demek istiyorsun?”Oğul’un gözleri doldu, sesi titredi. “Mizim yanımızdan gitmek mi istiyorsun? Menimre mirrikte oracağını söyremiştin, sonsuza dek! Ne demek istediğini söyre! Ihh!”
“Hayır, arkadaşlığımız sonsuza dek sürecek,” dedi Oğul’u sakinleştirmek için.
“Valarfin, beni sinirlendirme,” dedi Altar.
Diğer herkes onları izlerken Yu sadece acıdan değil öfkeden de titremeye başladı. Onu anlamıyorlardı, bu dünyada durduğu her saniye içerisine daha fazla batıyordu.
“Lütfen,” dedi en sonunda. “Ölmeyeceğim, yaralanmayacağım. Hepimiz gidelim, hepimiz ona saldıralım ve meleği öldürüp tanrının vücudunu alalım. Artık bitsin bu iş.”
Ağlamak üzereydi. Canı hâlâ yanıyordu, bacakları titrediği için mızraktan destek alarak ayakta duruyordu. Değil bir melekle savaşmak, herhangi bir insanla bile savaşacak durumda değildi. Yine de devam etmek ve ilerlemek istiyordu. Yurine’nin ölümünün ardından aylar geçmişti ve onun tek yaptığı yerinde saymaktı. Buna daha fazla devam edemezdi.
-------------------------
05.09.2022 – 00:00
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..