Cilt 4 - Bölüm 42: Bir Kez Daha, ####### ######## (1/2)

avatar
337 4

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 4 - Bölüm 42: Bir Kez Daha, ####### ######## (1/2)


Roteur kalesinin dibinde yer alan Roteur kasabası, Mora Krallığı’na ismini veren şehir ve başkent olan Mora şehrine en yakın büyük kasabaydı. Taşkule kalesinin ve Kral Dağı’nın kuzeybatısında yer alıyordu. Kuzeyinde olup da kendisinden daha büyük olan tek yerleşim yeri başkentti.

 

Kraliyet tarafına ait bir kasaba olarak nizam içerisindeydi. Sokaklar temiz ve parlaktı, insanların çoğu güler yüzlüydü. Elbette savaşması için güneye gönderdikleri kardeşleri, çocukları, kocaları ve babaları hakkında endişeleniyorlardı ama her biri giden adamların birer kahraman olarak evlerine döneceğini söylüyordu.

 

“O kahramanlar aslan adamların baltalarıyla öldürülmüştü. Kralın büyücüsü gökten yıldırımlar düşürdüğünde karşısında savaştığı tanrıya hayatları için dua etmişlerdi.”

 

Tüm savaşlarda nasılsa bunda da öyleydi. İki taraf da kendi askerlerini kahraman olarak görüyordu. Adamlar ölürken içerisinde bulundukları savaşa lanet okusalar bile aileleri onların ne kadar yürekli adamlar olduklarını söyleyecek ve onlarla gurur duyacaktı.

 

Düzenli sokakların arasında seri adımlarla ilerleyip geniş kaldırımların üstünde yürüyerek tuz ve balık kokulu limana girdi. Deniz kenarına konulmuş her fener direğinde kırmızı ejderha sancağı dalgalanıyordu, Yu Zao’nun sancağıydı. Genç çocuklar ve Ethalotlu köleler yarın sabah kalkacak gemilere yükleri bindirirken bugün gelen gemilerin yüklerini indirmeyi çoktan bitirmişlerdi.

 

“İnsan kaçakçısı gibi gözükeceğim,” diye düşündü bugün kalkacak son geminin üstünde bekleyen grubu gördüğünde. Geminin önünde on altı kişi bekliyordu. Bekleyenler arasında sadece iki erkek vardı ve ikisi de kadın gibi gözüküyordu. Yu onların Vazgeçilenler tarafından bu şekle sokulduklarını düşünmüştü ama yol boyunca erkek gibi gözükmek için hiçbir şey yapmamışlardı.

 

Yu’yu karşılayan köleleri arasında en yakın hissettiği Fia oldu. “Efendi Valarfin,” dedi başını eğerek onu selamlarken. “Hepimiz size minnettarız, teşekkür ederiz.”

 

Yu miğferini çıkartarak son kez elf ve diğerleri ile yüz yüze geldi. Kendini hâlâ suçlu hissediyordu çünkü onlar kötü insanlar tarafından zarar görürken hiçbir şey yapmamıştı. Şimdi yapabileceği en iyi şeyi yaptığını söyleyerek vicdanını rahatlatmayı denese de Vazgeçilenlerin arasına geldiği ilk gün çadırının arkasında gördüğü görüntünün ağırlığını üzerinden atamıyordu.

 

“Tamam, insan kaçırıyor gibi gözüküyorum,” dedi Fia’ya son sattığı zırhın parasını uzatırken. “Birbirinizin yanından ayrılmayın, kavga etmeyin ve birbirinize destek olun. Kötü insanlardan uzak durun. Şimdi içeri girin. Gerekmedikçe güneye inmeye çalışmayın.”

 

Yu’nun kölesi sıfatıyla aylar geçirmiş olan Fia, Deniz ve Sofya dışında diğerleri geminin içine geri döndü. Bindikleri gemi neredeyse taşacak kadar dolmuştu ve kaptanın onları alması için normalde gerektiğinden daha fazla para ödemeleri gerekmişti. Yine de yakında başkentte olacak ve Yu zamanı geri sarana dek güven içinde yaşayacaklardı.

 

“Sonrasında da işler bitmeyecek.”

 

Miğferini tekrar takmak üzereyken Fia elindeki altın kesesini Sofya’ya verdi ve Yu’nun ellerini tuttu. Yeşil gözleri ıslanmıştı, Yu bir öpücüğün geleceğini anladığında elini dudağının üstüne koymak için hazırlandı ama Fia’nın öpücüğü yanaktandı.

 

“Kötü insanlardan uzak durmanı söylemiştim,” diye sitem etti. “Böyle yaparsanız gözüm arkada kalacak.”

 

“Özür dilerim, Efen-” Fia gülümseyerek yanlışını düzeltti. “Bay Valarfin.”

 

“Bay Valarfin,” diye tekrar etti. “Bu sözü duymayalı uzun zaman oluyor. Biraz üzüldüm, biraz da iyi hissettirdi. Teşekkür ederim.”

 

Fia gözlerinden akan yaşları silerek arkadaşlarının yanına döndü. Mürettabatın son üyeleri de dışarıdaki işlerini halletmiş ve gemiye binmeye başlamıştı.

 

“Bakışma sahnelerinden hoşlanmıyorum, hadi gidin artık,” dedi arkasını dönüp yürümeye başladığında. Biraz ilerledikten sonra Sofya’nın ona bağırdığını duydu.

 

“Gerecekte mir oğrum orursa adını Yu koyacağım!” diyordu genç kız.

 

Çocuğuna o ismi koyayacağı bir geleceğin hiç var olmaması için Nekoverine’ye gidecekti. Bir oğlanın daha iyi isimleri olabilirdi. Miğferini taktı ve üçünün gemiye binişini görmek için başını çevirmeden limandan çıkarak hana doğru yürümeye başladı.

 

“Yarın sabah yola çıkarım. Denizden gitmek daha iyi olurdu ama artık zodyaistlerin topraklarının da benim için güvenli olduğunu zannetmiyorum.”

 

Vermia şehrinde yaptıklarından sonra aranmaya devam ediyordu. İnsanlar onun tam ismini keşfetmiş ve şehrin tüm duvarlarına kendisine ait çizimler asmıştı. Şansına bu dünyadaki ressamlar birilerinin en ince ayrıntısına kadar robot resmini çıkartabilecek kadar yetenekli değildi. Bu yüzden insanların en belirgin bulacağı yer olan sol kolunu sargılar veya zırhla gizlemesi tanınmasının büyük ölçüde önüne geçiyordu.

 

Tabii bir de saklaması mümkün olmayan mor gözleri vardı. Özellikle dünyada çok az mor gözlü insan olduğu düşünüldüğünde ve kendisi ametist moruna sahip gözlü bir başkasını tanımadığından birisi onun gözlerini gördüğü an ‘mor gözlü şeytan’ olduğunu söyleyerek ihbar verebilirdi. Miğferini takmadığında gözlerinin üstüne gölge düşürmek için kapüşon kullanıyordu ama bunu yapmanın fazla dikkat çektiğini düşündüğünden miğferini neredeyse hiç çıkartmıyordu. Zaten güneye gidip krallarına yardım etmek isteyen pek çok miğferli adam etrafta olduğu için miğferi takılıyken insanların onu durdurmasını sağlayacak kadar fazla dikkat çekmiyordu.

 

“Mora’da işler çok boktan bir hâle bürünüyor. En azından kilise için öyle. Kraliyetin keyfi yerindedir.”

 

Böyle düşünse de Yu Zao’nun güneyde zorlandığı haberini duymuştu. Mora Kralı yazı Vermia’da geçirip ordusu için erzak toplamak, sonra da batıya gidip savaşmak istemişti fakat aldığı haberlere göre Vermia’ya erzak için gelen tüm konvoylar yağmalanıyordu. Yazın sonuna geliyorlardı ve eğer sonbaharda da yeterince erzak bulamazsa sadece savaşta geri düşmeyecek, aynı zamanda Vermia halkıyla da sıkıntı yaşayacaktı.

 

Vermia haricinde ülkenin doğusundan ve batısından da yeni haberler geliyordu. Kraliyet ordusu kuzeyden Sagio şehrini almak için güneye iniyor ve önündeki tüm kaleleri fethediyordu. Batıdaki haberlerse onu kahredecek seviyedeydi.

 

Aqua şehrinden hiçbir haber alınamaması dışında Başak Katedrali’nin merkezi olan Virgo şehrinde, Vermia’yı yakanın Kardinal Yurine’nin kâhyası Yu Valarfin olduğu öğrenildiğinde, düşman da olsa bir şehre bunu yapabilenin ancak şeytan olacağı söylenmiş ve Başak Katedrali’ne dair her şeye el konularak yaptıkları her şeyi yıkmışlardı. Ölmüş Yurine’nin kardinal unvanı alınmış ve kendisi şeytan tarafından kandırılmış bir kız olarak halka lanse edilmişti. İnsanlar buna inanıyordu.

 

Başak Katedrali’nin iki şövalyesinden Link’in ölü bulunduğunu duymuştu. Katedralin diğer üyeleri ve Sivina Ecues içinse idam kararı çıkartılmıştı. Roaronlar da öldürülmüştü. Hâl böyleyken ve kendisi de tüm ülkede aranıyorken oraya gitmek sadece ölümüne yürümek olurdu.

 

“Ölüme yürümek hep yaptığım şey...” Eliyle kılıcını tuttu, kabzayı kavramak güven vericiydi. “Bunların hiçbirinin önemi yok. Başarıyla güneye inmem ve Vermia’ya gitmem lazım. Sivina ve Cornelia’yı bularak onlara her şeyi anlatmalı ve Nekoverine’ye gitmek için yardımlarını istemeliyim. Beni dinlerler. Her şeyi düzeltmenin tek yolu var ve o yol da bu.”

 

Ayların ardından karşılaştıklarında göreceği tepkiyi, yaptıklarından ve Yurine’nin kaybından ötürü ona ne kadar kızacaklarını tahmin edemiyordu. Sivina bile Yu Valarfin gibi bir canavarı tüm bunlardan sonra sevemezdi. Yine de her şeyi düzeltmenin bir yolu olduğunu söylediğinde onların da bu umutsuz yolculuğa katılacağını düşünüyordu.

 

“Zamanım daralıyor. Hastalığım, ejderha... Ne kadar zamanım kaldı?”

 

Zırhı sayesinde çoğu çocuğun dikkatini çekiyordu ve bazı çocuklar onun peçinden koşup şarkı söylemeye başlamıştı. Bekâr kızlar yakında güneye inip kral adına savaşacağını düşündükleri kahraman şövalyenin yüzünü görmek istercesine onu izliyordu.

 

“Hiç savaştın mı?” diye sordu arkasından koşan çocuklardan bir tanesi.

 

“Kılıcını görebilir miyim?” diye sordu önüne geçen başka bir çocuk.

 

Soruların hiçbirine cevap vermeden kaldığı hana girdi. İçeride birkaç tüccar ve denizci vardı. Şişman hancı oğluna müşterilerle yavaş ilgilendiği için azar çekiyordu. Hancının yanına gitti ve kızıl saçlı adam oğlunu itip Yu’ya döndü.

 

“Yemek mi istiyorsunuz, sör?” diye sordu sinirden kızarmış yanaklarını ovuştururken. “Henüz hazır değil, birazdan pişirmeye başlayacağız. Beklerken size içki vereyim.”

 

“Kalsın,” diyerek içkiyi reddetti. “Yemek hazır olduğunda odama gönderirsin.”

 

İki katlı handa odasına çıkan merdivenlere yöneldi ve ilk adımı attı. Zırhın parçaları birbirine çarpıp şıngırdıyordu ve bunun dikkat çekici olduğuna şüphe yoktu. Arkasında sohbet eden bir grup denizci ona seslendi.

 

“Güneye mi ineceksiniz sör!” diye bağırdılar. “Gelin, bizimle için!”

 

Sarhoş gemicilere cevap vermeden merdivenleri çıkıp odasına giden koridora girdi. Koridorda yürüdüğü esnada yanından geçtiği bir odadan erotik sesler geliyordu. O odanın önünden geçerken hızlandı ve kendini odasına attı.

 

Girdiği gibi kapıyı arkasından kilitlemiş ve miğferini çıkartmıştı. Zırhını çıkartmaya başladığında ona birkaç oda uzakta olmalarına rağmen sevişen insanların sesi duyabileceği seviyeye kadar çıkmıştı.

 

“Bunu yaptığım için pişmanım.”

 

Sevişen çiftin sesi bir süre daha yükselmeye devam ettikten sonra aniden alçaldı, biraz güldüler ve sonra sustular.

 

“Zina yanlış,” dedi zırhını tek başına çıkartmaya çalışırken. “Bir daha asla yapmayacağım. Şerefsizler canımı çok yaktı. Vücudumda hâlâ morluklar var.”

 

Bacağındaki ve kolundaki çeliği çıkartması kolaydı ama sırtındaki için aynısını söyleyemeyecekti. Elleriyle kayışı çözmeyi denerken kendi etrafında dönüyordu.

 

“Ama bu kadar çok günah işledikten sonra tövbe ettiğimi söyleyip bir daha yapmayacağım demek ne kadar samimi? Bunlar için hiçbir ceza almayacak mıyım?”

 

Cezasız kalan bir suç, sonraki suç için bir teşvikti ve Yu Valarfin ne olursa olsun tüm suçların cezasının dünyada kesilmesi gerektiğine inanıyordu.

 

Sol omzundaki kayışı sökmeyi başardığında zırh sağına doğru düştü fakat sağ omzundaki kayış sökülmediği için üstünden çıkmadı. Yatağın üstüne oturarak sağ omzundaki kayışı sökmeye çalıştı. Soldakini sökmekten daha kolay olmuş ve zırhı tamamen çıkartmayı başarmıştı. Çelik örgülü gömleği de üstünden attığında omuzlarını rahatça hareket ettirebilmenin verdiği duyguyu hissetmek için biraz gerindi.

 

“Zaman kaybetmemeliyim.”

 

Sol kolunun üstüne sargı sarmaya başladı ve parmak uçlarına kadar tüm siyahlığı gizledi. Birisinin kolunu görmesi riskine kesinlikle giremezdi.

 

“Benimle ne zaman konuşmaya başlayacaksın?” diye sordu kılıcına. Kılıç hâlâ tek bir kelime bile etmemişti ve onunla hiçbir şekilde konuşmaması Yu’ya delirdiğini düşündürtüyordu.

 

Delirmişti ve bir kılıcın sesini duyduğunu zannetmişti. Sonra tanrıça gelerek bu deliliğe bir son vermişti. Böyle olmadığını bilse de aklında dönen senaryo buydu.

 

Gerçek şuydu ki kılıcın onunla konuşmasından hoşlandığı için biraz kırgındı. Özellikle yalnız başına kaldığı tam şu anda birisin onunla konuşmasına ihtiyacı vardı.

 

Yatağın yanında diz çöktü ve başını yatağın üstüne koydu. Fia, Sofya ve Deniz’in varlığına alıştığı için onlardan ayrılmak üzmüştü.

 

“Bazı şeylere alışmak kolay, vazgeçmek zor.”

 

Bir süre hiçbir şey yapmadan pozisyonunu korudu ve bekledi. Karnı guruldamaya başlamıştı. Yarın sabah erkenden yola çıkmak istediği için erken yatması gerekiyordu fakat önce karnını doyurmazsa aç karnı uyumasına izin vermeyecekti.

-------------------------

08.09.2022 – 00:00






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 46883 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr