Gözünün üstüne gümüş saçlar dökülmüştü. Onları deniz yeşili gözlerin önünden çekmek için kolunu kaldırdı ve elini yüzüne götürüp parmaklarıyla ipeksi gümüşü yüzünden aşağı itti.
“Boya adimiş…”
Sert bir yatağın üstündeydi. Yatak o kadar inceydi ki yünün altındaki tahtaları hissedebiliyor, en ufak kıpraşmasında yatağın eklem yerlerinden gıcırtılar yükseliyordu.
Odanın içinde bariz bir küf kokusu vardı ve konfordan yoksundu ama rahatlık arayacak durumda değildi. Kırmızı ve turuncu şekilde parlayan perdeye uzanıp çekti ve tüm odanın içerisi anında batan güneşin tonlarına büründü. Perdeyle kaldırdığı tozun içinden geçen ışık öylesine gözkamaştırıcıydı ki gözleri o anda yaşardı ve ciğerlerinde hissettiği büyük boşlukla derin bir nefes alarak hıçkırdı.
“Yu.”
Elleriyle tutmayı denediği yaşlar avuçlarının arasından akarak bileklerine ulaşıyor, çıplak kollarında dirseklerine ilerliyor ve oradan yatağın üzerine düşüyordu.
Korkuyordu.
Rüya görmüş olmaktan, Yu’yu kaybetmiş olmaktan, ona bir zarar gelmesinden korkuyordu. Bayılmadan öncesini iyice hatırladığı için onu baygın hâlde arkasında bıraktığını ve şeytana saldırdığını hatırlıyordu. Şimdi bulunduğu eve nasıl geldiğini bilmiyordu fakat onu buraya getiren şeyin Yu’yu arkada bırakması fikri tüm hücrelerini titreten korkuyu vücuduna dolduruyordu.
Böyle bir korku çevresini sarmışken yatakta bekleyecek değildi. O şehre geri dönmek pahasına da olsa Yu’yu görmek istiyordu. Hiç geçmeyecekmiş gibi gelen zamanın ardından, onun yüzüne o kadar hasret kaldıktan sonra, onu sonunda bulmuşken kaybetmekten korkuyordu.
Üstündeki battaniyeyi kaldırdı ve bacaklarını yataktan dışarı çıkarttı. Eski ama mümkün olduğunca iyi durumda olan basit bir gecelik giydirilmişti. Çıplak ayaklarını geçirmesi için yerde duran terliği giydi ve ayağa kalktı. Odanın küçüklüğünü henüz fark ediyordu.
Pencerenin yanındaki bir yatak, yatağın yanında üzerinde sönmüş mum bulunan bir masa ve sandalye, masanın yanındaysa küçük bir sandık vardı. Odanın kalanı boştu fakat bu boşluk beş adımlık bir mesafeyi kapsıyordu.
Yatağın ayak ucundaki kapıya doğru üç adım atması ulaşması için yeterli gelmişti. Ayrıca bastığı yerler de çökecek hissiyatı yaratıyordu, döşemeler sağlam değildi.
Kapı kolunu tuttu, aşağı indirdiği esnada yine gıcırdamıştı. Odanın içindeki gıcırdamalar tolere edilebilirdi fakat kapı kolunun ve kapının açıldığı esnada çıkardığı sesin dikkatini çekemeyeceği pek fazla kişi yoktu. Adeta kulaklarının tırmalandığını hissetmişti.
Kapının açılmasıyla “Uyanmış!” diye bağırdı bir çocuk. Çocuğun aniden yükselen sesi Sivina’yı ürkütmüş ve kapıyı çarparak kapatmasına neden olmuştu. Sonra bunun abartılı bir tepki olduğunun farkında vararak kapıyı hemen geri açtı fakat çocuk orada yoktu.
Girdiği yer evin salonu olmalıydı. Sivina’nın yattığı odaya kıyasla daha yeni gözüken mobilyalarla döşenmişti ve çocuk kaybolmadan önce salonun evin dışına çıkan kapısını açmıştı.
Kapının dışından toprak zemini görebiliyordu, yere düşmüş yapraklar evin içine giren rüzgârla birlikte geldi ve Sivina teninde soğuğu hissetti. Soğuğa dayanıksız biri değildi ve sadece bu kadarı onu rahatsız etmezdi bile fakat hâlâ sıcaklığı arıyordu.
“Kaç defa kapıyı açık bırakma dedim sana?”
Bir kadının evin dışından gelen cırtlak sesini duydu. Sesi duyduğu gibi kadının görüntüsü gözünde canlanmıştı ve yaşlı kadın kapının dışında gözüktüğünde aklında canlanan görüntünün doğru olduğunu gördü.
Alnına dökülen ve griye dönen yeşil saçlarını rüzgârdan ve tozdan korumak için beyaz bir başörtüsü giymişti. Kadının sarı yüzü sertleşmiş ve kırışmıştı. Dudakları hiç yokmuşçasına inceydi ve giydiği bol elbise onu olduğundan çok daha bodur gösteriyordu.
Kadının arkasında yedi yaşlarında yeşil saçlı bir çocuk vardı. Yanındaki yaşlı kadın gibi sarı ve sert bir yüze sahipti ve keskin gözleri bir çocuk için korkutucu duruyordu.
“Uyandı,” dedi yaşlı kadına. “Ona götüreyim mi?”
“Git sofrayı kur sen,” dedi yaşlı kadın. Çocuğun poposuna vurdu ve onu oflatarak evin içindeki başka bir kapıya yönlendirdi.
Sivina kendisini bir anda bu evin içinde ve bu insanların karşısında bulduğu için ne diyeceğini bilmiyordu fakat ne yapmak istediği belliydi. Yu’ya ulaşmak istiyordu.
“Yanımda mor gözlü bir adam vardı,” dedi. “O nerede?”
Kadının ince dudakları yanaklarına doğru kıvrıldı ve sert yüzünde olabildiğince nazik bir gülümseme oluştu. Duyduğu kelimeler hoşuna gitmişti.
“Ona banyoyu verdim,” diye cevapladı. “Saatlerdir çıkmadı. Buraya otur, yemeğe çağırayım.”
Henüz ismini bile öğrenmediği yaşlı kadının işaret ettiği yere baktı. Ona yere yakın bir koltuğu gösteriyordu. Çocuk mutfaktan yere sermek için büyük bir örtü getirirken Sivina evden çıkmak üzere olan kadının kolunu tuttu.
“Onun yanına gitmek istiyorum.” Buraya gelmesini bekleyecek kadar sabırlı değildi. “Beni ona götür, lütfen. Onu görmek istiyorum.”
“Kızım, adam banyo yapıyor.”
“Lütfen.”
Heyecandan bacakları titriyordu. Onunla konuşabilecek mi diye merak ediyordu. Onunla tüm gün ve gece boyunca konuşup yaşadığı her şeyi öğrenmek istiyordu. Onun, ona, onu affetmesini sağlayacak şeyler anlatmasını istiyordu.
Ve kendisini affettirmek zorunda hissediyordu. Güçlü bir savaşçı olsaydı, muhteşem biri olsaydı, hikâyelerini dinlediği kahramanlar kadar iyi olsaydı bu ayrılık hiç yaşanmazdı.
Kadın iç çekerek kapıdan çıktı ve Sivina’nın onu takip etmesine izin verdi. Daha önce bulunmadığı bir köydeki bahçeli bir evdeydi. Köydeki tüm evler arasında mesafe olduğu için bu ev de diğer evlere biraz uzaktı. Büyük bir bahçesi ve küçük bir ana binası vardı. Bunun dışında diğer ihtiyaçlar için bahçede farklı kulübeler inşa etmişlerdi.
“Benim adım Sivina,” dedi Sivina.
“Ayulke,” dedi yaşlı kadın. “İçerideki kopil de Arrold, torunum.”
Sivina başka bir şey söylemedi. Zaten her ne kadar ona yardım ediyor gibi görünse de kadının ismini de merak etmemiş, sadece kaba gözükmemek için sormuştu.
Ayulke elini kaldırdı ve batan güneşin istikametinde kalan kulübeyi işaret etti.
“Orası banyo. Yoksa içeri mi gireceksin?” dedi ve Sivina başını sallayınca “Neyin oluyor o adam senin?” diye sordu.
“Benim…”
Hiçbir şeyiydi ve her şeyiydi. Yu’ya bir arkadaş demek istemiyordu ama istediği şeyi söyleyecek bir ilişkiye de sahip olamamıştı.
“Onu görmek istiyorum,” dedi başka bir şey söyleyemeyince.
Yüzündeki ifadenin ne kadar acınası olduğunun farkında değildi. Ayulke onu görmesine izin vermese her an ağlayabilecek durumdaydı. Hatta uyandığı zamanki hıçkırıklarının neden durduğunu, şu anda neden ağlamadığını bile bilmiyordu.
“Günaha sokma beni.” Ayulke, Sivina’yı omzundan tutup banyoya doğru itti. “Kapının önündeki kıyafetleri ona verirsin. Sofrayı kuracağız, oyalanmadan yemeğe gelin.”
“T-teşekkür ederim.”
Ayulke’nin eve geri girmesiyle Sivina dışarıda yalnız kaldı. Güneş batıyordu ve o heyecanlıydı. Henüz kapının önüne varmamıştı bile ama aklında ona soracak binlerce şey belirmişti.
Kulübenin pencereleri çatının hemen altına yapılmış, sadece güneşin girmesini amaçlayan küçük şeylerdi. Gün sona ermek üzere olduğundan içeride yeterince ışık olmamalıydı. İlk başta dönüp bir mum almayı düşündü fakat sonra bunun için yeterince sabırlı olmadığına karar verdi.
Kapının hemen yanına asılmış kıyafetleri alıp ona götürmeli miydi? Yoksa elleri boş bir şekilde mi girmeliydi? Ona hangi soruları, hangi sırayla sorması gerektiğini bilmiyordu fakat ilk yapmak istediği şey ona bir tokat atmak olduğundan ellerinin boş olması daha iyi olacaktı.
Kapıyı tıklattı ve seslendi. “Y-Yu?”
----------------------
05.11.2022 - 20:00
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..