Kapılar, Yu Valarfin’i seviyor olmalıydı.
“VALARFİN!”
Hayaletin işaret ettiği yerden Marak’ın sesinin geldiğini duyabiliyordu fakat kendisini göremiyordu. Kapının ardına düşen yeşil canavar, kendisiyle aynı renkte ağaç yapraklarının arasında kaybolmuştu. Canavarın sesi vardı fakat görüntüsü gelmiyordu.
“Koyunların inine düştü,” dedi hayalet.
Yu vücudunun etrafında havanın büküldüğünü hissediyordu. Ormana birkaç saniye daha bakmasının ardından görüşü, bilgisayarın ekranı gibi kaydı ve düşmemek için hayalete tutunmaya çalıştı. Ne yazık ki sol eli hayaletin içinden geçti ve aradığı desteği bulamayan Yu yere yapıştı.
“Bana dokunamıyor olman pek çok açıdan hayal kırıklığı oldu.” Hayaletin acı tatlı bir sesi vardı. “Bir insanın dokunuşunu hatırlayamadan ölecek olmak üzüldüğüm şeylerden birisi ama beni öldürmeyi başarabildiğin sürece umursamıyorum.”
Yaşananlar arasında önceliği Marak olduğundan ayağa kalkmaya çalışırken hayaletin dediklerini önemsemedi. Gözlerinin önündeki dünyanın sürekli dönmesinden kaynaklı olarak beyni kendini toparlayamadı ve onu kusmaya itti.
Sabah kahvaltısı artık önündeydi fakat binanın taş zeminine değil, uzun yeşil çimlerin arasına kusmuştu. Bulunduğu konumun değiştiğini fark ettiğinde yine başka bir dünyaya gittiğini düşünerek korkuya kapıldı, gözleri karardı ve korkmanın yanlış bir şey olduğunu hatırlayana dek ağladı. Burasını sevdiğinden değildi ama eğer şimdi bu dünyadan gidecek olursa arkasında bıraktığı şeyleri hatırından atamayacaktı. Karısını bırakmak istemiyordu, kızının ölümün kolları arasında kalmasını istemiyordu, hayatlarını çaldığı tüm o insanlara olan borcunu ödemeden dünyadan kaçmak istemiyordu.
“Korkma.”
Gözlerini kaldırıp dünyaya baktığında başı, renklerin birbirine girişiyle tekrar döndü. Hiçbir şeyi olması gerektiği gibi göremiyordu. Bir gözünde her şey saydamdı, bir gözünde hava bile katıydı; bir gözünde her şey beyazken diğer gözü her şeyi siyah görüyordu ve bir an sonra dünyanın tüm renkleri, gözleri ile algılamasının gerçekte imkânsız olduğu renkler dahi, Yu’nun gözlerinin önünden geçip gidiyordu.
“VALARFİN!”
“VALARFİN!”
“########!”
“########!”
“########!”
“########!”
Söylemesi tuhaftı, biliyordu fakat Marak bağırdıkça sesi gözlerinin önüne geliyordu. Havaya çarpıp düşen her dalganın, her ışının görüntüsü gözlerinden içeri giriyor ve mor irisi yakıyordu.
“Buraya hazırlıksız girmemeliydin,” dedi hayalet.
Sesindeki duyguları algılayamıyor olsaydı kendisine tuzak kurulduğunu söyleyebilirdi fakat onu uyarmayışının içinde bir tuzak göremiyordu, sadece aptallıktı.
“Geliyor.”
Hayaletin sakin sesi onu gelen şeye karşı uyarmasa bile mevcut her yere çarpan ışık sömürülmeden Yu’nun gözüne ulaşıyordu. Baktığı yer tam tersi bir yönde olsa bile neyin nerede olduğunu söylemek konusunda sıkıntı çekmezdi. Tabii ki beyni bunu yapabiliyor olmanın verdiği yorgunluğu çekiyor ve onu cezalandırmak istercesine bir ağrıyla karşılık veriyordu.
Gelen şeye karşı kılıcını, insan standartlarında normalin çok ötesinde bir bakış açısına sahip gözleri sayesinde kaldırdı. Kılıçlar çarpıştığında Yu başını kaldırıp rakibinin yüzüne bakmayı denedi ve iki dudağının arasından süzülen kala gücünün azaldığını fark etti.
“VALARFİN!”
Karanlık, ışık diyebileceği hiçbir şeyi içinde barındırmadan karşısında duruyordu. O kadar karanlıktı ki bir fotoğrafın ortası kalemle boyanmış gibi duruyordu. O karanlığın kendisi kadar kara müttefikleri de vardı; iki kılıç konuşuyor, arzuluyor ve Yu Valarfin’in canını istiyordu.
Bir kılıç üstünden kalkıp diğer kılıç gelirken Yu tek kılıcıyla çaresizce kendini savunmayı denedi. Hâlâ yaşadığı doğaüstü olayın tesirinden çıkamadığı için ne yaptığını tam olarak idrak edemiyor ve sadece içgüdüleri ile vücudunu hareket ettiriyordu.
Hareketlerin doğasını çözememişken üstüne inen kılıçtan kaçtı, bir diğerini kendi kılıcıyla savuşturdu ve ayağını kaldırıp karanlığın göbeğine geçirdi. Sonra kendi göbeğinde bir baskı hissetti ve dünya iki gözünün içinde birleşirken kendini çalıların arasında buldu. Dünyanın sesleri bir süreliğine kesilmişti.
Telaşla kalkmaya çalışırken gözleri ve beyni yeni dünyaya hâlen alışamamıştı. Sanki her tarafı aynayla kaplı bir kutunun içerisindeydi, nereye bakarsa baksın istemsizce diğer yönleri de görüyordu ve durum beynini o kadar yoruyordu ki az önce kılıcını kaldırıp kendini Marak’a karşı savunabilmesine mucize olarak bakıyordu.
Dünya artık onun için üç boyutlu değil, dört boyutlu bir hâl almıştı.
Bir süredir unuttuğu o his de dünyanın yeni boyutunu keşfetmesiyle geri geldi. Göğsü yanmaya başladı ve yıldızlar parladı. Beyaz bir ışık, zaten ışık cümbüşü olan dünyayı daha da katlanılmaz hâle getiriyor ve Yu’nun gözlerini kör etmek istermişçesine etrafa saçılıyordu. Dayanması, gözlerini açık tutması güçtü fakat gözlerini kapasa bile görmeye devam ettiği için bir türlü kurtulamıyordu.
“Sana yardım etmeyi isterdim ama ben de yıllardır yardım çığlıkları atıyorum.” Hayaletin sesi, Yu’nun gözlerine acı olarak yansıyordu. “Lütfen toparlan, bana yardım et, tüm insanlara, tüm kasabaya yardım etmeni istiyorum. Koyunları öldür, beni öldür ve acıma bir son ver. İnsanları görüp de onlara dokunamamak bana acı veriyor, seslerini duyup da sesimi duyuramamak beni kahrediyor.”
Kanayan bir ruh, karanlığa hapsolmuş bir aydınlık. Hayalete baktığında gördüğü şey buydu. Aklını kaçırmama sebebi macerası boyunca başına gelen her şeydi fakat Rolderhelm’in Yu Valarfin’i bir ruhun kanadığına tanıklık etseydi çığlık çığlığa koşmaya başlardı.
Mora’nın Yu Valarfin’in tepkisi ise daha ağırbaşlı oldu. Marak’ın fırlamasına karşı kendini tetiğe alırken derin nefeslerle rahatlamaya çalıştı ve hayaletin asıl formunun durduğunu düşündüğü yere baktı. Ona baktığında sadece yüzünü değil, başının arkasını da görüyordu. Yalnıza bu bile birini delirtmeye yeterli olmasına rağmen bir de kadının acı içerisindeki ruhu gözlerinin önündeydi.
Ruhun içerisinde bolca keder görüyordu, yalnızlığını mor gözlerinin içerisinde hissediyordu ve hüznü yanaklarını sıcak ve tuzlu damlalarla ıslatıyordu. Kadının ruhunda kıskançlık da vardı. Kıskançlığın bir günah olduğunu biliyordu ama yaşayanları kıskandığı için kızabilir miydi?
“Bana ne oluyor?” sormak istediği buydu ama ağzından “Benden ne istiyorsun?” kelimeleri çıkmıştı.
Bir epilepsi hastası olarak parlak şeylere karşı her zaman hassasiyeti vardı ve Azerel sayesinde mevcut hastalığından kurtulmuş olsa da beyni hâlâ hassasiyetini hatırlıyordu. Nefesleri derinleşiyor, göğsü sıkışıyor ve yapmak zorunda olmasa da parmaklarını sıkıyordu. İstese hepsinden kurtulabilirdi ama bir tike dönüşmüşlerdi.
“Söylediğim gibi, ölmek istiyorum. Ruhumun Ölüm Tanrıçası tarafından temizlenmesini istiyorum.” Hayaletlerin ağlayabileceğini bilmiyordu. “Aslında yapabileceğinden bile emin değilim,” diye devam etti. “Bunun bir yolu var mı bilmiyorum ama kimse beni göremezken beni görebilen tek kişisin, tek umudum sensin. Sana muhtacım, beni duyan bir başkası yok! Lütfen bir yolunu bul ve canımı al!”
Sivina kocasının hayaletlerle ilgilenmesini istemiyordu ve kadından uzak durması onun özel isteğiydi. Karısının sözlerinden çıkmanın yanlış olduğunu düşünse de yardıma muhtaç olan birinden kaçamazdı. Dünya onu buraya getirdiğine ve kadının yardıma ne kadar muhtaç olduğunu gösterdiğine göre bu Yu Valarfin’e verilmiş olan görevdi ve görevini yerine getirmeliydi.
“Sana yardım etmemi istiyorsan bana her şeyi anlatman gerekiyor.” Marak ağaçların arasında bir yerde ‘Valarfin’ diye bağırmaya başlamıştı. “Ama üzücü bir hikâye dinlemek istemiyorum. Lütfen hızlı ve basit bir açıklama yapıp bana yaşadıklarını özetle.”
Hayalet başını salladı ve ona bir yol işaret etti ama Yu o yoldan gitmek istemiyordu. Öncelikli görevi Marak’ı öldürmekti. Düşmanını öldürdükten sonra Sivina’nın yardımına koşması ve Herict’i öldürmesi gerekiyordu. Ancak yargılama bittikten sonra hayalete yardımcı olabilirdi.
“Acı çekiyorsun, değil mi?” Ama hayalet ısrarcıydı. “Acı çeken birini gördüğüm zaman anlıyorum. Burada çektiğin acı her neyse sebebi koyunların büyüsüne dayanamıyor olman. En azından ben öyle olduğunu düşünüyorum. Koyunları öldürürsen çektiğin acılar da son bulur ve ona karşı olan dövüşüne devam edebilirsin.”
Yalan görmüyordu. Gördüğü şey dürüstlüktü. Aklında karısı vardı fakat Marak’ı bu hâlde yenebileceği de meçhul olduğu için hayaletin tavsiyesine uymak, yaşayan bir adam olarak karısının yanına varmak için yapması gereken şeydi.
“Yılların ardından konuştuğum tek kişi sensin,” diye söze başladı yolu gösteren hayalet ama Yu’nun amacı ne muhabbet etmekti ne de onunla başka herhangi bir vakitte muhabbet etmeyi arzuluyordu.
“Üzgünüm,” dedi ve dürüsttü. “Muhabbet edersek bunun iyi yerlere çıkacağını zannetmiyorum, birbirimize karşı sempati beslemeden işlerimizi yapalım. Aksi takdirde ikimiz de duygusal olarak hoş olmayan hislerle karşılaşırız.”
Söyledikleri kalbini hayaletin duygusal hikâyesinden korumak için değildi. Aksine hüzne karşı barışıktı ve üzülmenin hayatta hak ettiği şey olduğuna inanıyordu. Bu, kendini cezalandırmak ve yaptıklarının bedelini ödemek için seçtiği yöntemdi.
Lakin aynısı hayalet için geçerli değildi. Gözleri onun mağduriyetini, çektiği acıları ve keder içindeki ruhunu görüyordu. Soluk beyaz ruhun tek günahının üstünden akan kanlar canını yakıyordu. Onun üzülmesini istemiyordu, daha fazla üzülmesine ve bu korkunç kaderin içinde acı çekmesine müsaade edemezdi.
Yani onun hikâyesini dinlemek istese bile dinlememeliydi. Aralarında istemsiz bir samimiyetin oluşması ve hayaletin konuşabildiği tek insana bağlanıp, unutulan duygularını tekrar hatırlamasını engellemesi gerekiyordu. Hayalet ona bağlanırsa bunun içine ölüm korkusunu getireceğinden ve ölmekten vazgeçmesine yol açacağından endişeleniyordu ki böyle bir senaryoda onun sadece daha çok acı çekeceğini tartışmaya gerek olmazdı.
Ama hâlâ dokunamadığı bir şeyi nasıl öldüreceğini bilmiyordu. Sonra aklı onu kılıcına bakmaya itti. Hâlâ düşürmeden elinde tuttuğu siyah kılıç uyuyan bir gölgeyi andırıyordu. Böyle şeytani bir nesneyi elinde tutmaya devam etmek, gözlerinin durumu meydandayken ne kadar doğruydu acaba? Ama ne kadar kötü olursa olsun gözleri için Marak’ın karanlığından daha zorlayıcı olacağını düşünmüyordu.
“Peki ya bu hâldeyken yine bir hayaleti kesebilir misin?”
Tanrının mezarında karşılaştığı hayaleti kesmeyi başarmıştı ama o zamanki gücünün uzağındayken yine başarabileceğinin garantisi yoktu. Kılıç, hayaletin içinden geçebilir ve Yu’dan onu öldürme şansını alabilirdi. Tabii ki hayaleti öldürme görevinin ona verilmemesini arzu eder ve mümkünse yaşamaya geri dönmesini isterdi fakat o ne hayat verebilen bir büyücüydü ne de herhangi bir büyücüden bunu yapmasını isteme şansı vardı. Öyle bir şansı olsa bile diğer her şey gibi başarı kesin değildi ve çektiği acılara son vermek için yapabileceği tek şeyin onu öldürmek olduğunu biliyordu.
Yu koyunları görmeye başladığında hayalet onun yanlış yoldan gittiğini söyleyerek farklı bir yola sevk etti. Yu onun yalan söylemediğini görebildiği için yürüdüğü yolu sorgulamadan takip etti ve hayalet anlatmaya başladı.
“Kızın size dedikleri doğru,” diye onayladı Çelise’nin önceki hikâyesini. “Kasabada insanların uykuya dalmasına engel olan bir hastalık meydana geldi ve amcamın bulduğu büyücü insanların uyuması için bir büyü oluşturdu.”
“Gece uyumamızı sağlayan şey büyüydü yani?”
“Evet, oluşturduğu koyunları güneş batınca kasabada dolaştırır ve insanların uyumasını sağlarım.” Sesinde yaptığı işten rahatsız olduğunu gösteren dalgalanmalar vardı. “Koyunları yönetecek çoban olmam için büyücü tarafından seçildim ama seçim sürecini anlatmamı istemiyorsun sanırım.”
Merakını bastırmak için bilmek isterdi ama hayalete hikâyesini anlattırarak duygusal olarak zor durumlara düşürmeye niyetli değildi.
“Elli beş koyun var,” dedi hayalet ağaçların olmadığı bir çayıra geldiklerinde. “Onların çobanı benim ve benim sayemde topluca duruyorlar. Önce onları öldürmelisin çünkü ilk beni öldürürsen hepsi kaçabilir ve birinin dışarıya çıkması bile büyük sorunlara yol açabilir. Onları öldürmeyi başarırsan beni de öldürebileceğine inanıyorum.”
Koyunların vücutları etten değil ışıl ışıl parlayan beyaz manadan yapılmıştı. Ruhları olmadığı için neler düşündüklerini de anlayamıyordu. Onları canlı varlıklar olarak görmek hata olacaktı.
Hayaletin önüne geçip uyuyan koyunlara bakarken “Adın ne?” diye sordu. Elli beş koyun, kılıcını elli beş defa bir şeylere saplayacağı anlamına geliyordu.
“Helen,” diye cevap verdi yeşil saçlı kadın. Yu’nun hissettiği acı ismi duymasıyla yoğunlaştı. Hiç sormamış olmayı dilese de fırlayan okun yaya dönmesini sağlayamazdı.
“Başın sağ olsun, Helen.”
Başarısızlık oldukça utanç verici olurdu ve başarısızlığın ardından gelen birkaç saniyeyi düşünmek bile yüzünün kızarması için yeterliydi. Neyse ki artık düşünmesine gerek yoktu. Kılıcını hayaletin çektiği acılara son verip zincirlerinden kurtarmak için boynuna savurmuş ve kendisi için bile elde etme hakkına sahip olmadığı bir lütfu Helen’e sunmuştu.
Hayaletin çektiği acıları ve ölümü ne kadar istediğini görmeseydi bunu belki yapmazdı fakat kanayan ruhunu gördükten sonra o canın daha fazla burada olmasına müsaade etmemesi gerektiğini biliyordu. Böyle bir işkenceye maruz kalan sadece Yu olmalıydı, ondan sonra başka kimsenin hayat denilen zorlu işkenceyi çekmesi gerektiğini düşünmüyordu.
Canını habersiz almasının nedeni de Helen’i korkutmamaktı. Ölmeyi ne kadar isterse istesin kılıcın koyunları teker teker öldürebildiğini gördüğünde korkacağını biliyordu. Korkacak, yaşayamadığı dünyayı düşünecek ve ölüm anında bile acı çekecekti. Son söz hakkını ondan almış olsa da en iyisinin bu olduğuna inanmaya devam edecekti.
“Özür dilerim, Helen,” dedi kılıcındaki uyuyan karanlığın büyümesini izlerken. “Bundan sonra hislerimi belirtmenin anlamı kalmasa da özür dilerim. Çok üzgünüm. Keşke başka yolu olsaydı.”
-------------------------
31.03.2023 – 21:15
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..