Arkalarındaki insan kalabalığı bekletilmekten ötürü sinirliydi ama kraliyetin kızıl rengini kuşanmış askerlere karşı gelmenin iyi sonlanmayacağı açık olduğundan soluk renkli surların önünde duruyor ve sadece sessiz kelimelere yansıyan küfürlerinde öfkelerini belirtebiliyorlardı.
“Soylu olmadığına emin misin?” diye sordu şehrin kapısını korumakla görevli gardiyan. Onlardan önce şehre giren at arabası çoktan gözden kaybolmuştu. “Beni kandırmaya çalışma; tenin, gözlerin ve yüzün bir soylununkinden farksız, hatta ilahlarınkinden daha güzel.”
İlk kelimelerinde muhafız işini yapıyor ve şehrin güvenliğini sağlamak için çabalıyor gibi gözükse de tek gayesi Sivina’yı etkilemeye çalışmaktı. Öylesine bıkmıştı ki ona karşı yapmacık bir gülümseme takınmaya bile uğraşmıyordu.
“Çok naziksin,” dedi somurtarak. “Artık geçebilir miyiz?”
Fazla dikkat çekmemek adına saçlarını kahverengiye, bölgede en yaygın görülen renge boyamıştı ama saklayamayacağı bir yüzü, tanrıları kıskandıracak kadar açık bir teni ve büyüleyici gözleri vardı. Sıralamada yükseklerde olan bir aileden gelmemesine rağmen bir Elli olduğu için soyluların çoğu onun yanında sıradan avamlardan farksız gözüküyordu.
“Evinin nerede olduğunu söylersen…”
“İnsanlar bekliyor.” Sivina’nın yanındaki Sör Agemon sıkılmış bir hâlde Sivina’nın kapşonunu örttü. “Görevini yap asker. İnsanları korumakla yükümlüsün, onları rahatsız etmekle değil.”
“Sana ne lan yarı hayvan? Beklesin-”
Omuz zırhının üstünde rütbesini belirten fazladan bir plaka bulunan çavuş, Sivina’yı rahatsız eden askerin miğferine sertçe vurdu. Adamın kafasının nasıl zonkladığını gören herkes hissedebilmişti.
“Kralının adını lekeliyorsun,” dedi çavuş. Hâlâ genç sayılsa da siyah sakalları onu yaşlı gösteriyordu. “İluvar, kamçılanmaya götür şunu. Kralın adını lekeleyen hiç kimseye merhamet edilmeyecek.”
“Sadece konuşuyorduk!” dedi Sivina’yı rahatsız eden asker. “Öyle değil miydi? Seni rahatsız etmiyordum, değil mi?”
Genç askerin sarı kaşları yukarı kalkmış ve gözleri merhamet sahibi bir insanın yardımını ararcasına açılmıştı. Kurtarması için Sivina’ya baktı fakat Sivina onun ne kadar acı çekeceğini umursamıyordu.
“Beni rahatsız ediyordu,” dedi.
İluvar isimli başka bir sarışın asker, amirinin dediğini yaptı ve iki askerle daha rahatsızlık yaratan askeri kollarından tutup surların arkasına götürdü. Sivina’nın içi birazcık da olsa rahatlamıştı.
“Özür dilerim hanımefendi, beyefendi,” dedi rütbeli asker. “Evinize hoş geldiniz, devam edebilirsiniz.”
Sör Agemon tuttuğu dizginleri şaklattı ve atlar herhangi bir sözlü komut almaya gerek duymadan surlardan geçip şehrin sokaklarına girdi.
Şehre ilk defa girdiği kapının kuzeyinde, başka bir kapıdan içeriye girmişti. Duvar diplerinde yanmış ve yıkılmış binaları görebiliyordu ama şehrin iç kesimlerinde yeni evler inşa edilmeye başlanmıştı. Bunu da Yu Zao’nun merhametine ve halkına karşı duyduğu görev bilincine borçlulardı.
“Askerlerine karşı sert, değil mi?” diye sordu Sör Agemon.
Onlarla birlikte şehre giren insanlardan bazıları yanmış evlerinin bulunduğu yerde durmuş ve ağlamaya başlamıştı. Buna yol açan kişinin Yu Valarfin olması, muhtemelen Sivina’nın canını Yu’nun canını yaktığından daha çok yakıyordu.
“Bir kralın olması gerektiği gibi,” diye cevapladı Sivina. “Yoksa iş bizi askerlerden kim koruyacak hikâyesine dönüyor.”
“Eğer etrafta birileri olmasa o şerefsizin başını patlatırdım.”
Alışmak zorunda kalmayacağı bir şey olmasını isterdi ama erkeklerin ona asılmasına alışmıştı. Elhaven’de, Rolderhelm’de, İlonya’da ve Mora’da çevresindeki erkekler daima onu etkilemeye çalışmış ve bunun için onu rahatsız etmişti. Tek istisna Yu’nun yanında olduğu dönemdi. O zamanlar onunla konuşmaya çekiniyorlardı.
“İlk birkaç seferde şiddete başvurmuştum,” dedi Sivina. “Sorunu o an için tamamen çözüyor ama yürümüş bir nâmın yoksa sonraki seferlerde yine aynısını yapmak zorundasın.”
“Öyleyse bir yüzük takmaya ne dersin?” diye sordu Sör Agemon, söylediği şeyin farklı anlamlara çekilebileceğini anladığında kuyruğunu hızla salladı. “Yanlış anlama, sana evlilik teklifi etmiyorum. Sadece seni rahatsız etmemeleri için bir önlem.”
“Hâlâ bir şövalyeyim, insanları kandırmayı doğru bulmuyorum… En azından mümkün olduğunca az kandırmak isterim.” Avucunu açtı ve sol eline baktı. Parmakları uzun ve inceydi ve eli kılıç kullanmasına rağmen nasır tutmuyordu. “Bir keresinde annemin tavsiyesiyle yüzük parmağıma kurdele bağlamıştım ama bu bir şeye engel olmadı, rahatsız etmeye devam ettiler. Bazıları dövüşmek için o kişinin kim olduğunu bile sordu. Tanrılar, sadece on beş yaşındaydım ve çoğu zaman yüzümü gizlemem gerekiyordu.”
“Neden dövüşmek istiyorlardı?” diye sordu Sör Agemon merakla.
“El geleneği,” diye cevapladı Sivina. “Birden fazla damat adayı varsa kimin evleneceğini belirlemek için kendi aralarında dövüşürler. Elhaven'de kadınlar fazla olduğu için genellikle erkekler evlenecek birilerini bulma konusunda sıkıntıya düşmüyor ama çok güzel veya soylu bir kızı birden fazla erkeğin istediği zamanlar oluyor ve bu gelenek de o zamanlar için var.”
Bu gelenekle büyüdüğü için uzun bir süre çok normal bir şey olduğunu düşünmüş ve ebeveynlerinin bu yöntemle evlenmiş olması geleneğin iyi bir şey olduğuna onu inandırmıştı. Geleneğin ne kadar geri kafalıca olduğunu ancak Rolderhelm’e vardığında anlayabilmişti.
“Kötü sonuçlar doğurabilecek bir şeye benziyor.”
“Dövüşte birini yenmek elbette yeterli değil. Gelin adayının ve ailesinin de sözü önemli ama çoğu zaman dövüşü kazanan kişi gelini alır.”
Daha önce Sör Agemon şehre mal satmak amacıyla geldiği için neyin nerede olduğunu az çok biliyordu. Onun şoförlüğünde arabaları şehrin iç kesimlerine doğru ilerledi.
Burada hayatın normal koşuşturmacası başlamıştı. Yanmış ve yeni inşa edilen evlerden uzaktalardı ve binaların altındaki dükkanlardan zanaatkârların çalışma sesleri geliyordu. Birisi çelik dövüyordu, bir başkası testereyle uğraşıyordu. Sokağın ilerisinde sebzeleri ıslatan manavlar da vardı.
“Şu adamı görüyor musun?” diye sordu Sör Agemon. “Kraliyet askerleri için silah yapıyor. İnsanlar artık onlara minnettar. İşimiz hiç kolay olmayacak.”
“Cornelia onların haklı hükümdarı. Yu Zao’ya duydukları minnet yasalardan üstün olamaz.”
“Bu dediğine sen bile inanmıyorsundur,” dedi Sör Agemon. Doğruydu, Sivina sadece karşı gelmek için konuşmuştu. “Bir şövalyeye yakışmayacağını söyleyeceksin ama kazanmak için hilelere başvurmak ve halkı onlara karşı kışkırtmak zorundayız.”
“Olmam gereken şövalyeye yakışmayacak,” dedi Sivina. “Ama artık olmam gereken şövalyenin çok uzağındayım.”
Sör Agemon güldü. “Az önce insanları kandıramayacağını söylüyordun… Haha… Ama gerçek şövalyeler böyledir. Yalan söylerler, hile yaparlar. Rolderhelm şövalyeleri bu topraklarda pek yaşayamaz.”
Rolderhelm şövalyeleri derken soylu ailelerin çocuklarına anlatılan hikâyelerdeki kahramanlardan bahsediyordu. Onlar dürüst ve sözüne sadık adamlardı. Yalandan ve her türlü hileden uzak durur, rakiplerine karşı saygılı davranır ve daima adil olurlardı. Rolderhelm şövalyeleri Sör Agemon için bu anlama geliyordu ve açıkça hakaret ediyordu.
Ayrıca hikâyelerde anlatılan kahramanlardan yalnızca az bir kısmı gerçek dünyada yaşamış ve uzun bir hayat sürmüştü; hikâyelerde uzun bir hayat yaşadığı anlatılan kahramanlar çoğu zaman hayal ürünüydü. Yani bir şövalyenin sahip olması gerektiğine inanılan erdemler gerçek dünyada onu ölümüne götürüyordu.
“Kendinle çelişmeye başlamak korkunç bir şeydir.” Sör Agemon, at arabasını yeni inşa edilen geniş bir sokağın sonuna soktu ve iki katlı bir evin karşısında durdu. “İnandığın her şeyi sorgulamaya iter ve sonra inandığın şeylerin yalan olduğunu görürsün. Hiç sekmez. Bazen cahil bir hayatın en iyisi olduğunu düşünüyorum. Kendi küçük dünyanda, dış dünyaya hiç bulaşmadan yaşayacaksın.”
Bu tavsiyeyi hayatının merkezine koymak isterdi ama onun varlığı sıradan bir insan olmanın çok ötesindeydi. Yu’nun yanında, uzak ve huzurlu bir toprak parçasında basit bir hayat yaşama şansını kaybettiği gün bunu anlamıştı. Dünya bazı insanlara görevler biçerdi ve ona biçilen görev halkın bir basamak üstünde durup bir yerden başka bir yere sürüklenmekti.
On dakika içerisinde birkaç araç daha onların bulunduğu sokağa girdi ve vagonlarının çevresini sardı. Bu süre esnasında evlerdeki yoldaşlarının güvenliği sağlaması için aracın içerisinde beklemişlerdi. Faaliyetlerinin fark edilmemesi için her zaman pür dikkat olmalılardı.
Cornelia’nın şövalyelerinden olan Sör Ormand Gerhard, basit kıyafetlerle önünde durdukları iki katlı evin içinden çıktı. Babası halkın içinden çıkmış bir şövalye olduğu için yüzü de bir avamın yüzü gibiydi; yakışıklı bir adam sayılırdı ama sakallı suratında hiçbir asalet kırıntısı taşımıyordu.
“Sıkıntı çıktı mı?” diye sordu Sör Ormand. Suratında doğduğu andan beri hiç gülümsemiyormuş gibi bir ifade vardı.
Sivina başını salladı ve Sör Agemon cevapladı. “Hayır, fazla bakmadılar bile.”
Güzelliğinin bu noktada bir işe yaradığını söyleyebilirdi. Surlardan geçenleri kontrol etmekle yükümlü muhafızlar onun yüzünü görebilmek için işlerini yarım yamalak yapmıştı.
Ama işlerine önem verseler bile kıyafet yığınlarına, vagonun altına ve tahtaların arasına sakladıkları silahları kolayca bulmaları mümkün değildi. Arkalarındaki iki römork da saman yığınlarının arasına saklanmış silahlar getirmişti.
Dikkatli olmaları gerektiği için silahları azar azar içeri sokuyorlardı ve getirdiklerinin çoğu daha sonradan takabilecekleri mızrak uçlarıydı. Kısa kılıçları da bir şekilde getirebiliyorlardı fakat kalkanlar, uzun kılıçlar ve zırh parçalarından bazıları sıkıntı yaratıyordu. Bazı askerler gezgin savaşçılar olarak üzerlerinde tam teçhizatlarıyla Vermia’ya girse de yoğun bir asker ve teçhizat akımı çok dikkat çekerdi.
“Siz içeri geçin, dame,” dedi Sör Ormand. “Biz kalanını taşırız.”
Sivina “Teşekkür ederim, sör,” diyerek araçtan aşağı indi.
Sör Agemon ve Sör Ormand silahları gizledikleri yerden çıkarıp evin içine götürmeye başladığında Sivina da eve girdi. İlk bakışta kalabalık bir ailenin yaşadığı dağınık bir evi andırıyordu. Eskimiş ve kırılmış mobilyaların hâlâ kullanılabilir olması için tahtalarla desteklemişlerdi. Aile reisinin oturduğu bir yastık kendi içine çökmüştü ve yer yatakları henüz gecenin gelmemesinden ötürü duvar diplerine itilmişti.
Şehir tekrar inşa edildiği esnada evlerin pencerelerinin büyük tutulmasına özen gösterilmişti. Böylece gündüzleri güneş ışığını yeterince alabilecekti ama onlar perdeleri çekmeyi tercih etmişti.
“Hoş geldiniz, dame,” dedi onu karşılayan yaver. Bir yıl önce bulundukları köyde Cornelia’ya yaverlik yapan çocuktu. “Hanımefendi odasında Sör Galahad ve Sör Jura ile konuşuyor. Geldiğinizi haber aldı, yanına gidebilirsiniz.”
Diksiyonu ilk karşılaştıkları zamana göre daha iyiydi ve tüm harfleri hatasız bir şekilde çıkartabiliyordu. Onun başını okşayarak ikinci kata çıkan merdivenlere girdi. Ev yeni inşa edildiği için merdivenler sağlamdı, yürüdüğü esnada hiçbir gıcırtı çıkartmıyorlardı.
“Yu Zao gerçekten uğraşmış,” diye düşünüyordu bir elini evin duvarına sürterken.
Katın içinde birkaç kapı vardı ama hangisinin Cornelia’nın bulunduğu kapı olduğunu gelen seslerden anlamıştı. Sivina’nın reddini aldıktan sonra bile Cornelia’ya hizmet etmeye devam eden Sör Galahad, bir planın detaylarını anlatıyordu.
“...sonra güneybatı yerleşkesi diğerlerinden ayrı,” diyordu Sör Galahad. “Orada da bir askere karşı karısını korumak isteyen adamın hikâyesini çıkartır, askerin yangın başlattığını söyleriz. Halkın gördüğü ve duyduğu iki haber, alevlerle bi-”
“Şehrimin tekrar yanmasını mı söylüyorsun!” Cornelia hem alçak sesle konuşmaya çalışıyor hem de öfkesini belirtiyordu. “Tekrar mı insanlarımı alevlere kurban edeyim? Hayır, böyle bir şey olmayacak! Hayır!”
Cornelia bir kez şehrinin yanışını izlemişti ve onu ikinci sefere ikna etmek imkânsız olurdu. Açıkçası Sivina da bu plana karşı çıkmak istiyordu ama farklı bir yol bulamazlarsa kabul etmek zorunda kalacaklardı.
Kapıyı çaldı ve Sör Galahad planını savunmaya başlamadan önce içeri girdi.
“Merhaba,” dedi içeridekilere. Cornelia galibarda rengi saçlarını kırmızıya boyamış ve kaşlarının koyulaşması için hafif bir boya sürmüştü.
Sör Galahad onu gördüğünde çok iyi anlaşıyorlarmış gibi gülümsedi. “Hoş geldin, Sivina. Tam da burada biraz desteğe ihtiyacım vardı.”
Gerektiğinde gereken şeyin yapılması gerektiğine inansa da henüz ona destek vereceğini söyleyemezdi. Cornelia’nın oturduğu koltuğun yanındaki koltuğa oturdu. Perdeler yarıya kadar çekilmişti ve Sör Jura ile Sör Galahad’in oturduğu üç kişilik koltuğun önünde üzerinde iki bardak çay olan kısa bir masa vardı.
“Bence de plan ilk bakışta korkunç gözüküyor,” dedi Sör Jura. Sör Galahad’in aradığı destek ondan gelmek üzereydi. “Fakat bahsedilen bölge şehrin kalanından ayrı, oradaki bir yangının şehrin tamamına sıçraması mümkün değil. Üstelik yangın sabah başlayacak, yani herkesin kaçmak için yeterli zamanı olacak.”
“H-hayır… Ben o değilim, halkımı incitemem…”
Cornelia’nın parmakları titriyordu ve tırnaklarının kenarları yara olmuştu. Sivina ona üzülmekle birlikte tekrar kilo almaya başladığı ve artık saçlarını yolmayı denemediği için mutluydu. İlk tanıştığı hâlinden eser kalmamasına rağmen Cornelia’yı seviyordu.
“Halk fırsatını bulduğu ilk anda sizi incitir,” dedi Sör Galahad. “Ne kadar severseniz sevin köpek yine köpektir, karnı acıkınca sahibini de ısırır.”
“Hem halkın gözünün önünde yaşanan bir olay hem de kulaklarına gelen ve sonucunu yabancısı olmadıkları bir felaketle gördükleri bir başka olay…” Sör Jura, Sör Galahad’in fikrini detaylandırmaya başlarken Sivina, Cornelia’nın kızaran yüzünü izledi. “Kraliyete, daha doğrusu kraliyet askerlerine karşı hızlı bir nefret toplayacak. İlk biz saldıracağız ama kraliyet askerleri kendilerini korumak için kan döktüklerinde halkın gözünde daha da düşecekler ve siz, halkını kurtarmak için ortaya çıkan düşes olacaksınız.”
Cornelia oturduğu koltuktan hışımla kalktı. “Benim bir kuklacı gibi oynamamı mı istiyorsunuz?” diye sordu yüzlerini eğen iki şövalyeye karşı. “Asla… Asla! Çıkacak ve erkek gibi dövüşeceğiz! Sed! Neredesin!”
Diğerlerinin konuşmasına izin vermeden odadan çıkarken yaverine seslendi. Çocuğun ayak seslerini duyabilmiş ve kapı açıldığında elinde bir içki şişesiyle onu görmüştü. Cornelia kapıyı sertçe kapadığında üç şövalye içeride yalnız kaldı.
Son zamanlarda erkeklerin arasında durmaktan sıkılır olmuştu. Özellikle bulunduğu ortamda Sör Galahad varsa zaten olmayan keyfi bayatlamış bir huzursuzluğun içine düşüyordu.
“Çay ister misin?” diye sordu Sör Jura.
“İçmiyorum.”
İki adam çayını içerken neden burada oturduğunu sorgulamaya başlamak üzereydi. Kalkmak ve Cornelia’nın yanına gitmek için hazırlandı.
“Bunu yapmak zorundayız,” dedi Sör Galahad. Sivina’nın kalkmasına engel olmuştu. “Kraliyet şeytan tarafından harap edilen şehri yeniden inşa etti, kış boyunca kendi askerlerini aç bırakma pahasına halkı doyurdu ve onların huzur ve güvenliğini sağladı. Halk sadece Cornelia onların haklı lideri diye kraliyete karşı çıkmayacak. Onlardan pek çoğu Cornelia’ya karşı kraliyeti destekler.”
“Evet, öyle,” diyerek destek çıktı Sör Jura.
Sivina, Cornelia’nın şehri aldığı günü hatırladı. Halk onun gelişinden ötürü heyecanlanıp sokağa çıkmamıştı. Yerler kirletilmişti ve perdelerin ardından hoşnutsuz bakışlar geliyordu.
“Cornelia’ya haber vermeyeceğiz,” diye devam etti Sör Galahad. “Adamlarımızdan biri kaçıracağımız bir askerin kıyafetleriyle halktan bir kızı taciz edecek, köylü kılığına giren bizler o adamı dövecek ve sahte bir öfke gösterip diğer kraliyet askerlerine saldıracağız. O esnada kraliyet elbette kan dökmek zorunda kalacak, bizden adını umursamadığım birisi ölecektir… Önemli değil, insanlar halktan birinin öldüğünü düşünecek.”
“Cornelia da bu kısma karşı çıkmamıştı,” dedi Sör Jura. Sör Galahad anlatmaya devam etti.
“Bir de aynı haberi kraliyet askerinin başlattığı yangınla süsleyerek sunacağız. Karizmatik bir liderin…” Bunu derken kendisini kast ediyordu. “...konuşmasıyla halk iyice galeyana gelecek. Cornelia’nın ortaya çıkışı son darbe olacak.”
Plan alçakçaydı, hiç kimse reddedemezdi ama sağlamdı.
“Cornelia’ya sadece ilk kısmı uygulayacağımızı söyleyip ikinci kısmı da uygulayacağız. Ateşler sadece o bölgeyi saracak, hepsi o kadar,” dedi Sör Jura.
“Başka yolu yok mu?” diye sordu Sivina.
“Eğer bin kişiyle on bin kişiyi almanın bir yolunu bilmiyorsan başka yolu yok,” diye yanıtladı Sör Jura.
Bu planın işleyeceği de kesin değildi ve halk kraliyete karşı gelmek yerine sakinliğini korumayı seçebilirdi ama eğer işlerse kraliyet askerlerini şehirden sileceklerine emindi.
“Sonra sinirlenen halkı nasıl yatıştıracağız?” diye sordu ama bir saniye bile geçmeden başını sallayıp kendi cevabını verdi. “Zaten liderlik eden kişi Cornelia olacak, amaçlarına ulaşınca kendi kendilerine yatışacaklar… Yine de en iyi ihtimalde askerlerimiz hiç ölmezse şehri kontrol etmek için elimizde bin kişi kalacak.”
“Evet ve daha iyisini yapamayacağız,” dedi Sör Galahad. “Dönüşü olmayan bir yolda yürümek gibi ama yolun sonunun nereye çıkacağına emin olamıyorsun. Yolun sonunda zafere de ulaşabilirsin ölüme de ama yürümeye devam etmek sahip olduğun tek seçenek.”
“Cornelia’ya söylemeliyim… Eninde sonunda öğrenecek ve çok kızacak, ondan sır saklamak-”
“Cornelia’ya kalırsa kaybedeceğiz.” Sör Jura bitirdiği çay bardağını masaya bıraktı. “Düşesi ben de seviyorum ve hak ettiği makamda, Vermia’nın başında olmasını istiyorum. Ona karşı herhangi bir ihanet fikrim yok ve olmayacak. Yine de bazen astlar, üstlerinin iyiliği için onların istemediği şeyleri yapmak zorunda kalır. Bunu sana güvendiğimiz için söyledik, güvenimizi boşa çıkartırsan Cornelia’ya da bir mağlubiyet getirirsin.”
Küfür etmemek için dilini ısırdı ve burnundan derin bir nefes verdi. Efendisinden sır saklayan bir şövalye olmak istemiyordu ama Sör Jura ve Sör Galahad’in onursuz planı ve savunmaları reddetmesi güç bir mantık içeriyordu.
“Doğu düştü,” dedi Sör Jura, Sör Galahad sessizleşmişti. “Tüm köyler, kaleler ve kasabalar düştü. Sadece bizim sahte kralımız, onun sahte şövalyesi ve Aslan Kardinali kaldı. Leo şehrinde kraliyetin bitmek bilmeyen saldırılarını savunuyorlar. Sagio'dan hiçbir haber alınamıyor.”
“Kova Kardinali,” dedi Sör Galahad. “Sen yokken onun kraliyet safına geçtiği haberini aldık. Virgo da artık kraliyetin yanında. Andromeda Kilisesi tarafından meclise atanan adamlar ihanet etmiş. Cornelia da o meclisteydi, değil mi?”
“Taraf mı değiştirmişler?” Az önce duymasına rağmen şaşkınlığı yüzünden tekrar etmesi gerekmişti. “Gerçi neden şaşırıyorsam… Bu savaş bitti… Batıda üç şehir var ve ikisi kraliyet safında, Andromedia’yı düşürmeleri ne kadar sürer ki? Belki kiliseyi yönetenler çoktan kaçmıştır bile ve…”
“Şövalye olmak budur,” dedi Sör Jura. “Bir çocuk olduğum zamandan beri Vermilia’nın hizmetindeyim. Ölene dek de öyle kalacak ve hanımefendi için dövüşeceğim. Eğer devam edebilirsem, öldükten sonra da.”
Gözlerini, Sör Galahad’in mavi gözlerine çevirdi. Onun aklından neler geçtiğini anlamaya çalışıyordu. Cornelia’nın hizmetindeki adamlar ya ona eski zamanlardan beri bağlıydı ya da dini inancı gereği hizmet ediyordu. Sör Galahad ise ikisine de sahip değildi.
“Benim için mi?” diye sordu kendine. “Benim için çabalıyor. Her şeyin bittiğini söylediğim sonraki sefer o da aynısını söyleyecek ve Elhaven’e dönmeyi önerecek.”
Onu tamamen anladığını düşünüyordu. En nihayetinde Galahad Uzunmızrak da bir şövalyeydi ve sadakatini Sivina’nın babasına verdiği söze dayandırıyordu.
------------------------
29.10.2022 - 23:45
Cumhuriyet bayramınızı kutlarım.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..