“Yu,” dedi Amelia. Mavi gözleri pek çok duygunun karışımıyla ıslanmıştı. Hem korkuyor hem de bu korkunun arasında bir umut ışığı arıyordu.
Lakin aradığı umut ışığını Yu’da bulmuş gibi değildi. Yu’nun zırhının üstündeki kana ve siyah eline bakarken kucağında tuttuğu bebeğe sarıldı ve onu kollamak için göğsüne bastırdı.
“Bu sen misin?” Amelia’nın dizleri titriyordu. Sıcaklık gözlerinden akan yaşları kurutmuştu. “Senin… Senin öldüğünü düşündüm. Yu, korkunç şeyler duydum… Sen… Diyorlardı ki… Yoksa bunu da mı…”
Bu sefer şehre zarar veren kişi Yu değildi ama Amelia’nın kucağında tuttuğu bebeğe o kadar odaklanmıştı ki reddetmek için ağzını açamıyordu.
Onun çocuğuydu. Cinsiyetini ya da ismini, hatta neye benzediğini bile bilmiyordu ama onun kanındandı. Nefaera öyle söylemişti. Amelia onun çocuğunu kollarının arasında tutuyordu.
“O çocuk,” dedi. Sadece dudaklarını kıpırdatmış ve yalnızca kendisinin duyacağı kadar konuşmuştu.
Kendi çocuğunu terk edemezdi. O çocuğun annesini de terk etmesi mümkün değildi ama zamanı geri alması gerekiyordu.
Onu terleten şey artık ateş değil, stresti. Gözlerini çocuktan ayıramazken onun hakkında aklından geçen şeyler beynini parçalayıp dışarı taşmak üzereydi. O bir babaydı.
「O kim?」
Azerel bilmiyormuş gibi sordu. Belki gerçekten de bilmiyordu, Yu konu hakkında düşünemiyordu.
“Yu, gerçekten sen misin? Korkuyorum… Lütfen, yardım et!”
Amelia ağlarken bebek de ağlıyordu. Çocuğun ağladığını gördüğünde Yu güçlükle yutkundu ve evladına doğru bir adım attı. Amelia, Yu’nun adımı karşılığında hızlıca geri adım atarak çocuğunu babasından uzak tutmayı denedi.
「O kim? Neden tuhaf davranıyorsun?」
Yu çocuğunun annesine doğru yürümeye devam etti. Amelia bir süre ondan uzaklaşmayı sürdürdü ama sokağın ucuna gelince durdu, daha fazla geri gitmedi.
“Benim çocuğum mu?” diye sordu. Aslında şüphesi yoktu, Nefaera çok önceden söylemişti ve Amelia’nın başkalarıyla yatacak biri olmadığını biliyordu.
Amelia, Yu onun karşısında durduğunda başını salladı ve sessizce “Evet,” dedi. Ağlayan bebeğin gözlerini gördüğünde Yu’nun gözlerinden akan yaşlar kontrol edilemez düzeye ulaşmıştı.
Bebeğin ametist tonunda mor gözleri vardı. Hiç şüphe yoktu ki onun çocuğuydu, onun en belirgin özelliğini almıştı.
“Luke… İsmini babam verdi.”
Sağ elini ağlayan bebeğin başına götürdü. Amelia başta çekinse de daha sonra babasının bebeğe dokunmasına izin verdi. Şehrin çökmek üzere olması ikisinin de umurunda değil gibi davranıyorlardı.
“Sıcak…”
Ağlayan bebek, babasının dokunuşuyla sakinleşti. Yu, Yurine’nin gidişinden beri hissetmediği şeyleri tekrar hissetti fakat bu sefer duygular çok daha yoğundu. Bunun da bir günah olduğunu düşündü.
「Seni aptal…」
Vücudunun kontrol edilmeye çalışıldığını hissettiğinde kendini hemen geri çekti ve Amelia ile arasına birkaç uzun adım koydu. Babasının uzaklaşmasıyla bebek tekrar ağlamaya başladı ve kadın korkarak oğluna sarıldı.
“Yu, ne ol-”
“GİT!” diye bağırdı Yu. Azerel’in doğasını biliyordu. Onun neler yapabileceğini biliyordu. Şehirde savunmasız bir kadınla bebeğin yaşama şansı sıfırdan biraz yüksekti fakat Azerel’in yanında kalırsa sahip olacağı şans kadar düşük değildi.
「Onları öldür! Onları öldüreceksin! Seni hedefinden alıkoyacaklar!」
Azerel kafasının içinde ona bağırıyor ve tüm vücudu dehşet verici bir soğuk tarafından ısırılıyordu. Yüksek elfin öfkeli sesi onu korkutuyordu. Onu, ucube işkenceciden çok daha fazla korkutuyordu.
“HAYIR!”
Kollarının ondan alınmak istediğine şahit oluyordu. Etinin içine başka bir ruh girip onu kontrol etmeye çalışıyordu. Kendi çocuğunu öldürmemek için karşı koymaya çalışsa da buna uzun süre devam edemeyeceğinin farkındaydı.
“KAÇSANA!” diye bağırdı. Sesi dinmedi, bir çığlığa dönüştü ve gittikçe yükselirken göğsündeki yıldız parladı.
Vücudu kontrol edilmeye çalışırken kusacağını hissediyordu. Kusmak üzereydi ama ağzından değil. Dizlerinin üstüne düştü ve göğsünden dışarı pis kokulu siyah bir sıvı fırladı.
Daha sonra çevresinde inanılmaz dereceye ulaşmış bir öfke hissetti, siyah sıvı ağzından ve burnundan içeri girerken karşı koyma gücünü kaybetti. Son kez Amelia ve çocuğuna baktığında onu kahreden manzarayı gördü, kaçmamışlardı. Amelia bebeğiyle birlikte, hiç kıpırdamadan, gözlerini Yu’dan ayırmadan duruyordu.
「Bu senin suçun çocuk. Aptal biri olduğun için böyle oldu.」
***
Gördüğü şeye inanmak istemiyordu.
Ama bir yandan da gördüğü kişinin gerçek olması için dua ediyordu.
Fakat o kişinin yaptığı şey… Amelia’nın ve çocuğunun parçalanmış cesedi yerdeyken… Sivina düşünemiyordu.
“Ben… Yapmadım…” dedi. Sarışın adamın kaybolmadan önce onu yapıştırdığı duvara dayalı duruyordu.
“Yapmadım… Yapmadım… Ben değildim… Yemin ederim… Ben, ben o kadar gaddar değilim…”
Cesetlere çevirdiği mor gözlerinden gelen yaşlar yüzüne sıçramış kanın üzerinden aşağı akıyordu. Yanakları dehşetle gerilmişti. Üzerinde süslü yeşil zırhı vardı ve bir kolu hatırladığı üzere lanetlenmişti.
Neyi yapmadığını iddia ettiğini görebiliyordu fakat ellerindeki kan aksini söylüyordu. Sivina, Yu’nun ellerine baktığında Yu da oraya baktı. Sonra çığlık attı ve ellerini duvara vurdu.
“YAPMADIM! AZEREL’Dİ! O YAPTI!”
Yu’nun mor gözleri deniz yeşili gözlerle buluşunca kendini tüm şehirden soyutlanmış hissetti. Sanki başka hiçbir şeyin önemi yok gibiydi. O gözleri görmeyi o kadar uzun zamandır arzuluyordu ki sonunda kavuşmuş olmak, tüm sözleri ve şimdiye dek düşündüğü her şeyi geçersiz kılıyordu.
Bu duygu anormaldi. Bunun adı aşk değildi, sevgi değildi. Sadece anormaldi ama yine de sıcaktı. Yine de karşısında âşık olduğu adam duruyordu.
“Sivina…”
Tüm dehşetin arasında ilk kez ismini bu kadar güzel duyuyordu. Telaffuzu, içerisine yüklenmiş türlü duygularla birlikte kulağına bir şarkının parçası gibi gelmişti.
“Ben yapmadım. Durdurmaya çalıştım. Yemin ederim… Yemin ederim!”
Duyguları kör düğüm olmuştu. Ne düşüneceğini, ne hissedeceğini bilmiyor; hiçbir şeyden emin olamıyordu. Yu neden buradaydı? O adam kimdi ve gerçekte var mıydı? Yu bir bebeği mi öldürmüştü? Buna inanmak istemiyordu. Peki, neden delirmiş gibi davranıyordu? Ne yapması gerekiyordu?
Ona karşı öfke besleyemiyordu. Onu almak ve buradan gitmek, bir daha da hiç bırakmadan dünyanın uzak bir köşesinde yaşamak istiyordu.
Gözünü kırpmak istemiyordu.
Çünkü gözünü kırptığında, tek bir saniyeliğine bile onu görüş alanından çıkardığında, bir daha hiç kavuşamayacağı şekilde gideceğini biliyordu.
「Gözünü kırpma.」
“Yu…”
Artık bir şövalye değildi. O unvanı taşımayı hak etmiyordu. Bir şövalye olsaydı onu gördüğü an öldürürdü fakat onun içinde bunu yapabilecek bir kararlılık yoktu.
“Ben yapmadım,” dedi tekrar. “Ben öldürmedim. Bana inanmalısın. Ben… Ben böyle bir şey yapamam… Yalvarırım… Yalvarırım…”
Gözünün, Yu’dan kayıp yerdeki cesetlere bakmasına engel olamadı. Yu şehri yakarak içerisinde kadınların ve çocukların da olduğu on binlerce insanın ölümüne sebep olmuştu ama şu anda olan şey gözleriyle görebildiği bir şeydi.
Sokağın içinde yanan binalardan biri kendi içine çöktüğünde bile gerçekliğe geri dönmeyi başaramadı. Hâlâ ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Aslında ne yapmak istediğini biliyordu fakat aklında bir mantığa oturtmadığı sürece yapmak istediği şeyi yapacak gücü bulamıyordu.
“...bana yardım et…”
Güç neydi ki? Neden onu arıyordu? O üç kelimenin ardından başka ne önemli görülebilirdi? İleri atıldı, yirmi kiloluk bir zırh giyen Yu’yu sırtladı ve koşmaya başladı.
Şehirde kurtaracak insanları arama fikri hâlâ aklında olsa ve o fikirden dönmekten hoşlanmasa da daha çok önem verdiği şeyler vardı. Yüreğini diğer her şeye kapadı ve şehrin kapılarından birine ulaşmak için vücudundaki manayı kullanmayı denedi.
Hâlâ yaralıydı, hâlâ enerjisi tamamen yenilenmemişti. Dinlenmeye, uyumaya ve bunu birkaç gün tekrar etmeye ihtiyacı vardı.
Ama onu bulmuşken, o şansın varlığı kesin olmasa bile, ikinci bir şansı reddedemezdi. Ne olacağını bilmiyor hatta hayal bile edemiyordu ama şehirden çıkmak, yaptıkları için ona vurmak ve en sonunda da öpüp uzaklaşmak, her şeyden kaçmak istiyordu.
Eğer bunu yapmayı kabul etmezse Yu’yu zorlamakta hiçbir sakınca görmezdi.
Ama önce bu şehirden kurtulacak ve Yu’yu konuşabilecek duruma getirip onunla uzunca bir sohbet edecekti. Cevaplanması gereken çok soru ve içinde gidermeyi delicesine arzuladığı bir hasret vardı.
Yu’nun vücudu hatırladığından daha ağırdı. Bunda elbette zırhın da etkisi vardı fakat çelik haricindeki kütlesinin arttığını da hissedebiliyordu. Ağırlık olumsuz bir etki oluşturuyor ve kendini daha fazla zorlamasını gerektiriyordu. Buradan kurtulduğunda ve rahat nefes alabileceği güvenli bir alana ulaştığında hemen bayılacağına emindi.
Tabii buradan çıkabileceğine o kadar emin olamıyordu. Şehrin içinde koşturuyordu fakat çoğu zaman yolu yıkılmış binalar ya da içerisinden geçemeyeceği kadar yoğun alevler tarafından kapatılıyor, farklı bir yol aramak zorunda kalıyordu.
Yol bulması da kolay değildi. Bir şekilde şehrin kapılarından birine çıktığını düşündüğü bir ana yol bulduğunda ondan mümkün olduğunca sapmadan ilerlemeye karar verdi.
Karşılaştığı son şeytandan bu yana başka şeytanla da karşılaşmamıştı. Sanki hepsi alacağını almış, şehre gereken zararı vermiş ve burayı terk etmiş gibiydi.
Yu’yu taşımaktan nefesi daralmış olsa da durmadı. Duman onu zehirlemek üzereydi fakat sırtında ağlayan Yu ile birlikte koşabildiği kadar hızlı koşarak şehirden çıkmayı kafasına koymuştu.
Hikâyenin burada biteceğini birkaç dakika öncesine dek kabullenmiş olsa da artık hikâyesine devam edebilmek için elinden geleni ardına koymayacaktı. Yu ile daha fazla vakit geçirmek istiyordu. Hayalini kurduğu hayatı yaşamak istiyordu. Hiç kimsenin onlarla uğraşmayacağı topraklara kaçmak, kılıcı bırakmak, çocuklar yapmak ve hayatındaki en büyük sorunun yemeğin tuz oranı olduğu bir kadına dönüşmek istiyordu.
Bunun için de koşması gerekiyordu. Çatırdayan binaların çöküşünü izlerken koştu. Yu’nun ağlaması onun da gözyaşlarını akıtırken koşmaya devam etti.
“Siktir!”
Şehrin surlarını gördüğünde bir kısmının yıkılmış olduğunu fark etmişti. Şehrin kapısı da yıkılmıştı ve molozlar yanıyordu. Üzerlerinden atlayarak şehrin dışına çıkabilirdi ama bundan önce geçmesi gereken başka bir engel vardı.
“Aset, iref - Fora!”
Önünde beliren yaratığı sadece bir saniyeliğine görebilmiş, onda da neye benzediğini çıkaramamıştı. Yaratığın önünde beliren devasa alev topu onu ve Yu’yu anında küle çevirmek için ilerlerken hiç düşünmeden yolun kenarına sıçradı.
Devasa alev topu yol boyunca devam ederken ondan kurtulmayı başarmış fakat yorgun bacakları iniş sırasında Yu’nun ağırlığını taşıyamamıştı. Dizlerini kontrol edemedi ve yere düştü.
“Şehirde son kalanlar sizsiniz demek,” dedi şeytan. Sivina, Yu’yu üstünden atıp ayağa kalkıyordu. “Sizi aramaktan sıkılıp çıkışlarda beklemeye başlamıştık. Benimkine denk gelmeniz ne kadar hoş, lordum mutlu olacak.”
Sivina ayağa kalkarken dizleri titriyordu. Yanında bir kılıç olmadığı için baygın hâlde yerde yatan Yu’nun kınından onun kılıcını çekti. Kılıç simsiyahtı, onu eline almak bile kötücüllüğünü fark etmesine yetmişti ama bir yandan da onda sanki bir zamanlar hayat varmış gibi hissediyordu.
Ve kılıç çok hafifti.
Önündeki yaratık bir şeytandı. Sadece göbeğinden dizine kadar olan kısmı kaplayan kahverengi bir paçavra giyiyordu. Teni parlak kan kırmızısı rengindeydi ve altın renginde dövmelerle kaplıydı. Uzun beyaz saçlarının arasından sekiz altın rengi boynuz yükseliyordu. Uzun boylu ve geniş omuzluydu.
“Son dövüş, hmm?”
Sivina kılıcıyla pozisyon alıp dizlerini son bir defa koşmak için hazırlarken şeytanın elinde parlayan alev uzadı ve bir mızrak şeklini aldı. Alev söndüğünde şeytan elinde gerçekten bir mızrak tutuyordu.
Kalp atışları hızlanıyor muydu yoksa yavaşlıyor muydu anlayamıyordu ama zamanın daha ağır aktığını hissedebiliyordu.
Çok hızlı olmalıydı. Şeytanın işini hemen bitirmezse Yu’yu hedef alabilirdi. Hatta o harekete geçtiği an hedefi olarak Yu’yu seçebilirdi. Bu yüzden ona düşünmesi için zaman vermeyecek kadar hızlı hareket etmek zorundaydı.
Dizlerinin titremesi kesildiğinde ve ayakları onu fırlatmaya hazır hâle geldiğinde şeytanın kızıl gözlerine baktı. Elindeki mızrağı fırlatmayı planlıyordu. Sivina’nın hiç şüphesi yoktu ki mızrağı Yu’ya gelecek şekilde atacaktı. Eğer mızrağın önünden kaçılırsa Yu ölecekti. Bu yüzden mızrağı durdurmak zorundaydı.
Siyah kılıcı sanki kınında duruyormuş gibi tutuyordu. Gözünün ucuna mavi ve yeşil karışımı bir ışık geldiğinde ışığı yayanın kılıç olduğunu fark edememişti.
Son bir nefes aldı.
Geri vermeden önce bir süre tuttu.
Fırladı.
Attığı her adımda ya sonuna ya da bir sonraki umudun başlangıcına yaklaşıyordu.
İlk kez bu kadar stresliydi.
İlk kez bu kadar heyecanlıydı.
Tüm dünya durmuştu; yalnızca o ve mızrağını fırlatan şeytan hareket edebiliyordu. Emin olduğu şekilde mızrak onun üzerine fırlatılmış olsa da önünden çekildiği an Yu’ya saplanacak ve canını alacaktı. Savunmak zorundaydı.
Kılıcı hayali kınından çekti ve mızrağa vurdu. Eğer mızrağı savuracak güce sahip olmasaydı ölecekti fakat o güç kollarında mevcuttu. Yeşil bir ışık parladı ve mızrak gökyüzüne yükseldi.
Koşmaya devam etti.
“FORA!”
Şeytan mızrağın işe yaramadığını gördükten sonra tekrar alev topu oluşturup Sivina’nın üstüne fırlattı. Mızrak ile aynı amacı taşıyordu, Sivina çekilirse Yu’yu öldürecekti ve Sivina bunu da mızrağı savurduğu gibi savuramayacağını biliyordu.
Fakat bir şeyler yapmak zorundaydı. Yu’nun ölmesine izin veremezdi. Eğer alev topu tarafından kendisi öldürülürse Yu her şekilde ölecekti ama hâlâ denemek zorundaydı.
Kılıcın parlaklığı artarken onu alev topuna doğrulttu; ateş ve kılıç birleşince bir gökkuşağının tüm renklerini barındıran sıcak bir ışık yaydı ve ışık kaybolduğunda Sivina hafifçe sıçradı.
“Nası-!”
Üç saniye önce simsiyah olan kılıç şimdi deniz yeşiline bürünmüştü. Kılıcı havaya kaldırdı ve şeytanın başına indirip onu kasıklarına dek yararak iki parçaya ayırdı.
Sonra da yere düştü.
Henüz bir şey düşünmeye fırsat bulamamıştı ki karanlığın içine gömüldü
------------------------
04.11.2022 - 22:00
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..