“Hay!”
Kopan bir ipin sesini işitti, yere düşen eşyaların söylediği metalik şarkı koridora kadar çıkıp duvarlarda turladı ve Herict tüm gücüne rağmen korkuyla sıçradı. Ödü patlamıştı, böyle bir tuzağı beklemiyordu. Öyle çok korkmuştu ki ne ara merdivenlerin yarısına dek indiğini bile bilmiyordu. Cesur bir adamdı fakat ani bir ses hangi cesur adamın ödünü patlatmazdı ki?
“Nasıl manyaklarsınız siz?”
Neyse ki koyunların büyüsü sayesinde uykuları olması gerekenden daha ağırdı ve uyanmamışlardı. En azından uyandıklarına dair bir belirti göstermemişlerdi ve uyansalar bile en fazla birkaç dakika sonra tekrar uykuya yenik düşerlerdi.
Ama sabah olduğunda birinin geldiğini bileceklerdi, artık bunu düzeltemezdi. Tüm gücüne rağmen korku bir defa kalbini ele geçirince kraliyetin verebileceği cezaların fikri onu esir almaya başladı. Kralları olan Yu Zao’yu görmüştü, adam bir canavar gibiydi ve yanındaki generalleri de küçük birer canavar denecek kadar güçlü gözüküyordu. Belki onlara kısa bir süre karşı koyabilirdi ama günün sonunda vücudundan parçalar itaatsizlik eden toprak beylerine ibret olması için kesilir ve gönderilirdi.
Merdivenleri hızla indi ve hanın kapısını kapatarak geldiği gibi çıktı. Buraya hiç gelmemeliydi. Yağmurun altında koşar adım yürüyüp tekrar parlamentonun önüne geldi. Bugün koyunların büyüsünü yapıp malikâneye geri dönecek ve yağmurun dinmesini umacaktı. En azından kasaba halkı gelebilecek olursa kadın da gelebilirdi.
Parlamentoya girdi ve hakkıyla kullanılamamış geniş ve tozlu koridorları hızla geçerken yerleri ıslattı. Bir merdivenin altına açılmış küçük bodrum kapısına gidiyordu. Her zamanki yolundan ilerledi, artık boş sıraların bile bulunmadığı sınıflara göz atmadan geçti ve bodrum kapısının önüne geldi. Parlamentoya girmek için kullandığı anahtarı önündeki kapıya da soktu ve vücudunu hazırlamak için birkaç saniye derin nefesler alıp verdi.
İçeriden mana hissediyordu. Muhtemelen bir gezgin koyunlar tarafından yakalanmıştı. Eğer gerçekten büyüleyici bir yüze sahipse onu kasabanın dışına sürükler ve orada terk ederdi. Yüzünü beğenmezse öldürürdü ki çoğu zaman böyle yapıyordu. İnsanların buranın gizemleri hakkında dışarıya daha fazla bilgi sızdırması istediği bir şey değildi.
Kapıyı açarken gözlerini kapadı ve vücudunun çevresindeki havanın dalgalanması kesilene dek bir süre bekledi. Birkaç derin nefesin ardından gözlerini hafifçe aralayarak içeriye temkinli bir adım attı, buradayken onun bile uykusu geliyordu. Ortamın değişikliğine alışmak için yavaş adımlarla kapının arkasına geçti ve nefes çalışmasını sürdürdü.
Her zamanki gibi karanlık bir ormandaydı. Koyunlar buraya o kadar çok şey getirmişti ki içerisi böcekler, kuşlar, yılanlar, fareler ve diğer hayvanlarla doluydu. Orman kendi ekosistemine sahip olacak kadar büyüktü, burada günler geçirmiş ve hiçbir zaman ormanın sonunu bulamamıştı ki bu ormanı oluşturan büyücünün kudretinin müthiş bir sembolüydü.
Ağaçlara dokunarak ilerledi, ormanın yaşadığını hissetti. Hayvanların su içtiği küçük birikintilerin içinden ıslanmayı umursamayarak geçti ve küçük taşlarla oluşturulmuş bir daire buldu. Dairenin ortasına geçtiğinde dizlerinin üstüne çöktü ve ellerini karnının üstünde birleştirerek dua etmeye başladı.
Vücudundaki mana parmak uçlarından çekilirken derisi soyuluyormuş gibi hissediyordu, acı vericiydi. Göğsüne doğru vücudunun manası toplanıyor ve göğsündeki çekirdek vasıtasıyla havaya saçılıyordu. Yarattığı mavi ve beyaz renkteki kristal parçalarını görebiliyor, seslerini duyduğu koyunları geceleri uyku saçmaya devam etmesi için besliyordu.
Manasının yarısını koyunların toplaması için saldıktan sonra sunaktan çıktı ve buraya düşmüş yolcuyu bulmak için onu hissettiği yöne doğru yürüdü. Kapıya yakın bir yerde olmalıydı, genelde kapıdan çok uzağa gitmiyorlardı.
Birkaç yılanı ezdikten sonra hislerinin zirve noktaya ulaştığı yere vardı. Küçük bir su birikintisinin içinde yatan bir şey vardı. Yeşil, iri ve insansıydı fakat kollarının altında iki kol daha uzanıyordu. Dört silah kılıç bilinçli bir şekilde bırakılmış gibi yaratığın ellerinin önünde toprağa saplanmıştı. Sivina’nın kocasının kılıcıyla aynı şekle sahipti fakat onların canlı olduğunu hissedebiliyordu.
“Nesin sen?” diye sordu uyuyan şeye. Buraya gelen hiçbir insanın uyandığını görmemişti fakat hayvanlar uyanıp burada yaşamaya başlıyordu. Karşısındaki şeyin bir insan olmadığını görebildiği için uyanma ihtimaline karşı hazırlandı ve elinde bir alev topu oluşturdu. Uyanıp ona saldırmaya çalışırsa hiç düşünmeden ilk saldırıyı başlatacak ve tek darbede işini bitirmeyi umacaktı.
Yaratık beklediği üzere cevap vermemişti. Onu burada öldürmek en iyisi olacaktı. Bir şekilde uyanmasını ve kapıyı bulup kasabada sorun çıkarması riskini göze alamazdı. Onun birkaç saniye daha yaşaması bile tehlikeli gözüküyordu. Alev topunu yüzüne atmak için elini kaldırdı fakat yaratığın elleri oynadığında tereddüt etti.
Uyanması bile yeterince şaşırtıcıydı ve şekline bakıldığında onu hemen öldürmesi gerekiyordu ama merakı yaratığın yavaşlığından cesaret alarak baskın geldi ve ne yapacağını görmek için beklemeye başladı.
“…fin…” diye bir ses çıkardı yaratık. “…arfin… Fin… Valarfin… Valarfin…”
“Valarfin?”
“Valarfin!”
Yaratığın aniden sıçramasıyla yüzüne alev topunu fırlattı. Büyüsü yaratığın yüzünde çirkin bir yanık lekesi bırakırken koyunların etkisiyle tekrar uykuya daldı, acı bile koyunlara engel olmamıştı.
“Valarfin…” diye tekrar etti yaratığın söylediği kelimeyi.
İsmi hatırlıyordu. Vermia’da insanları kışkırtıp birbirine düşüren, şehri yakıp yıkıma sürükleyen bir şeytanın adıydı. Onun bir kardinali öldürdüğü ve kiliseye sızdığını söylüyorlardı. Hakkında sayısız suçlama vardı. Onun tehlikeli olduğundan, görüldüğü yerde öldürülmesinden bahsediyorlardı.
Onun güzel bir yüze ama korkunç bir ruha sahip olduğunu duymuştu. Derin mor gözlerinin günahkâr bir büyüleyiciliği olduğunu, onlara bakılmaması gerektiğini duymuştu. Sol kolunun içindeki canavarın şekline bürünüp deforme olduğunu ve lanetli siyah bir kılıç taşıdığını duymuştu.
Onun adının Yu Valarfin olduğunu söylüyorlardı.
“Yu.”
Yaratık onun adını nefretle anmıştı.
Belki de onu dışarı çıkarmak daha iyi olurdu.
***
Uyandığında henüz güneş doğmamıştı fakat çekilmiş perdeye rağmen yıldızların ışığı ve gözlerinin hızlıca karanlığa alışması bir şeyler görmesi için yeterli geliyordu. Yu’nun yanında olmadığını gözlerini açar açmaz gözmüş, çok öncesindeyse yatağın üzerindeki hafiflikten anlamıştı. Elini kocasının tarafına götürdü ve hâlâ sıcak olduğunu fark etti.
Tahmin ettiği üzere Yu da yeni uyanmıştı. Yatakta doğruldu ve kapının önünde duran, vücudundan hiçbir mana yaymayan adama baktı. Kocası ona arkasını dönmüş, ellerini titreterek kapıdaki bir şeyi inceliyordu.
“Biri kapıyı açmayı denemiş,” dedi korkunç bir sesle. “Uyanık biri varmış ve kapıyı açmayı denemiş!”
Yataktan fırlarken bunun yalnıza bir yanlış anlaşılma olduğunu umdu. Onun yanına geldiğindeyse kapının koluna bağladıkları ipin kopmuş olduğunu gördü. Bağladıkları eşyalar yere düşmüş ama onları uykularından uyandırmamıştı.
Yu taş duvarı yumruklayarak ufak bir göçük oluşturdu. Geceleri uyanık olan birinin onların odasının önüne dek gelip içeri girmeyi denemesi ve bu yaşanırken uyuyor olmak korkunçtu. Ölümün ucundan dönmüş olabilecekleri gerçeği fikirlerini ele geçirirken boğazı düğümlendi. Öyle ki uzun bir sürenin ardından ilk defa göğsü sıkışmıştı.
“Doğrudan bizi hedef almış!” Bu öfkeli ses tonuyla karanlıkta bir şeytanı andırıyordu. “Bizim burada olduğumuzu bilen biri, bizim için gelmiş… Kim var ki? Hancı var…”
Odanın içine girilmemişti, buna dair hiçbir iz yoktu. Kapının ve pencerenin açılması durumunda onları uyarması için koydukları eşyaların hiçbiri yerinden oynamamıştı. Birisi sadece kapı kolunu indirmiş ve gürültüyü duyunca korkup kaçmış olmalıydı.
“Bunca zamandır kandırılıyorduk!”
Öfkelenen kocası kılıcını kaptığı gibi kapının önündeki eşyaları iterek dışarı fırlamayı denedi. Sivina onun yaydığı ölüm kokusunu duyuyor, durdurmazsa hiç sorgulamadan hancıyı öldüreceğini biliyordu.
Bileğinden yakaladı ve “Dur!” diye emretti. “Önce sakinleş, belki o yapmamıştır.”
“Bunun belkisi mi var Sivina?” Yu bileğini nazikçe çekmeyi denedi ama Sivina bırakmadı. “Başka kim biliyor hangi odada kaldığımızı? Bu kadar belli bir şeyde neyi bekleyeceğiz?”
“Beni dinle artık!”
Yu’nun yanağında başka bir el izi çıkarken Sivina kocasına tekrar vurmanın suçluluğunu çekiyordu. Tokat dışında başka bir şeyden anlamıyor oluşu onu yaramaz bir çocuğa benzetiyordu. Vurmaktan hoşlanmıyordu ama Yu yalnızca ona vurduğunda yola girecekse başka şansı olmayacaktı.
“Ben de kızgınım,” dedi Yu durup dinlemeye başlayınca. “Ama şu dik başlılığın ve öfke nöbetlerin bizi hiç iyi bir yere götürmüyor. Sana sert olmamanı söylemiyorum, sert ol çünkü zorundasın ama çelik gibi olmalısın. Sert ve sağlam olsan bile gerektiğinde bükülmesini bilmezsen kırılırsın. Bazen biraz eğilmekten zarar gelmez.”
Karanlığın içinde Yu safça ona baktı. Artık biraz daha sakin gözüküyordu. “Ne yapmamı istediğini anlamıyorum. Sanki çok farklı düşünüyor gibiyiz. Ben sadece senin tehlikeye girmene, sana bir zarar geleceği fikrine dayanamıyorum.”
Yağmurun yağdığını çakan şimşekle fark etti. Öncesinde duyduğu ufak seslerle ilgilenmemişti ama şimdi yağmur damlaları pencerelerini yumrukluyordu. Şimşeğin ardından yıldırım geldi. Sanki gök, kocasının öfkesini paylaşıyor gibi kükremişti.
“Bazen farklı düşünüyoruz, bazen aynı ama şu anda hislerimiz bir.” Sesini alçalttı. “Sadece ben daha sakinim, sen değilsin ve öfken yüzünden bunu algılayamıyorsun. Öfke iyi bir şey değil Yu, öfkenle hem bana hem de masumlara zarar verebilirsin. Bunu anlamanı istiyorum.”
Yu gözlerini kapattı ve sakinleşmek için nefes antrenmanı yapmaya başladı. Hiçbir kadın kocasının sinir hastası bir manyak olmasından hoşlanmazdı. İnsanlar öfkeli insanları sevmezdi ve Yu huyuyla sadece düşman edinirdi.
“Biraz sonra, eğer uyanık ise hancının yanına iner ve gerekirse ona bağırıp hırpalarız ama onu öldürmeni istemiyorum. Bir kişiyi daha öldürürsek bu sefer dövüşle yargılamakla uğraşmazlar, kimse de bunun için birilerine kızmaz.”
Öldürdükleri kişiler kasabanın halkından olduğu için şimdiden insanların yarısı onların ölmesini istiyordu ve yeni bir cinayetin ardından direkt idam edilseler dahi onları önemseyerek birinin çıkmayacağı neredeyse kesindi. Çelise’nin ve Herict’in ilgisini çektikleri için dövüşle yargılama planlarında hezimete uğramamışlardı fakat sonraki sefer ne Çelise onları kurtarmak için bir şeyler yapabilirdi ne de Herict, Yu’yu öldürme şansını kaçırırdı.
“Önce hazırlanalım,” dedi ve kocasına zırhını giydirdi. Kendisi de toplama zırhını giydikten sonra kapının kilidini açtı. Dışarı hemen çıkmak yerine temkinli bir şekilde kapıyı araladı ve yere baktı. Yaktığı mumun ışığında yerde çamur ve su görüyordu.
Eğilip parmağının ucuyla yeri kontrol etti. Gerçekten de odanın önünden, merdivenlere kadar aynı izler vardı. Çamurlu ayak izleri odaya doğru yürümüş, sonra bir anda kendini merdivenlere atmıştı. Bunu adımların arasındaki mesafeden anlayabiliyordu.
“Dışarıdan biri gelmiş olmalı.” Bir elini kılıcının kabzasına koydu. “Belki yeni uyanan biri biz uyanmadan hemen önce gelmiştir. Belki de insanlar hâlâ uyuyordur.”
Şu anda handa onlar dışında kalan birisi yoktu ve hancının geceleri nerede kaldığını bilmiyordu. Eğer hanın içindeyse hâlâ uyuyor olabilirdi.
“Gidip öğrenelim,” dedi Yu ve karısının önüne geçti. Sivina’nın onu durdurmasına izin vermemişti, sessiz adımlarla da inmeye çalışmıyordu ki zırhı yüzünden sessiz olması zaten zordu. Merdivenleri indikten sonra etrafına baktı ve Sivina’nın da inmesi için çekildi.
“Yer ıslak.” Hanın zeminini su basmıştı. “Dışarıyı da su basmış olmalı. Belki bizi sele karşı uyarmaya gelen biri vardır?”
“Bu kadar nazik olacaklarını zannetmiyorum,” dedi Yu ve bağırmaya başladı. “HANCI! HANCI! HANCI!”
Sivina oflarken artık şaşırmamaya karar verdi. Bir zamanlar tanıdığı zeki adam bir şeyleri yaptıktan sonra düşünmeye başlayan biri olmuştu. Erkeklerin evlendikten sonra değiştiği efsanesini de böylece doğruluyordu.
-------------------------
08.03.2023 – 22:40
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..