“Ev manayla dolu,” dedi Meryu. “Yuzarsef büyücü olsa gerek.”
“Olabilir, maceracılar pek çok alandan olur.” Yuzarsef adında bildiği başka bir maceracı daha vardı. Hem büyü hem de kılıç kullanıyordu. “Yuzarsef Bacıyakalayan’ı duymuş muydun? Bir maceracıdır. Maceracılar arasında en ünlülerinden olabilir. Onun evinde olmayalım şimdi?”
Yuzarsef Bacıyakalayan yaklaşık yirmi sene önce kaybolmuştu fakat kaybolmadan önce adından sıkça söz ettiren, Kahramanların Savaşı boyunca kendini göstermiş efsanevi bir figürdü. İlonya’da kurduğu ufak bir kasaba vardı ve pek çok maceracının yola çıkma sebebi olan güç, zenginlik ve kadınlarla dolu bir hayat yaşamıştı.
Tabii ki böyle efsanevi bir figürün kaybolmasının ardından hakkında pek çok hikâye yayılmıştı ve pek çoğu da sonradan uydurulan, inanılması güç şeylerdi. Yuzarsef Bacıyakalayan ile ilgili efsaneler ise kaybolmasının ardından geçen her yılla azalmış, halkın dilinden düşüp bir çocuk masalına dönüşerek yerini başka dertlere bırakmıştı.
Ama bildiği kadarıyla bazen bazı maceracılar arkasında bıraktığı hazineyi bulmaya çıkıyordu. Aslında bu adı taşıyan başka birini tanımamış ya da duymamıştı, yani bulundukları evin sahiden de Yuzarsef Bacıyakalayan’a ait olması mümkündü.
“Duydum ama favorilerimden biri olduğunu söyleyemem. Benim en sevdiğim Gavanhed! Ah, keşke onunla tanışabilseydim!”
Gavanhed diye bahsettiği kişi ilk Galahad ve Toprak Tanrıçası Rhaea’nın oğluydu. Galahad ve Rhaea on beş sene dünyada kalmış ve oğullarını yetiştirdikten sonra cennete dönerek Gavanhed’i yeryüzünde bırakmışlardı. Babasının ve annesinin hayatına kıyasla Gavanhed’in hayatı pek uzun değildi. Annesinin tanrı kanı damarlarında aktığı için Azer’in oğullarının ilgisini çekmiş ve onlar tarafından öldürülmüştü.
Yine de bu Galahad’in soyunun sonu değildi çünkü Gavanhed ölmeden önce arkasında babasının adını verdiği bir oğul bırakmıştı. Ona sadece ismini vermiş ve karşılığında ismini öğrenmiş olsa da Lucia’nın maceracılar loncasında Galahad ile tanışmıştı. Gerçi önemli bir hastalığı var gibiydi ama yanındaki kılıç perisi ne olduğunu öğrenmesi için Sivina’ya izin vermemişti.
“Onun oğluyla el sıkışmıştım,” dedi Yu. “Kızım da oğlunun kılıç perisiyle parka gitmişti. Sana daha sonra onlar hakkında birkaç şey anlatabilirim.”
“Tabii olur-” Meryu, Sivina’ya baktı. “Kızım mı dedi o? Çocuklu bir adamla mı evlendin? Bunun için fazla genç gibisin. Hatta o da öyle.”
“Uzun hikâye,” diyerek anlatmayı sonraya bırakacaktı. Meryu bir süredir yanlarında olsa da ikisi de Yurine ve her şeyin başlangıcı hakkında bir şey anlatmamıştı. Kendi aralarında bile sıklıkla geçmişin konusu açılmıyordu ve Sivina olabildiğince çok gelecekten bahsetmeye çalışıyordu. Böylece Yu’nun kafasını geçmişten alıp geleceğe yöneltebilir ve sürekli moralini bozmasına engel olabilirdi.
Ama her ne kadar Meryu’nun söyledikleri amacı ciddiye alıp almadığına emin olmasa da artık birlikte ilerledikleri ve ilerlemeye devam edecekleri kesin olduğu için bazı şeyleri bilmesinin zamanı geliyordu ve ona her şeyi söylemeleri gerektiğine inanıyordu. Meryu sadece macera aramak amacıyla onlara katılan küçük bir çocuk değil, bir dost ve sırdaş olabilirdi.
Yu, Yuzarsef’in odasının kapısını itti fakat açılmadı, yine kilitliydi. Sivina her ne kadar yapmak zorunda olsalar da burası Yuzarsef Bacıyakalayan’ın eviyse zarar vermek istemiyordu ama Yu beklemeden elini kilide soktu ve öncekiyle aynı şekilde kırdı. Sivina’ya önden gitmesi için yine izin vermemişti.
“HASS-SİSİSİ!”
Ağzından küfrün çıkmasına izin vermemek için saçmaladı ve sol elini kaldırarak şövalyenin uzun kılıcını havada yakaladı. Sivina bir savaşçı olarak ani saldırılara tepki vermeye hazır olsa da bu kadar hazırlıksız yakalandığı çok az saldırı olmuştu. Üstelik tehlikeli olduğunu bilmesine rağmen gardını indirmesi utanılacak işti.
Yu kılıcı tutarak şövalyeyi kendisiyle birlikte çekti. Sivina, şövalyenin Yu’ya attığı yumruğu engellerken Meryu bacağına tekme atarak dengesini bozdu ve son darbeyi Karabaş, şövalyenin üstüne atlayıp onu yere devirerek yaptı.
Uzun kılıç Yu’nun sol elinde kalırken şövalye yere uzanmıştı, miğferi de düşmüştü ve artık hareket etmiyordu. Şimdi üçü de şaşkınlıkla içi boş zırha bakıyordu.
“Ruhu olduğunu hâlâ görebiliyorum,” dedi Yu elindeki kılıcı bırakırken. “Ruhu parçalara yapışmış, zırhı tamamen sökersek zararsız hâle gelir diye tahmin ediyorum.”
“Karşılaştıktan sonra normal bir şeymiş gibi işine devam etmemen gereken bir şey!” dedi Sivina. “Sanki her gün hayalet şövalyelerle karşılaşıyor gibi davranıyorsun. Biraz durup burada bunun gibi kaç tuzak olabileceğini düşünmen gerek.”
Yu sol elini çenesinin altına koyarak ciddi ciddi düşündü. “Çocukken Scooby Doo izlediğim için hayalet zırhlara yabancı sayılmam. Biraz da bu dünyanın akıl almaz büyüleri karşısında şaşırma kabiliyetimi kaybetmiş oluşumun etkisi var. Karşılaşacağımız hiçbir şeye şaşırmamamız gerekir.”
Gördüğü en sağlam zırhlardan biriydi. Kurbağa burunlu miğferi bile işini bilen bir usta tarafından yapıldığını ve korkulması gereken deneyimli bir şövalye tarafından giyileceğini gösteriyordu. Yüz kısmında ileriye doğru uzun bir çıkıntı olan bu miğfer türü tüm miğferler arasında en iyilerinden biriydi ve diğer pek çok havalı miğferin aksine gösterişe değil savunmaya önem verirdi. Bunlar gösterişe önem veren insanlar tarafından değil, hayatta kalmaya ve öldürmeye önem veren canavarlar tarafından giyilirlerdi.
Zırhın kırmızı bir pelerini vardı, eklem yerleri altın rengine boyanmıştı. Aslında büyülü bir şey olmasa Yu için almak isterdi fakat parçaları Yu’nun vücuduna göre büyüktü. İki metrelik bir adama göre özel hazırlanmıştı.
Zırhı parçalayıp etrafa dağıttıktan sonra Sivina “Bu sefer ilk ben gireceğim,” dedi ama Yu karşı çıktı.
“İlk sen girersen ve başına bir şey gelirse çekeceğim acıyla yaşamaya devam edemem.”
“Aynısını söyleyebilirim,” diye karşılık verdi Sivina. “Burada birilerini koruma görevini üstlenecek ilk kişi benim.”
Meryu’nun başka bir fikri vardı, kapıyı açtı ve Karabaş’ı içeri itti. Aslında köpeğin boyuna bakıldığında istediği takdirde Karabaş kızı itebilirmiş gibi duruyordu fakat Meryu’yu kırmadı ve içeri girdi. Meryu da onu takip etti.
“İğrenç…” Kızın tiksintisi Çelise’yi andırmıştı. “Adam burada kömüre dönmüş.”
Sivina ve Yu tartışmayı bırakarak aynı şeyi düşünmüştü. İkisi de diğerinin tehlikeye girmesine karşı çıkıyordu fakat tartışırken üzerlerine emanet olan çocuk onlardan önce tehlikeye atlamıştı. Bunun hakkında düşünmeleri ve sonraki seferler için güvenli hareket planları oluşturmaları gerekecekti.
Oda dışarıdan gördükleri gibiydi. Koridorun kapısı açık olduğundan içeri biraz ışık giriyordu ve Meryu yatağın yanındaki pencereye giderek perdeyi çekmiş, ardından camı açmıştı. İçeri hem ışık hem de hava girmişti. Yu da cesedin yanından geçmiş ve dışarıdayken baktıkları camı açmıştı. Akşamüstünün sunduğu ışığı son zerresine kadar kullanıyorlardı.
“Burada bir sürü eşya var.” Meryu eşyalara yaklaşmadan inceliyordu. “Bayağı dağınık biriymiş, kıyafetlerini dolaba koymak yerine yatağın dibinde yığın yapmış.”
“Bekâr erkeklerin ortak sorunu…” Yu iç çekti. “Evin içindeki iskelet ve zırhı, bir de diğer odalarda karşılaşmamız muhtemel diğer varlıkları saymazsak yalnız yaşıyormuş.”
Biri kitapları koymak için kullanılan üç dolap vardı fakat odadaki kitapların yarısı yerde ya da adamın yatağının üstündeydi.
“Yu dağınık bir adam olmadığı için şükretmeliyim.”
Duvara asılı olan altın bir ejderha başı ve kırılmış bir sokak lambası vardı. Sivina her ikisinden de mana hissediyordu fakat lambanın kendilerine zarar vermesini olası görmediğinden zırhtan aldığı pelerini ejderha başının üstüne örtmekle yetindi.
Yu pencerenin önündeki masanın üstünde duran kitabın kapağına dokundu ve tozları eliyle sildi. Beyaz ve sade bir kapağı vardı. İlk sayfasını açıp okumaya başladı.
“Selam üzerine olsun,” dedi parmağını kelimelerin üstünde gezdirirken. “Zhai – Zhei – Zhi – Zhen – Zhyu. Luna de Magia.”
Meryu saygısızca cesedin üstünden atlayıp Yu’nun yanına geldi ve kitaba baktı. “Bu ne? Kulağa büyülü geliyor. Magia kelimesini daha önce birkaç büyü kitabında okuduğumu hatırlıyorum.”
Yuzarsef ölü olduğuna göre kitabı artık kullanamazdı ve büyülü bir şeyse Meryu’nun yardımına dokunabilirdi. Hatta oldukça saygısızca olacak ve bir yağmacı konumuna düşeceklerdi fakat evin içinde Meryu’ya yardımcı olacak pek çok şey bulabileceklerine inanıyordu.
Ama kelime ile ilgili bildiği ufak bir genel kültür bilgisi vardı ve aklına geldiğinde söylemek istedi. Kelimeyi daha önce Brahatul’lu bir köleden duymuştu.
“Tekerlemesi Brahatulcaya benziyor ve hafızam beni yanıltmıyorsa Magia kelimesi Brahatul dilinde çocuk anlamına geliyor. Sanırsam kökeni çocukların doğumlarından büyümelerine dek geçen sürenin ebeveynlerin gözünde ne kadar sihirli olmasıyla alakalıydı.”
Yu’dan çocuk yapmak isteyen yetişkin bir kadın olarak o da rahme düşen ufak bir meninin büyümesini sihirli buluyordu.
Meryu kitabın sayfalarını çevirmeye başladı. “Bunun büyü kitabı olduğunu zannetmiyorum, belki dediğin gibidir,” dedi bir sayfada durup çizilen resme bakarken. “Sen bunu nereden biliyorsun ki?”
“Elhaven’de savaşçıların denize açılması gelenektir,” diyerek açıklamaya başladı. “Ben de babamla birlikte iki defa denize açılmış ve birkaç Ethalot gemisi yağmalamıştım. Gemilerden birinde ganimet olarak Brahatullu bir köle bulmuştuk.”
Onu dua ederken duymuş ve duanın ne anlama geldiğini sormuştu. Adam hayatının geri kalanını saldırganlarının kölesi olarak geçirecek olsa da mütevazı şekilde her kelimeyi açıklamış, anlamlarını ve neden dua ettiğini söylemişti.
“Araştırmaya yarın devam ederiz.” Yu kitabı kapadı. “Güneş batmadan önce Yuzarsef’i gömelim.”
Şimdiye dek cesedi görmezden gelerek yeterince aşağılamışlardı ve güneş batmadan önce Yu’nun dediğini yapmazlarsa gittiği yerde adamın ruhunu hüzne boğabilirlerdi.
“Vücudu mumyalanmış gibi,” dedi Sivina eğilip yakından baktığında. “Ona dokunmasak daha iyi olur, bulaşıcı bir hastalığa yakalanmak istemem.”
Vücudu siyah ziftle kaplanmıştı. Ziftin de şeytanların öldükten sonra dönüştüğü sıvı olduğunu biliyordu ve koridorda karşılaştıkları iskeleti de hesaba kattığında Yuzarsef’in şeytanlara bulaşıp lanetlenerek bu hâle geldiğini varsayabilirdi.
***
“Meryu uyudu mu?”
Yuzarsef’in cesedini gömmüş, ardından akşam yemeği yemişlerdi. Öğle yemekleri bir canavarın çıkıp ortalığı dağıtması yüzünden bölündüğü ve takip eden olaylar yemelerine izin vermediği için akşam yemeğini ağır yemişler ve yediklerini sindirmeye çalışan vücutlarını yormuşlardı.
“Uyumuştur herhâlde, bayağı zaman geçti.
Evin içinde yatmaya cesaret edemedikleri ve ev isteseler de yatamayacakları kadar pis olduğu için at arabasında yatıyorlardı. Üç kişi olduklarından içeride özgür sayılmazlardı ve Sivina kocasıyla istediği şeyleri serbestçe yapamıyordu.
Kızın uyumasını fırsat bilen kocasının bir şeyler deneyeceğini zannetti fakat Yu her ne kadar Sivina’nın yakınlaşmalarına karşılık verse de ona pek sık yaklaşmıyordu. Sivina bir şeyler yapmak istemezse Yu da yapmayacak gibiydi.
“Yuzarsef’in korkunç bir ölümü var,” dedi Sivina’nın elini avucuna alarak. “Cesedin pozisyonu bana ölmeden önce kalkıp yürümeye çalıştığını söylüyor. Kim bilir ölmeyi ne kadar uzun zaman bekledi? Ölüm anında tamamen yalnız başına olduğunu düşündükçe tüylerim ürperiyor. Ölüm anı geldiğinde neler hissettiğini düşünmek bile istemiyorum. Kimse yanında değilken, elini kimse tutmuyorken bir başına ölmek korkutucu. Kalbim inciniyor.”
“Artık onun için üzülmenin anlamı yok. O kişi gerçekten Yuzarsef Bacıyakalayan ise insanların imrendiği bir hayat yaşadıktan sonra öldü. Ölüm şekli üzücü olsa da yaşadığı harika hayatın ardından böyle bir ölüm ona koymaz.”
Nasıl öleceği ile ilgilenen kaç insan vardı ki? Ya da muhteşem bir hayat yaşamak karşılığında yalnız başına ölme teklifini kabul etmeyecek kaç kişi vardı? Elbette birinin kimsesiz kalarak ölmesi insana koyuyordu ama onun için üzülmüyordu.
“Daha üzücü olduğunu düşünmem yanlış mı?” Karanlığın içinde burnunu çekti. “Yaşadığı hayatın anlamı olmamış gibi. Binlerce insanla tanıştı, binlerce hayata etki etti, kahraman olarak anıldı ve sevildi; bazen nefret edildi, beklendi, özlendi… Her şeyin ardından hiç yaşamamış gibi bir başına burada öldü.”
“İçinin huzurla dolması için nasıl ölmesini isterdin?” diye sordu Yu’nun anlamsız düşüncelerine karşı. “Tam olarak ne olması senin saçma şeyler düşünmemen için yeterli olurdu? Sonsuza dek yaşamalı mıydı? Yoksa vücudunu evin içinde değil de toprağın altında mı bulmalıydık?”
“Bilmiyorum, sadece anlamsız olduğunu düşünüyorum, bazen.” Yattığı yerde yan döndü ve Sivina’nın güçlükle belli olan yüzüne baktı. “Yaşadığı tüm hayat anlamsızmış gibi. Yaşadığımız hayatların anlamı yokmuş gibi hissediyorum. Sonsuzluğun içinde, bizden önce sayısız insan gelmişken ve bizden sonra sayısızı gelecekken var olmanın anlamını sorguluyorum.”
Sivina hiç böyle şeyler düşünmemişti. Kardeşlerinin de düşündüğünü zannetmiyordu. Belki babası düşünmüş olabilirdi fakat düşünmüşse bile anlamı olduğuna inanmıyordu. Ne kadar düşünürlerse düşünsünler hayatın içinde sevilmekten ve sevmekten başka anlam yoktu.
“Evren çok büyük, şimdi yürümeye başlasak asla sonuna ulaşamayız. Bize en yakın yıldıza bile varamayız. Bazıları bu evrenin sürekli kendini tekrar ettiğini söyler. Doğar, büyür, küçülür ve içindeki her şeyle birlikte ölür. Sonra tekrar doğar.” Yu elini sıkıyordu. “Kim bilir bizden önce kaç defa kendini tekrar etmiştir. Kim bilir şu an bulunduğumuz noktada kaç defa birileri durmuş ve hayatın ne kadar anlamsız olduğunu sorgulamıştır. Belki biz evrenin bu noktasında bulunan bir milyonuncu yolcuyuzdur, belki evrenin yüz milyonuncu tekrarında yaşıyoruzdur. Bizden sonra geçecek yüzlerce, binlerce, milyonlarca, milyarlarca yılı düşündüğümde anlamsızlığa varıyor ve kendimi sancılar içerisinde buluyorum.”
Sivina’ya göre kendini tekrar eden bir şey yoktu. Titanlar cenneti ve dünyayı yaratmış ve içine tanrıları koymuştu. Tanrılar da sevmek ve sevilmek için canlıları yaratmış, onlara ait olan dünyayı insanlara ve diğerlerine bağışlamıştı.
Eğer iyi insanlar olur ve tanrıları memnun ederlerse razı olunur ve tanrıların evine, cennete alınırlardı. Cennet varabilecekleri en güzel sondu, dünya ise bir duraktı. Tanrıların rızasını kazanma düsturuyla yaşamamış olsa da her insan gibi gerçeğin bu olduğunu biliyordu. İlahların onayını kazandıktan sonra cennete gider ve tekrar eden bir dünya olmadan orada sonsuzluğu yaşarlardı.
“Neden yürüyorum ki? Pişman olduğum için mi? Yürümemin sebebi vicdanımı rahatlatmak mı? Yoksa yürümezsem, kötülük edersem karşılaşacağım cezadan mı korkuyorum? Sanki doğru olan yürümek olduğu için değil de diğer herhangi bir sebep için yürümek samimi değilmiş gibi geliyor.”
Sivina dinliyordu ve Yu tamamen susana dek dinleyecekti. Bazı kadınlar erkeklerin dert dökmesinden hoşlanmazdı fakat o kocasının dertlerini dinlemeyi seviyor, içini dökmesinden hoşlanıyordu. Bunu yapabileceği tek kişi olduğu için memnundu.
“Sadece yürüyor da olabilirim, nedeni olmadan, yolun sonuna varmayı bekleyerek. Zamanın sonsuzluğu karşısında anlamsız olduğunu düşünsem de yürüyorum ama sonra durup diyorum ki hayatı anlamsız görmek aldığım tüm hayatlara hakaret etmekle eşdeğer. Hayat bu kadar anlamsız olmamalı ve kendin için olmasa da diğerleri için yaşama değer vermelisin.”
Yu konuşmayı kesti. İçinden geçenleri söylemişti ve nasıl devam edeceğini kendisi de bilmiyordu. Sivina da nasıl cevap vermesi gerektiği konusunda emin değildi. Deneyimlerine göre ne derse desin Yu’yu az önce söylediklerini düşünmeye devam etmekten alıkoyamayacaktı. Yine de diyebileceği tek şey böyle şeyleri düşünmeyi kesmesini istemekti.
“Samimi söylüyorum kafana takma böyle şeyleri, manyak olursun bak. Ciddi söylüyorum.”
Ve sonunda duydu. Neşe miydi yoksa keder miydi bilmiyordu, komik bulduğu için miydi yoksa sinirleri mi bozulmuştu anlayamıyordu ama sonunda Yu Valarfin’in nazik gülüşünün sesini duyabilmişti. Onun tekrar gülmek için yıllar harcaması gerektiğini kabullenmek üzereydi ama tam da şimdi gecesi kocasının sıcak kıkırdamasıyla şenlenmişti.
Karanlığa kocasının yüzünü ondan sakladığı ve gülüşünü gözleriyle görmesine engel olduğu için lanet ederken yanağına masum bir öpücük kondurdu. Yu’nun gülüşünü aylar boyunca tekrar duymayabilir, belki süre yıllara uzayabilirdi o yüzden bu an için özel bir şey yapması gerektiğini hissetmişti.
“Seni öpmeyi seviyorum,” dedi Yu ve kollarını Sivina’ya sardı. “Böyle öpücükleriyse daha çok seviyorum. Tutkudan yoksun olsa da masum ve sanırım insanların ihtiyacı olan şey bu masum duygular. Belki daha çok çaba göstermeliyim.”
“Ne için çaba göstermelisin?” diye sordu.
“İnsanları sevmek ve sevilebilecek biri olmak için,” diye cevap verdi Yu. “Geçmişi düşünmeden edemiyorum ve pişmanlık hissetmediğim tek bir an yok. Yine de kendimi cezalandırmaya olan arzum beni sevilmesi zor biri yapıyor. Belki daha kolay sevilebilecek biri olmayı deneyebilirim.”
Yu’nun kendini sevdirmek için çabalamasına gerek yoktu çünkü Sivina’dan başkasının sevgisine ihtiyaç duymamalıydı. Sivina ona ihtiyacı olan her şeyi verebilirdi. Bir karı, bir dost ve silah arkadaşıydı. Başkalarına ihtiyacı yoktu.
En azından Sivina’nın inanmak istediği şey buydu. Gerçekte, Yu’yu diğer herkesten uzaklaştırırsa iyilik etmeyeceğini, aksine kötülük edeceğini biliyordu. Yine de Yu’nun da aynı şeyleri düşünmesini isterdi.
“Somurtarak bana kötülük ediyorsun,” dedi istediği masum öpücüklerden birini daha verirken. “Seni zorlamanın iyi olacağını düşünmüyorum, sahte bir koca da istemiyorum ama daha fazla gülmelisin. Seni mutlu etmeme izin ver.”
“Belki bir gün,” dedi Yu. “Beni mutlu ediyorsun ama eskisi gibi gülebileceğime inanmıyorum. Tüm hatalarımı telafi etmediğim sürece başaramayacağım.”
Karşılığında diyebildiği tek söz “Yine de dene,” olmuştu. “Belki benim için başarabilirsin.”
-------------------------
06.05.2023 - 18.00
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..