“Hastalığın bana nasıl bulaştığını hâlâ anlayamadım. Ormanda her zaman yaptığım gibi canavarları temizliyordum, sonuçta paslanmamak önemliydi. İşimi bitirdikten sonra ellerimi yıkarken gözüm serçe parmağıma takıldı, karardığını gördüm. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım gitmedi. Şimdi de her geçen gün büyüyor.”
Bu son iki sayfadaki yazıların başlangıcıydı.
“Tüm kolumu kaplaması sadece iki hafta sürdü fakat o dönemde hiçbir şey yapasım gelmedi. Şifa bulmak için Eliande’ye gitmeyi bile düşündüm fakat ona gidersem hastalığın beni öldürmesine izin vermeyeceğini biliyorum. Beni öldürme şerefini bir başkasının çalmasına asla izin vermez. Onunla aynı ormanda yaşamak bile korkutucu. Şimdilik evimi bulmaması için tanrılara -lol- dua edeceğim.”
“Lol ne demek?”
“Sesli gülmek anlamına geliyor,” diye yanıtladıktan sonra devam etti. “Eskiden yazdığım şeylere bakıyorum da bu hastalığın bana canavarlardan bulaşmamış olma ihtimali üzerine düşünmeye başladım. Vücudumda beliren önceki anomalileri büyü yardımıyla iyileştirdiğimi düşünmüştüm ama iyileştirmek yerine bastırmış olabilirim. Şimdi tüm bu anomaliler güçlenmiş ve işimi tamamen bitirmek için saldıra geçmiş olabilir.”
Yu sonraki cümleleri çevirmek için biraz zaman harcarken Sivina sayfaların üstüne karalanmış resimlere baktı. At arabalarına benzeyen fakat atlar tarafından çekilmeyen araçları tanımıştı. Kocasının bahsettiği kendi kendine giden arabalardı.
“Hay dinini kitabını… Öleceğim galiba. Bacıyakalayan’dan özür dilemeliyim, o haklıydı. Biz tanrıların bile bakmadığı yerlere ait değiliz. Keşke onunla daha fazla maceraya çıkabilseydim. Yanına gitmek ve kabzasını son kez avucumda hissetmek istiyorum ama öleceğimi görürse üzülecek. Ben yanında değilken zamanın nasıl geçtiğini anlamayacağı için onu yalnız bırakmak en iyisi olacak. Şimdi yanına gider ve vedalaşmak istersem… Lanet olsun, ağlıyorum… Şimdi yanına gidip vedalaşmak istersem beni kurtarmak için çabalamayı deneyecek ve başarısızlıkla karşılaştığında ölümümün suçlusu olarak kendini görecek. Zamana terk etmenin ve benden yüz yıl sonra birinin onu bulmasının daha iyi olacağına inanıyorum. En azından üzerimden zaman geçtiğini bildiği için fazla üzülmez ve yoluna devam eder.”
Bacıyakalayan saplandığı yerde duruyordu. İkilinin ormanda yaşamaya başladıkları için kavga ettiğini öğrenmek kalbini biraz acıtmış olabilirdi. Sivina sevdiği adamla böyle bir yerde yaşamayı göze alırken onlar için böyle bir yerde yaşamak yolun sonu olmuştu.
“Ahh… Sadece sol elimi düzgün kullanabiliyorum, neyse zaten iki elimi kullanabiliyordum yani yazarken zorlanmayacağım. Belki bunu bulduğunuzda Eliande de ölmüş olur fakat ola ki yüz elli yaşında bir babaanne falan olmuşsa onu bulup özür dilediğimi söylersen… Mutlu olmam aslında, çünkü ölü olacağım fakat iyi olur. Bacıyakalayan’a da üzgün olduğumu söyle. Son günlerim yaklaşırken onun mutfakta beklediğini bilmek canımı yakmaya başladı. Aklı nerede acaba?”
Kitabın son paragrafına gelmişti. Okuduğu her kelimeyi parmağıyla işaret ediyordu.
“Ölüyorum, bunu dolabın üstüne geri koymak için tüm enerjimi harcayacağım. Neden oraya koyduğum konusuna gelirsek… Sadece canım orada olmasını seviyor. Pekâlâ, bunu bulan isekaicı şanslı piç, İngilizce biliyorsan aferin sana, isekaicı olsa da herkesin okumasını istemediğim için bu dilde yazdım. Anadilin İngilizceyse de bacını yalayayım, ikinci dili İngilizce olanlar için yazdım çünkü öyle istiyorum. Al şimdi bu günlüğü ne yaparsan yap. İmza; Yuzarsef Bacıyakalayan, Bacıların Efendisi. Not: Altı ve dokuz.”
Okumayı bitirdiğinde hâlâ doğru düzgün bir şeyler öğrenememiş gibi hissediyordu ama Bacıyakalayan için yazılan kelimelerin anlam ifade ettiğini belliydi. Ayrıca büyük maceracıların konuşmakta ve yazı yazmakta pek iyi olmadığını da anlamış oldu.
“İnsan daha düzgün yazardı.” Kılıç saplandığı yerden havalandı ve Sivina’nın yanına geldi. “Tosuncuk sizi gönderdi demek. Ölümünden beri kaç yıl geçti acaba? Keşke tarihi yazmayı da akıl etseymiş.”
“Bu iyi olurdu,” dedi Yu.
“Yuzarsef’in günlüğünü okuyabildiğine göre onunla aynı memleketten olduğunu varsayacağım ve ona en yakın şey de sensin. Bu yüzden sıradaki Bacıyakalayan olarak kılıcı sen kullanmalısın.” Kılıç havada yan döndü ve kabzasını Yu’ya uzattı. “Ama kanın midemi bulandırıyor. Bir de gidip o kılıçla ellerini kirletmişsin. Ben buradaki güzel hanımefendinin beni kullanmasını istiyorum.”
Bacıyakalayan havada süzüldü ve kabzası Sivina’nın avucuna dek geldi. Sivina onu tuttuğunda çeliğin üstünde bir ağız ve iki göz bir kalp atışından kısa sürede belirdi. Derinliği olmadığı için birisi tarafından çizilmiş gibi duruyordu ve Yu’yu hiç şaşırtmamıştı.
“Kılıcım senden daha iyi olduğunu söylememi istiyor,” dedi Yu. “Ama söylediği diğer kırıcı şeyleri iletmeyeceğim.”
“Sen olmasan sesini bile duyuramayacak bir kılıç mı benden iyiymiş? Hah! Güleyim de şakası boşa gitmesin bari!” Gerçekten de güldü. “Neden onu atmıyorsun ki? Konuşan bir kılıç senin için çok mu değerli? Eğer öyleyse kusura bakma ama yeni Bacıyakalayan bu güzel hanımefendi olacak.”
Yu en başından beri elinde tuttuğu kılıcı kınına geri soktu. “İnsan olsaydın kanını dökmek zorunda kalırdım. Sivina bir Valarfin ve hep öyle kalacak. Evlilik bağları koparılamaz.”
Kocasının kıskançlığına sihirli bir kılıçla karşılaşıp elde etmekten daha çok sevindiğini, hatta daha çok heyecanlandığını fark etti. Yuzarsef Bacıyakalayan’ın evinde olduğunu öğrenmek de Bacıyakalayan’ın kendisi ile karşılaşmak da onu yeterince şaşırtmamıştı fakat kıskanç bir Yu kalbini hoplatıyordu. Hiç abartmadan söyleyebilirdi ki Yu istediği takdirde her şeyi bırakıp kendini onun kollarına atabilirdi.
“Pek sevinmemiş gibi duruyorsun.” Bacıyakalayan’ın kırmızı gözleri Sivina’yı süzdü. “Dünyanın en muhteşem kılıcını elinde tuttuğunun farkında mısın? En başında neden şaşırmadın ki? Sanki her gün sihirli kılıçlarla karşılaşıyorsun.”
Kılıcın kibarlığı birkaç cümlede kaybolmuştu. Sivina verecek cevap bulamayınca kılıcı bıraktı ve kocasına sarıldı.
“Ne diyeceğimi bilemedim, ne demeliyim Yu?” Yapmacık olduğunu bilse de çocuk gibi konuştu. “Bacıyakalayan’ın ismini değiştirmekle başlamam gerekiyor gibi hissediyorum.”
“Orada durman gerekiyor.” Kılıç ikisinin arasına girmeye çalışıp başarısız oldu. “İsmimi sevmiyorum ama değiştirilmeyecek ve gerçekten mi! Ben buradayken ona mı sarılıyorsun? Sen Yuzarsef’ten bile vurdumduymazsın! Adın Sivina mıydı?”
Konudan konuya çok hızlı atlamıştı ama tanışmakta çoktan geciktikleri için böylesi iyiydi. Tabii içinde bir ukde de vardı. Kılıcın sürekli konuşup Yu ile aralarını bozmasından korkuyordu. Yine de efsanevi kılıcı sahiplenmek için kendini tanıttı.
“Sivina Valarfin, Sör Arthur Ecues’in kızı ve Yu Valarfin’in karısıyım.”
“Yuzarsef Bacıyakalayan’ın muhteşem kılıcı Bacıyakalayan,” dedi ve yüzünü Yu’ya çevirdi. “Ne buldun ki bu adamda? Yakışıklı desen… Yakışıklı.”
Meryu kendini Yu’nun önüne attı ve kılıcı kabzasından yakalayıp el sıkışır gibi salladı. “Ben de arada sırada onda ne bulduğunu sorguluyorum!” dedi odaya girdiğinden beri bastırdığı heyecanını dışa vurarak. “Ama onu boşverelim! Benim adım Meryu Anka, memnun oldum!”
“Bacıyakalayan,” dedi kılıç tekrar. “Ama sen fazla enerjiksin sanki… Beni sahibeme geri vermeni rica edeceğim.”
Meryu kılıcı Sivina’ya geri uzattığında Sivina kılıcı almadan Bacıyakalayan tekrar havada süzülmeye başladı. Yanlarında dördüncü bir kişi gibi duruyordu. Yu ile tanışma faslını atlayarak mutfağın kırılan kapısına ilerledi.
“Yuzarsef öleli kaç yıl oluyor acaba?” diye sordu kılıç koridora çıkıp iskeletin önünde durarak. “Bu şeyi siz mi öldürdünüz? Sesini duymuştum. İyi olmuş, çok konuşuyordu.”
Meryu iskeletin altındaki kurumuş kanına baktı. “O şey neydi ki? Neden öyle bir şeyi evinizde tuttuğunuzu anlamıyorum.”
“Bir şeytandı,” diye cevapladı. “Onu cezalandırmak için burada tutuyordu. Bir de büyüsünden faydalanmak için. Belki şeytanlarla uğraştığından hastalanıp ölmüştür.”
Evin içinde girmedikleri bir oda kalmıştı. Tüm odalar içinde mana en çok ondan yayılıyordu. Kılıç kapının önünde durduğunda kapı kendiliğinden açıldı lakin yalnızca bir noktaya kadar ilerleyebildi. Çarptığı bir nesne yüzünden ilerlemeyi kesti ve kılıç kapının açtığı aralıktan içeri girdi. Meryu ikisinin önüne geçmiş ve onlardan önce girmişti.
“Yuzarsef’in ölümünü çok normal karşılamıyor musun?” diye sordu Meryu. “Onun da istediği bu ama hemen sahip bulmak falan…”
Odanın kapalı perdeleri kılıcın büyüsüyle açıldı. Sanki görünmez elleri var gibi hareket ediyordu. Odaya ışık dolduğunda içerideki her nesne gözüne daha büyülü gözüktü.
“Ne yapmamı bekliyorsun ki? Ben bir kılıcım, kırk gün onun yasını tuttuğumda ne işe yarayacak?” Bir insan gibi düşünmüyordu. “Yuzarsef hızlı toparlanmayı severdi. Şimdi anlatın bakalım Tosuncuk neden sizi gönderdi? Tosuncuk derken konuştuğunuz ağacı kastediyorum.”
Oda için hazine odası demek tam anlamıyla yeterli olurdu. Oda ağzına dek büyülü nesnelerle doluydu öyle ki Sivina nereden başlaması gerektiğini bile kestiremiyordu. Daha önce görmediği bir canlıya ait kafatası iki insan kafatasının yanındaydı ve odanın ortasında neredeyse insan boyutunda olan bir öküz kafatası vardı. İki süslü sandalye, sandıklar kullanılamayacak kadar kötü durumda olan kitaplar, yüzük, anahtar ve oyuncaklarla dolu odanın içinde en çok yer kaplayan şey kapının çarptığı piyanoydu.
“Şu küreye bak!” dedi Meryu yerdeki parlak kırmızı topu ellerine alarak. “Nasıl bir küre bu? Ne işe yarıyor? Sıcacık, belki de bir şeyleri ısıtmaya yarıyordur!”
“Ne işe yaradığını bilmiyorum,” dedi Bacıyakalayan. “Yuzarsef’in sırrını çözemediği şeylerden biri ama yerdeki süpürgenin üstüne binerek uçabilirsin! Ama onu açık alanda denemeni öneririm.”
Meryu küreyi bırakıp süpürgeyi eline aldı. Diğer her şey gibi onda da mana vardı ama mana dışında normal bir süpürgeydi. Uzun tahta sapı ve samandan kılları vardı. Tabii ki eskimişti.
“Ama en çok ilginizi çekeceğini düşündüğüm şey şu ayna.” Bacıyakalayan hareket etmelerine engel olacak sandalyeyi büyüsüyle kenara itti ve bir masanın önüne geldi. “Güzel ayna göster bana, nerede bizim Tosuncuk?”
Ayna parladı, parladı, parladı ve sonra yavaşça söndü. Bulanık bir görüntü aynayı kapladı. Yeşil ve kahverengi yoğunluklu renkler birleşip anlamlı şekiller oluştururdu ve dün karşılaştıkları ağaç aynanın üzerinde belirdi. Rüzgârın yapraklarını hışırdatması dışında hiçbir şey yoktu. Hareket etmiyor, sıradan bir ağaçtan farksız davranıyordu.
Meryu aynaya yapışacakmış gibi bakarken Yu başını salladı. “İnsanları bu şekilde gözetlemenin doğru olduğuna inanmıyorum. Yasal olarak suç olmalı.”
Fakat fikirleri umursanmadı ve Sivina sordu. “Kullanabilir miyim?” Bacıyakalayan izin verdiğinde onun söylediklerini tekrar etti. “Güzel ayna göster bana, nerede annem?”
Ağacın görüntüsü kayboldu ve ayna ilk seferde olduğu gibi parlamaya başladı. Bulanık görüntüler aynayı kapladı ve renkler belirdi. Kırklı yaşlarındaki deniz yeşili gözlere sahip gümüş saçlı bir kadın, yanında gümüş saçlara sahip genç bir kızla birlikte Sivina’ya tanıdık bir bahçenin içinde belirdi.
Kış yaklaşmasına rağmen bahçenin güneşli ve yeşil olduğunu görmek Sivina’ya evlerinin harika havasını yaşatıyordu. Birkaç haftaya yağmurlar başlayacak ve kış geldiğinde kar ucundan ziyaret edecekti fakat şu anda cennettin son parçasındaydılar.
Bir de babasına birebir benzeyen en küçük kardeşi Heiden vardı, annesinin önünde oturuyor ve tahta bir şövalye oyuncağıyla ilgileniyordu. Çocuk şu anda on iki yaşındaydı. Sarı saçları ve mavi gözleriyle ideal El erkeği olacaktı.
Gümüş saçlı kadını tanımıyordu fakat karnı şişti. Belki kardeşlerinden biri evlenmişti ve annesi hamile geleniyle vakit geçiriyordu. Sarı saçlara sahip başka bir kadın odaya girdi. Onun da karnı şişti ve bir kızın elini tutuyordu.
“Arisha!” Heiden kıza koştu. “Bak, şövalyeyi iyileştirdim!”
Kardeşi tahta bir şövalyeyi üç yaşındaki çocuğa uzattığında kız annesinin elini bıraktı ve şövalyeyi minik parmaklarının arasına aldı. Heiden gülümsüyordu ve tüm kadınlar aynı gülümsemeyle çocukları izliyordu. Edith Ecues dışında. O da gülümsüyordu fakat onun gülümsemesinde biraz acı vardı. Nasıl olmazdı ki? Tek kızı onu bırakıp uzaklara gitmişti ve son mektubunun üstünden bir buçuk yıl geçmişti.
“Özür dilerim, şimdi beni affettin mi?” diye sordu Heiden.
Kız başını salladı ve oyuncakla birlikte yere oturdu. “Oynamak istiyoyum,” dedi tatlı tatlı ve parmağını salladı. “Ama dövüş yok.”
Çocuklar oynamaya başladığında annesi en küçük oğlunu uyardı ve Sivina onun sesini duyduğunda ağladığını fark etti.
“Kız çocuklarına karşı nazik ol,” dedi Edith, oğlu Heiden’e. “Tekrar kırarsan babana söylerim.”
Damlalar sıcaktı, yanaklarını ısıtıyordu. Gümüş saçlı kızın kardeşi Harry’nin karısı olduğunu öğrenmişti. Arisha’nın annesi de Helen’di. İkisi de Edith’in geliniydi ve biri sonraki torununa hamileydi. Genellikle kadınların konuştuğu konular üzerine konuşuyorlardı. Edith onlara kocalarını fazla şımartmamalarını öğütlüyor ve evin içinde kontrolü ele almaları için yapılması gerekenleri anlatıyordu.
Yu’nun eli omzuna değdiğinde gözyaşlarına hıçkırıkları eşlik etti. Annesinin eski neşesinden yoksun sesini duydukça hıçkırıkların şiddeti artıyordu. Yu’ya sarıldı ve gözyaşlarını saçlarına bulaştırdı.
“Döndüğümüzde eve gitmek istiyorum Yu.” Onları özlemişti. “Rolderhelm’deki ilk gemiye binmek ve Elhaven’e dönmek istiyorum. Onları tekrar görmek istiyorum.”
“Hepsini defalarca kez görecek kadar uzun yaşayacağız,” diyerek onu yatıştırmaya çalıştı. Saçlarını okşuyordu. “Gözyaşlarını onlarla yüzleşeceğin zamana sakla. O zaman bir gülümse eşlikçin olur.”
Ne kadar güçlü olursa olsun, bir maceraperest ve şövalye olsa bile en nihayetinde birilerinin kızı ve birilerinin kardeşiydi. Evinden çok uzaklardaydı ve ailesinden uzak olmak kalbini incitiyordu. Şu anda zamanı geri alacaklarına Yu’dan daha çok inanıyor olabilirdi çünkü ailesini tekrar görmek istiyordu. Kocasıyla birlikte yanlarına gitmek, ilk çocuğunu Elhaven’de annesinin onu doğurduğu malikânenin içinde doğurmak istiyordu.
“Lütfen gidelim,” dedi.
-------------------------
10.05.2023 - 20:30
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..