Loncanın bahçesinde bekleyen araçlarını hana götürüyorlardı.
Su dizlerine kadar geliyordu ve nehrin aşağısına doğru akarak yürümeyi
zorlaştırıyordu. Rüzgâr da yürümeyi zorlaştıran faktörlerden biriydi ve yağmuru
o kadar güçlü itiyordu ki yüzlerine çarpan damlalar canlarını yakıyordu.
Katırları bir şekilde hanın önüne çekmeyi başardıklarında hayvanları çözdüler ve Sivina onları hana sokarken Yu at arabasında kalan birkaç eşyayı alıp karısını takip etti. Köpek de onları takip ediyordu. Hayvan hana girdikten sonra doğrudan merdivenleri gözüne kestirmiş ve oraya çıkarak sularla kaplı zeminden kurtulmuştu.
Katırları sudan kurtarmanın bir yolu yoktu ama en azından dışarıda bekleyeceklerine içeride beklemeleri daha iyiydi. Zaten tüm hanı arasalar da hancıyı bulamamış ve aramayı kesmek zorunda kalmışlardı. Olur da hancı gelir ve hayvanları dışarı çıkarmalarını söylerse yalnızca kılıçlarını gösterip sesini keseceklerdi.
“Sakinleşmeni beklemiyordum,” dedi kocasıyla odalarına çıkarken. “Tüm kasabada hancıyı arayacaksın diye korktum.”
“Aramamı söylersen ararım.” Yu odaya girerken köpeği dışarıda bırakmıştı. “Ama söylemeyecek gibi duruyorsun. Onu aramak ve boğazını sıkıp konuşmasını sağlamayı istiyorum fakat seninle tartışmak istemiyorum. İki fikri tarttığımda sen daha ağır geliyorsun.”
“Yeterince ağır değilim yani,” dedi pencereden dışarı bakmaya başladığında. “Kasabaya geldiğimizden beri beni üzmek pahasına yürümek istemediğim yollardan yürüyorsun.”
Yu bir tartışmadan kaçınarak ıslak kıyafetleri değiştirmeye başladı. Yağmur dinene dek burada uzun ve sıkıcı bir bekleyişleri olacaktı. Yarın dövüşecekleri için dışarıda bir şeyler yaparak kendilerini yormak istemiyordu ama kendi seçimlerinden dolayı değil de zorunluluktan dolayı içeri kısılmak her açıdan sinir bozucuydu.
“Ama kocamla baş başayım ve bu havada kimse bizi rahatsız etmez.”
Kasabanın konumu alçakta kalıyordu. Malikânenin tepesine kurulduğu uçurum ve kalan üç bir yana yürüdükçe yükselen arazi, nehrin taşması ve şiddetli yağmurların yol açtığı sel durumlarına karşı onu savunmasız bırakıyordu.
Böyle şartların altında kasabalılar sel gerçeğine yabancı olmamalı diye düşünüyordu fakat hanın zeminini kolaylıkla su basmıştı. Diğer evler de zeminden pek yükseğe kurulu değildi. Muhtemelen evlerindeki insanlar da içeri giren su yüzünden zor duruma düşmüştü.
“Biraz da iyi oldu.” Yu kendini yatağa bıraktı. “Malikâneye gitmek istemiyordum, artık gitmemiz mümkün değil. Şans arada sırada benim bile yüzüme gülüyor.”
Çelise’ye vermek üzere bir mektup yazsa da o da gitmek konusunda tamamen rahat değildi. Kocası haklıydı, oraya gitselerdi kesinlikle kavga çıkacaktı ve hava durumu, yaşadıkları günlerin olduğundan daha tatsız hâle gelmesini önlemişti.
“Sence yarın dövüş için ısrar eder mi?” diye sordu.
Yu “Bilmiyorum,” diye cevapladı. “Ben dövüşmek istiyorum ama bu şartlarda pek mümkün gözükmüyor. Belki malikânenin durumu daha iyidir, uçurumun üstünde dövüşülebilir ama insanların görmesi için pazar meydanında yapılacaksa tarihi ertelemeleri gerekecek. Umarım dövüşü ertelemez.”
Onunki artık aptal cesaretiydi, buna emindi.
“Kocamın bu hâline nasıl yorum yapabilirim bilmiyorum.”
Kasabanın festivali de vardı. Sel yüzünden o da ertelenecekti yani Yu dövüşün olmasını istese bile tüm insanların yapılmasını isteyeceği festival etkilenirken dövüşün yapılması pek gerçekçi durmuyordu. Bu dövüşlerde izleyiciler bir açıdan tanrıların hakemi olarak görüldüğünden onların dövüş esnasında etrafta bulunması gerekliydi.
“Onun yerinde olsaydım dövüşürdüm.” Yu konuşmaya devam ediyordu. “Selin içinde, meydanda, insanlar izlemese bile senin için dövüşmek isterdim.”
“Neden?”
“Çünkü istiyorum.”
Araka’nın ondan daha güçlü olduğu kesindi. Suyun içinde övüşseler dahi bir büyücüyse hâlâ avantajlı olacaktı. Hatta su Yu’yu yavaşlatacağı için büyücünün saldırılarından kaçamazdı ki normalde de kaçabilecek gibi durmuyordu. Normalde dayanacağından çok kısa bir süre içerisinde ölürdü. Böyle düşününce yarın dövüş yapılması daha olası gelmeye başlamıştı.
Eğer dövüş yarın olacaksa Yu’nun hava durumu bu hâldeyken dövüşmesine müsaade etmeyecekti. Hava günlük güneşlik olsa bile dövüşmesine izin vermeyi düşünmüyordu ve yürümesini zorlaştıran havada dövüşmesine kesinlikle izin vermeyecekti.
Üzücü olabilirdi, Yu ona kızabilirdi ama yapması gereken buydu. Artık dövüşün bire karşı bir olması için dua ediyordu ki Yu dövüşmek zorunda kalmasın.
“Ama ikiye iki olması için dua etmiştim,” diye hatırlattı kendine düşünceleri arasında. “Tanrıçam duamı kabul ettiği için mi burayı sel bastı. Belki rakibimiz sudan ölesiye korkan biridir.”
Gerçek olabilecek bir hayal değildi elbet, dua etse bile herhangi bir ilahın bunu yapacağını zannetmiyordu. Hem rakipleri sudan korkuyorsa tanrıçanın bu çabası tamamen beyhude olurdu çünkü dövüş tarihini belirleyen kişi rakipti. Dövüşle yargılama için suyun çekilmesini bekleyebilirdi.
“Sence hancı nereye gitmiştir?” diye sordu.
“Bilmem, belki sel yüzünden evine gitmiştir,” diye cevapladı Yu. “Eğer odamıza girmeye çalışan oysa sesten korkup kaçmış olabilir.”
Havanın kapalı olması yalnızca moraline etki etmiyor, aynı zamanda karamsar düşüncelere yönlendiriyordu. Bulutlar birilerinin ölüm haberini alsa şaşırmayacağı kadar kararmıştı.
“Burada zaman kaybediyoruz, şimdi kaçıp gitsek peşimize düşemezler. Uzaklaşıp yağmurda izimizi kaybettiririz ve onlar yokluğumuzu fark ettiğinde iş işten geçmiş olur.” Seslice gülerken kocasının başucuna oturdu. “Sel sona erdiğinde belki bizi aramaya başlarlar, muhtemelen başımıza ödül koyarlar ve bu yüzden rotamızı biraz değiştirmemiz gerekebilir. Birkaç haftalığına kendimizi yorup, daha az dinlenip daha fazla yol kat edersek hem değişen rotamızın hem de Salderough’un yarattığı zaman kaybını telafi edebiliriz.”
Mevcut rotaları Yu Zao’nun askerlerinin yoğunlukta bulunduğu bölgenin altından geçiyordu ve Herict Von Araka hem o bölgeyi hem de rotalarını değiştirmeleri durumunda bölgenin biraz daha güneyini arayabilirdi.
Ama risk alıp kuzeyden, Yu Zao’nun tam kontrolü altındaki bölgeden geçmeyi denerlerse ne Araka onların oradan geçeceğini düşünüp arardı ne de yollarını çok fazla uzatmış olurlardı. Elbette rotanın tehlikeleri vardı ve pek çok askerle karşılaşırlardı ama bir süreliğine üstün bir dikkat ve gizlilik içinde hareket ederlerse soruna bulaşmadan hedeflerine ulaşabilirlerdi.
Ama kocası inatçıydı. “Asla, hiçbir zaman kaçmayacağım,” dedi dik başlılığını sergileyerek. “Beni bekleyen ölüm olsa bile kaçmayacağım. Sadece kaçmak yanlış olduğu için değil, aynı zamanda o küçük kızı korumak için. Kaçarsak o şeref yoksunu sinirlenebilir ve sinirini Çelise’den çıkarmayı deneyebilir. Benim yüzümden birinin acı çektiği düşüncesiyle ilerleyemem. Onu öldürmeli ve kızı kurtarmalıyım.”
Ölmek konusunda fazla ısrarcı gözüküyordu. Ölümden çok fazla bahseden adamların öldüğünü pek görmemişti ama Yu gibi sıradan kuvvete sahip bir insan için durum acı verici derecede farklı olabilirdi. Asla kelimesini kullanma biçimi onu rahatsız etmişti.
“Tehlikeye girmem anlamına gelse bile kaçmaz mısın?” diye sordu.
“Seni korurum.”
Tatlıydı ama aptalcaydı. O kadar aptalcaydı ki böyle aptalca bir savunmayla karşısına gelen kişiye karşı argüman düşünüp ona sunmak sadece duvarla tartışmak olacağından kendini zorlamadı bile. Dünya için güç önemliydi ve güçsüz biri olarak ne yazık ki Yu’nun hayatı bile birilerini kurtarmak için yeterli gelmeyebilirdi.
“Bencil birisin.”
***
Tatmin olmamış hâlde yatak odasından çıktı. Aklında hâlâ Sivina vardı ve başka bir kadınla birlikte olmak bile onu aklından atmasına yardımcı olmuyordu. Gümüş saçlı kadını unutamıyordu. “Cadı olmalı. Gerçek bir cadı,” diye düşündü evin içinde amaçsızca yürürken. Onu lanetlemişti ve aklına girerek günah işlemeye zorluyordu.
Dolaştığı koridorun pencerelerinden dışarıya baktığında beklediği gibi tanrıların dualarına karşılık vermediğini görüyordu. Yağmur dinmemişti. Arada yavaşlasa, bazen bir süre dinse ve sakinleşmiş gibi gözükse de sonra tekrar başlıyor ve gazabını kasabasına saçıyordu. Tanrı Azer onu başka tanrılara tapındığı için cezalandırıyordu.
Kasabaya baktığında taşmış nehri ve seli görebiliyordu. İnsanlar evlerine sığınmıştı, sokaklarda hiç kimse kalmamıştı. Yağmur bu şekilde yağmaya devam ederse kasabada kayıkla dolaşmak zorunda kalacaklardı.
İki gün sonraki festival tabii ki yapılmayacaktı ama bir de yarınki yargılama vardı. Sivina’nın kocasının karşısına çıkmak ve onu öldürerek kadını almak istiyordu. O kadar çok istiyordu ki şu anda bile gidip adama saldırabilirdi. Kocasını öldürdüğü için gümüş saçlı kadını ona kızacak olsa da umurunda değildi. Bu yol, onu elde etmek için mümkün olan tek yoldu. Adam yaşamamalıydı.
Adama para verip karısını almayı deneyebilirdi, daha önce birkaç defa yapmıştı fakat sadece kadına yaklaştığında bile adam birilerini öldürecek kıvama gelmişti ve ona karşı işe yaramayacağını söylemek için zeki olmaya gerek yoktu. Üstelik öyle bir güzelliğe paha biçmek mümkün değildi, onu satmaya cüret edebilecek kimse yoktu.
“Sadece kan dökerek ona sahip olabilirim. Elde etmesi ne kadar zorsa o kadar değerli oluyor…” Gülümsedi ve bir pencerenin önünde durup kasabaya baktı. “Belki kocasını kurtarmak için benimle olmaya razı gelir. Sadece bir kez bile onunla olabilsem… Sadece tek sefer bile olsa razıyım.”
Oyalanmak istemiyordu, bir gün daha onsuz kalmak istemiyordu. Şu an bile içinden yanına gidip onu alıkoymak geçiyordu. Saçlarını koklamak istiyordu, daha önce hiçbir kadın onda bu kadar derin bir arzu yaratmamıştı. Ona sahip olamayacaksa elindeki gücün bir anlamı yoktu.
Öyleyse kararı kesindi. Eline kullanabileceği bir koz geçmişti ve şimdi onu durdurabilecek hiçbir sebep göremiyordu. Yarın dövüşle yargılama yapılacaktı. Emri vermek için taht odasına giden merdivenlere yöneldi ama önce arkasında hissettiği mananın sahibine bakmak için durdu.
“Söylemek istediğin bir şey mi var?”
Çelise’nin odasından çıkmasına şaşırmıştı. Başka zamanlarda orada saatlerce durur, kendi kendine ağlardı.
Şimdi de ağlıyordu ama gözyaşlarını kontrol etmek için uğraş veriyordu. Göz kapaklarının altı kızarmıştı ve ağır adımlarla yürüyordu. Üstüne dolabındaki en basit kıyafetleri giymişti. Bu bile hoşlanmadığı kadar süslüydü ve saçlarını toplamadan çıkmıştı.
“Yarın…” dedi kız hıçkırarak. “Hava kötü. Yarın yargılanacaklar mı?”
“Evet.”
Karısı o ikisinden hoşlanmış gibiydi. Eğer adam razı gelecek olsaydı Çelise ile Sivina’yı takas etmeyi önerebilirdi. Tabii ki takasın iptali söz konusu olmazdı.
Çelise ile babasının arazileri ve kızın toprak büyüsüne yatkınlığı yüzünden evlenmişti. Kendisi ateş büyüsünü iyi bir şekilde kullanabilse de toprak büyüsünde o kadar da iyi değildi ve Çelise sayesinde hem ateş hem de toprak büyülerinde ustalaşabilecek bir varis sahibi olmayı amaçlamıştı.
Ama önceki karısı gibi Çelise de ona bir çocuk veremiyordu. Ne kadar denerlerse denesinler kız bir türlü hamile kalmıyordu. Çürük bir mal alıp kazıklanmış gibi hissediyordu ve bu yüzden kayınbabası olacak adama kızgındı.
Artık önemi yoktu. Vücudunda hiç mana olmasa, büyüye gram yatkınlığı olmasa bile Sivina’yı isterdi. Çelise ve ona ne olduğu umurunda değildi. Kızın babasıyla aralarını kötüleştirecek olsa bile onu terk edip Sivina’yı alırdı.
“Hava çok kötü,” dedi Çelise merdivenlerde onu takip ederken. “İnsanlar da izleyemez. Görmezlerse adil olmadığını söyleyebilirler. Araka isminin bu şekilde kötü yöne-”
“Sus artık.”
Taht odasına girerken içerideki muhafızlara Rileon’u çağırmalarını söyledi. İki muhafız emri yerine getirmek için giderken o da tahtına çıktı. Örümcek bacakları tarafından sarmalanacakmış gibi gözüken yere oturdu ve karısının merdivenlerin aşağısındaki küçük sandalyeye oturuşunu izledi.
Birkaç dakikanın ardından sağ kolu geldi. Her zamanki gibi altın zırhının içindeydi, kırmızı pelerini ve sert yüzüyle her bakışında bir aslanı andırıyordu. Tahtın önünde diz çöktü ve efendisinin emirlerini dinlemeye başladı.
“Muhafızlarla birlikte halka erzak dağıtın,” diye emretti Herict. “Yağmur hızlanıp sokağa çıkmayı engellemeden önce bu işi bitirelim.”
“Emredersiniz efendim,” dedi Rileon. Henüz gitmesi emredilmediği için beklemeye devam ediyordu.
“Sivina’yı ve adamı bulun. Yarın sabah meydanda dövüşle yargılama, yeni kralımızın tanrılarının huzurunda gerçekleştirilecek. Üçe karşı üç olacak.”
Yeni bulduğu canavarı da yanına alacaktı, böylesine harika bir kozu kaçıracak değildi. Rileon de onun yanında olacaktı ve tabii ki kendisi de karşılarına çıkacaktı.
“Ama onlar iki kişi!”
Açıkça karısının ihanetine uğruyordu. Kocasına karşı tanımadığı yabancıları savunarak bir dayağı hak ediyordu ama Sivina’yı elde edecek olmanın düşüncesi onu keyiflendirdiği için Çelise’nin muhalefet etmesini bağışlayacaktı.
“Köpekleri de var.” Büyük bir köpekti. “Senin üstüne atlarsa boğazını parçalayıp öldürebilir. Dövüşebilmesi için bu kadarı yeterli. Eğer haklılarsa tanrılar onlara yardımcı olacaktır.”
Köpeğin ilk saniyede öleceğini o da biliyordu fakat Sivina’nın kocasının gücü hakkında fikir sahibi olamadığı için onunla teke tek dövüşmeye, hatta ikiye iki dövüşmeye bile tereddüt ediyordu. Planı yeşil yaratık ve Rileon’un Valarfin’i öldürmesiydi. O da Sivina’yı kocasından ayrı tutacaktı.
“Şimdi gidebilirsin,” dedi.
Henüz yeşil yaratıkla tamamen anlaşabilmiş değildi. Onunla birkaç defa konuşmaya çalışmıştı fakat yaratık yalnızca birkaç kelime biliyormuş gibi konuşuyordu. Ona sorduğu soruları görmezden geliyor, yalnızca Valarfin’in yerini soruyordu.
Valarfin, Valarfin nerede? Valarfin’e götür… Kelimelerinin çoğu Valarfin’di ve onu öldürmek için yaşıyordu. Muhtemelen onun hakkında pek çok şey biliyordu ama gözü öylesine dönmüştü ki artık insan dilinden tek anladığı Valarfin’in konumu hakkındaki cevaplardı. Yemek bile istemiyordu, sadece ölesiye nefret ettiği adamı istiyordu.
-------------------------
11.03.2023 – 20:30
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..