Salderough malikânesinin altına oyulmuş, devasa denilemese
de oldukça büyük bir labirent vardı. İçerisi malikânenin kendisinden bile daha
genişti ve çok farklı amaçlara hizmet eden karmaşık koridor ve odalara sahipti.
Bazı kapıların ardında hazine olarak adlandırdığı değerli büyülü eşyalarını saklardı,
bazılarının ardında kasabanın içine ve ormana doğru uzanan kaçış rotaları
bulunurdu ve bazı kapılar uçuruma açılırdı. Olur da kaçmaya çalışan bir mahkûm
çıkarsa diye ulaşılması ve açılması en kolay kapılar bunlardı.
Ve labirentin içinde asla ama asla kaçmasını istemedikleri mahkûmları sakladıkları odalar vardı. Öyle ki bir kez o hücrelerden birine düşen insanın bir daha gün ışığını görmesi imkânsız hâle geliyordu ve uçuruma açılan kapılara şimdiye dek gerek duyulmamıştı.
Kan bağıyla bir Araka olarak bu labirenti defalarca kez turlamış, sayısız kez kat etmişti. Artık burada yürümek için ışığa bile ihtiyacı yoktu. Kaç adımda nereye varacağı, kaç adım sonra nereden döneceği bilgileri beynine kazınmıştı. Gözleri bağlıyken bile burada istediği yeri istediği zaman bulabilirdi. Tabii yine de misafirinin onu görebilmesi için bir meşale taşıyordu.
Islanmış kıyafetleri andıran rutubet kokusu labirentin vazgeçilmezlerinden biriydi. Yürüdüğü yolların üstünden geçen nehrin suyu çok derinlere kadar sızdığı için tavandan damlıyor, duvarları ıslatıyor ve yosunlar oluşturuyordu.
Koku kötüydü lakin içine çekerken bundan zevk almıştı. Canavar da ona aynı zevki veriyordu. Onun korkunç olduğunu biliyordu fakat burada Yu Valarfin’i öldürmek için bulunuyor olduğunu bilmek, o tehlikeli şeyin kendisine müthiş bir zevk ve heyecan vermesini sağlıyordu. Planı aksamazsa Valarfin’in gücünü öğrenmek zorunda kalmadan ölmesini sağlayacak ve kendini yormadan Sivina’yı alacaktı.
Vardığı ilk kapıya ilk anahtarı taktı. Anahtar elinden biraz daha büyüktü ve herhangi bir hırsızın kilit mekanizmasını çözemeyeceği kadar ince detaylarla donatılmıştı. Anahtarın amacı kapıyı tek seferde açmak da değil, asıl kilit mekanizmasını serbest bırakmaktı. Mekanizma serbest bırakıldığında çelik kapıyı duvarla sabit tutan üç çarkı döndürmek ve duvarın içine giren çelik çubukları kapının içine çekmek gerekiyordu.
Ama sistemin nasıl çalıştığını bilmeyen biri için bunu yapması hiç de kolay değildi. Çarkların hepsini rastgele sıralarla döndürmek işe yaramazdı. Çarkları belirli bir arayla, birbirlerine kilitli mekanizmalar ile çakışmamaları için önceden belirlenmiş bir şifreyle döndürmek gerekiyordu. Rastgele döndürmeye çalışıldığında çarklar daha fazla hareket etmeyi kesiyor ve kapı kilitli kalıyordu.
İlk kapıyı açtığında sıradaki iki diğer kapı için de aynısını yapması gerekiyordu. Kapılar o kadar sağlam ve kilit sistemi o kadar karmaşıktı ki mahkûmlardan hiçbiri henüz karşılaştıkları ilk kapıyı açmayı başaramamıştı. Başarmanın imkânsızlığına rağmen ilk kapıyı geçebilen bir mahkûmun önünde iki kapı ve bir labirent daha olacaktı. Muhtemelen bir gün biri olur da ilk kapıyı geçmeyi başarırsa karşılaştığı hayal kırıklığını görmek isterdi.
Son kapıyı da açtığında labirentin daha derinlerine inen yeni bir yola çıktı. İçeriden kan ve burnunu yakan asidik idrar kokusu geliyordu. Canavarın çıkarttığı sesler kokudan sonra gelmişti. Konuşmuyor ama bir köpek gibi hırlıyordu. Hırıltısında nefret, öfke ve karanlık vardı. Tüm vücudunu zapt eden zincirlerden kurtulmaya çalıştığını da duyabiliyordu.
Canavar için üzücüydü ama o zincirlerden kurtulmasının yolu yoktu. Büyü ile dövülmüş zincirler asırlardır sapasağlam şekilde, biraz bile zayıflamadan amacını yerine getiriyor ve kimsenin kaçmasına müsaade etmiyordu. Onu tutan zincirlere olan güveni sayesinde karanlık labirentin içinde, etrafta hiç kimse yokken onunla yüzleşmekten çekinmiyordu.
Meşalesi yosunlu duvarları aydınlatırken tavandan sızan birkaç damla su saçının üstüne düştü. İlerledikçe koku daha fazla rahatsız ediyordu ve canavarın seslerinin korkutuculuğu artıyordu.
“VALARFİN! VALARFİN! VALARFİN!”
Yer de canavar da kanla kaplıydı. Zincirlerden kurtulmak için çabalamış ama sadece kendine zarar vermekle kalmıştı. Yine de meşaleyi kükremeye başlayan canavara tuttuğunda vücudunun yavaşça yenilendiğini ve açılan yaraların kapandığını görebiliyordu. Ona fırlattığı ateş topunun izi silinmişti.
“Sana istediğini vereceğim,” dedi yaratığa ama yaratık hâlâ bağırmaya devam ettiği için sesin duyurabildiğini zannetmiyordu.
Yaratık o kadar kuvvetli bağırıyordu ki kendi boğazını parçalayana dek Herict gürültünün verdiği rahatsızlığı çekmek zorunda kalmıştı. Yaratığın boğazı parçalandığında sesi kesildi ve kendini iyileştirene dek onu dinlemek zorunda kaldı. Hâlâ hırıldıyordu ama artık Herict kelimelerini ona iletebilirdi.
“Valarfine’e götüreceğim!” diye bağırdı sesi onunki kadar yüksek çıkmasa da. “Öldürebilmen için seni Valarfin’e götüreceğim! Seni ona götüreceğim! Valarfin’i öldür!”
Yaratığın kızıl gözleri meşalenin alevleriyle parlarken zincirlerden kurtulmak için biraz daha çabaladı. Tabii ki bu çabaları da boşa çıkmıştı.
“Valarfin’i öldürmeni istiyorum.”
Yaratığa defalarca kez Valarfin hakkında soru sormaya çalışmıştı ama onunla iletişim kurmak tamamen imkânsızdı. Sadece öldürmek istediği adamın nerede olduğunu soruyor, onu ona götürmesini söyleyip duruyordu.
Onun ne kadar güçlü olduğunu merak ediyordu. Herict’ten daha uzun, daha iri ve hiç şüphesiz kas gücü bakımından çok öndeydi. Vücudunun iriliği yetmezmiş gibi bir de dört kolu vardı ve başındaki boynuzlar ölümcül duruyordu.
Yaratığı büyüsünü de işe kattığında öldürüp öldüremeyeceğini merak etti. Yüzüne ateş topu fırlatmıştı ve normal bir insanın o anda ölmesi gerekirken canavar hayatta kalmıştı. Görünüşe göre dayanıklı bir şeydi. Ayrıca her birinden şeytani bir hava hissettiği, Yu Valarfin’in kılıcıyla aynı gözüken dört korkunç kılıcı vardı. Yakın dövüşe girmek isterse hiç şansının olmayacağını anlayabiliyordu.
Asıl soruysa bu yaratığın Valarfin’i öldürüp öldüremeyeceğiydi.
Doğru düşünüyorsa yaratık ve Valarfin daha önce karşılaşmış olmalıydı. Valarfin kanlı canlı bir şekilde karşısında duruyordu, yaralı veya sakat değildi. En önemlisi ölü değildi. Yani yaratıkla dövüştüyse hayatta kalmıştı ve eğer Valarfin hakkında duyduğu söylentiler doğruysa, gerçekten büyük bir şehri neredeyse yok edecek güce sahipse yaratığı yenmiş bile olabilirdi. En azından kaybetmediği kesin gözüküyordu.
Onun kaçmış olabileceği de seçenekler arasındaydı ama o adama baktığında kaçacak birinin suratını göremiyordu. Onun gibi cesur bir aptal, kendini öldürtene dek dövüşmeye devam ederdi.
Öyleyse karşısında duran şeytani canavarın ona olan nefretinin sebebi, dövüşüp kaybetmesi olabilir miydi? Peki, yaratık şimdi onu yenebilir miydi? Bir şehri yok edecek güce sahip olan bir adam, öyle gizemli ki ne kadar güçlü olduğunu bile hesap edemeyeceği birisi; yaratık onu öldürmeye hayatını adamış olsa bile kazanacağından emin olabilir miydi?
Sorular şimdilik cevapsızdı ama söyleyebileceği bir şey varsa yaratığın kılıçları eline aldığında bayağı güçlü olacağıydı. Belki bir doğal afet statüsünde bile değerlendirilebilir, tüm kasabayı katledebilirdi.
Hayır, bu bir ihtimal değildi. Yaratık kesinlikle Salderough’u katledecek güce sahipti. Yu Valarfin ondan daha güçlü olsa bile yaratıkla olan savaşını kazandıktan sonra ağır yaralı olurdu ve o zaman Herict kendi elleriyle onu öldürürdü. Dövüşü yaratık kazanırsa yaratığın da ağır yaralı olacağını tahmin ediyordu. Onun gibi bir felaketin kasabasında dolaşmasına izin veremeyeceği için yaratık kendini iyileştirmeye fırsat bulamadan onu öldürürdü.
Yarını, beş kişinin dövüşeceği ve sonunda Herict Von Araka’nın kazanacağı bir oyun olarak görüyordu. Hiçbir şey ters gidemezdi. Tek yapması gereken Rileon, canavar ve Yu dövüşürken gümüş saçlı hanımını onlara müdahale edip güzel vücudunda bir yara oluşturmaması için oylamaktı ve Sivina’nın manasını hissedebildiğinden onun bir rakip olamayacak durumda olduğunu biliyordu. Kısacası dövüş çantada keklik olacaktı.
“VALARFİN!”
Yaratık konuşacak hâle gelir gelmez tekrar bağırmaya başladı. Herict gülümsedi ve meşaleyi nefretin tüm detaylarını görebilmek için yaratığın yüzüne yaklaştırdı.
“Karnın aç mı sevgili yoldaşım?”
Yaratık cevap vermeden nefret ettiği adamın ismini bağırmaya devam etti.
***
Oda tamamen Herict Von Araka’nın zevkine göre döşenmişti. Sade, karanlık ve ürkütücüydü. Koyu taş bloklardan oluşan odayı süslemek için ne ahşap ne de halı kullanılmıştı. Taş, odanın içini soğutuyor ve Çelise’nin soğuğa karşı hassas vücudunu titretiyordu.
İçeride pencere olmadığı için kapıyı kapatırsa karanlıkta kalacaktı ve yanına bir fener getirmeyi akıl edemediği için kapıyı aralık bırakmak ve gelen ışıkla idare etmek zorundaydı. Böylece koridorun pencerelerinden gelen biraz ışıkla etrafına bakmaya ve Sivina’ya yardım edebilecek eşyalar aramaya başladı.
Oda basit masalardan, raflardan ve eski dolaplardan oluşuyordu. Genellikle kocasının sağdan soldan bulduğu ve fazla değerli görmediği için daha önemli eşyaları tuttuğu odalara kaldırmadığı şeylerden oluşuyordu ama el yapımı bazı eşyalar da vardı.
Lakin kocasının el yapımı eşyaları, her ne kadar Herict bir büyücü olsa da bir zanaatkâr olmadığı için pek kaliteli değildi. Buna rağmen ne Çelise’nin ne de Sivina ve Yu’nun seçme şansı olacaktı.
Önce kocası bugün buraya gelirse nelerin eksildiğini kolayca anlayamaması için değersiz gözüken, odanın köşelerine saçılmış eşyalara baktı fakat sonra başını salladı.
“Ne olursa olsun, yeter ki son bulsun!”
Kocası dövüşü kaybettiğinde buradan çaldığı hiçbir şey için onu yargılayacak kimse kalmayacaktı. Sivina ve Yu dövüşü kaybettiğinde ya da gün içinde buradan bir şey çaldığı anlaşıldığında sonu Yu’nun sonundan daha kötü olabilirdi fakat artık korkmak istemiyordu, endişelenmek istemiyordu. Bir daha o canavar ile yatmaya zorlanmak, olmak istemediği biri gibi davranmak istemiyordu.
Tüm kötü düşünceleri, mutsuz senaryoları aklından attı ve gerçekçi olmaya karar verdi. Herict buraya gelirse neyin eksildiğini hemen anlayacak biriydi. Ne olursa olsun suçu fark edildiğinde vücudunda bir yerler moraracak, kemikleri kırılacak, belki tekrar onunla yatmaya zorlanacaktı.
Belki de cezası ölüm olurdu çünkü kocası başka bir artık kadına âşık olduğu için onu öldürmekten bile çekinmezdi. Herict’in cinayet işleyebileceğini biliyordu. Kocası bir zorbaydı, şereften yoksundu. Yu ve Sivina gibi insanlarla yan yana getirilmesi imkânsızdı.
Bu yüzden kocasına değil, Sivina’ya yardım etmek istiyordu. İşledikleri suçu biliyordu fakat görmezden geliyordu. Onu, Herict isimli örümceğin ağından kurtarabilecek güce sahiplerse elinden geleni yapmak ve macerası mutsuz sonla bitecek olsa bile hayatı boyunca ilk kez denemek istiyordu.
Asi olmak istiyordu.
Özgürlüğün tadına bakmak istiyordu.
Ve bugün bunları çaldığı için öldürülürse en azından bunların Sivina’ya ulaştığını düşünecek ve kendisiyle birlikte Herict’in de ölmesi için elinden geleni yapmış olmanın huzurunu yaşayacaktı.
Elbette ölmekten korkuyordu, acı çekmek istemiyordu. Hesap verme vakti geldiğinde yaptığı şeyden ötürü pişmanlık bile duyabilirdi ama şu anda işin sonunu düşünmeden yaptığı şeyi yapmaya devam edebilirdi. Yani yapacaktı.
Eteğini kaldırdı ve tezgâhların üstünden tüplere doldurulmuş iksirleri alıp uzun çoraplarının içine sokmaya başladı. Maviler yaraları iyileştiriyordu, kırmızılar manayı yeniliyordu ve içinde siyah lekeler olan kırmızılar ise tüm vücudunu kandırıyor, yorgun olmadığını hissettiriyor ve kullanıcının sınırlarını aşmasında yardımcı oluyordu.
Kırmızılar tehlikeliydi. Çekirdeği bir anda normal seviyesinin üstünde mana üretmeye zorlamak tahribatlara sebebiyet verebilir ve iksirin etkisinin geçmesinin ardından çekirdek kendini yenileyene dek mana üretimi ciddi ölçüde yavaşlardı. Tüm olumsuz özelliklerine rağmen Herict’i yenmelerinde yardımcı olacaksa bunları verecekti.
“Başka ne alabilirim?”
Odada sandıklar ve çekmeceler vardı fakat açmak için anahtar gerekiyordu ve onların anahtarlarının nerede tutulduğunu bilmiyordu. Yine de açabildiği çekmecelerde birkaç büyü taşı bulmuştu. Onları da çorabına geçirirken içini bir endişe kapladı. Büyü taşlarını taşırken bacaklarına sert bir darbe alırsa patlamalarına neden olabilir ve ne olduğunu anlamadan ölürdü.
Olumsuz şeyleri daha az düşünmek için daha fazla çaba harcadı ve zamanı daralırken alabilmek için daha fazla eşya aradı. Maalesef oda çok azının ne işe yaradığını bildiği aletlerle doluydu.
Ama nasıl kullanacağını bildiği asaları bulduğunda bir işe yarayabileceklerini düşündü. Götürebileceği kadarını alıp çoraplarına sıkıştırdıktan sonra derinlere itti ve odadan ayrılmadan önce eline geçen ilk şeyi alıp korsesinin arasına sıkıştırdı. Odadaki loş ışık yüzünden ne aldığını bilmiyordu ama mana yayıyordu ve sihirli bir şekilde Sivina’ya yardım edeceğini umacaktı.
-------------------------
16.03.2023 – 02:30
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..