Düşmanına karşı tekrar koşarken binlerce taş parçası da aynı
düşmanı hedef aldı. Meryu’ydu. Taşlar küçüktü fakat sayıları ve ardı ardına
gelmeleriyle bir insanı öldürmeye yetecek kadar tehlikeli ve güçlü bir
saldırıydı. Şeytanınsa sadece sinirini bozmaya yarıyordu, yine de iyiydi. Yu Zao’ya
dövüşe katılması ve başka bir rüzgâr bıçağıyla saldırması için zaman tanımıştı.
“Gördüğüm diğer şeytanlara benzemiyor.” Şeytan rüzgâr bıçağından kurtulsa da taşlar vücudunda yaralar açtı. “Hiç konuşmuyor, hareketleri yavaş ve vücudu büyük. Goblinlerin yaratıcısının o olduğunu söyleyebilir miyim? Başka bir şeytanın olmamasını yeğlerim.”
Köprünün üstünde olduklarından Yu Zao yapacağı büyülere dikkat etmeliydi. Ağır bir büyü köprüyü yıkarak her birini sonunu göremedikleri çukura düşürebilirdi ve Meryu gibi küçük büyüler yaparak zaman harcayamayacak Yu Zao’nun elinde sadece Bacıyakalayan’ın rüzgâr büyüsü kalıyordu.
Ama büyü olsun ya da olmasın Yu Zao bir savaşçıydı. Kılıcı rakibe savurmadan önce ona kesinlikle ulaşabilmek için yanına sokulmayı amaçladı. Mızrağı itti ve ayaklarının arasından geçerek arkasında pozisyon aldı. Sadece dövüşe başlar başlamaz yaptığı ilk hareketle bile Yu aralarındaki farkın boyutu karşısında afallıyordu.
Hareketleri yumuşaktı, iri vücuduna rağmen dövüş meydanında tüy gibi süzülüyordu fakat indirdiği darbelerin ağırlığını hissetmemek mümkün değildi. Onunla dövüştüğü vakit hiçbir detaya dikkat etmese de şimdi daha iyi anlıyordu. Yu Zao yalnızca güçlü bir vücutla bir büyücü olarak doğduğu için şanslı değildi. Yeteneği gibi çabası ve deneyimi de belirgindi. Yu’nun aksine bahaneler aramak yerine cesaretini ortaya koyuyor ve erkek gibi dövüşüyordu.
“İsimlerimiz aynı ama o kadar farklıyız ki… Bir madalyonun iki yüzü gibi, bir onun yaptıklarına bir de benim yaptıklarıma bir bak. O bir kral olmak için doğmuş. O bir kahraman olmak için doğmuş.”
Yu Zao’nun yanında saf aldı ve onunla omuz omuza şeytana karşı dövüşürken adamın tüm meziyetlerini tekrar düşündü. Nazik, dürüst ve iyi kalpliydi. Onu örnek almalıydı. Yu Zao olmalıydı.
Ama o Yu Zao değil de Marak olmuştu, Altar olmuştu, Oğul olmuştu. Bu dünyaya geldiğinde önünde istediği ve saygıyı hak edeceği herhangi bir şey olmak için bir şans belirmişti ve Yu, Kızılşapel Katili olarak ona sunulan şansı tepmişti.
“Sanırım zamanı geri sardığımızda…” Şeytanın alev toplarından sıçrayarak kaçtı. “Yu Zao safında dövüşmek isteyeceğim. Rie’nin hangi safta yer aldığını görebilsem de gözlerim kimin iyi olduğunu söyleyebiliyor.”
Yu Zao’nun ruhu beyaz bir alev gibi yanıyordu. Bir kahramanın ruhuydu. Göreceği karanlıktan ötürü kendi ruhuna bakmaya korkuyordu fakat Yu Zao’nun ruhu, bu yeteneği aldığından beri gördüğü en güzel şeydi. Kıskançlığa engel olamıyordu.
“Biri daha geliyor!”
Bacıyakalayan’ın rüzgârları şeytanın alev hortumuna karşı her birini bir kubbenin içine aldı ve korudu.
Yu anlamamıştı. “Büyüden mi bahsettin?”
“Hayır!”
Bacıyakalayan, Yu Zao’nun onu savurmasıyla şeytanın mızrağına çarptı. Sonra tekrar savruldu, sonra tekrar. Yu Zao havaya sıçradı ve yere inmeden önce onu tekrar savurarak ardı ardına rüzgâr bıçakları gönderdi.
“Demek buradaydın!”
Bacıyakalayan’ın artık açıklama yapmasına gerek yoktu. Yu önünden geçen alevlerin izin verdiği kadarıyla kapıda beliren beyaz silueti gördü. Sahi, tamamen beyazdı. Çizmelerinden saçına dek bembeyazdı. Beyazlığını bozan tek şey kılıcıydı.
Kılıç ne beyaz ne de siyahtı. Ortamın rengini alan bir aynaydı.
Yu’nun dikkat ettiği ilk şey kılıcın kabzası olmuştu çünkü Andromedia’da Sabah Kılıcı hakkında görebildiği tek şey oydu. Beyaz giyimli şövalyenin ayna kılıcının kabzası da tamamen beyazdı lakin
Sabah Heykeli’nin üstünde yer alan kılıcın kabzasındaki korumalık altındandı. O, gerçek sabah şövalyesi değildi.
Zaten ruhuna baktığında da bunu görebiliyordu.
“İlgilenebilir misin?” diye sordu Yu Zao, Yu’ya. Yu başıyla onayladığında özendiği kral şeytanın son saldırısını da rüzgâr büyüsüyle karşıladı ve zıplayarak beyaz şövalyenin önüne geçti. “Ölürsün diye düşünmüştüm sahtekâr. Neden hâlâ yaşıyorsun? Neden hâlâ savaşıyorsun? Hizmet ettiğin sahte kralın da öldü, artık devam etmenin bir anlamı yok.”
“Ne olmuş yani!”
Yu’nun şeytanla dövüşürken başını çevirip de arkasındaki ikiliye bakacak hâli yoktu ama kılıçların birbirine doğrulduğunu hissedebiliyordu. Şeytanın mızrağına karşı kendini savunurken az önce ne kadar yıkıcı olabileceğine tanıklık ettiği ikinci bir dövüş başlamak üzereydi.
“Juel’in karısı hamile, kız ya da erkek doğurmasının önemi yok. Çocuk doğduğunda onun altında birleşecek ve savaşmaya devam edeceğiz!”
Beyaz bir ışık, Meryu’un fırlattığı taşların arkasından taht odasını kapladı ama çok geçmeden bir şeylerin parçalanma sesiyle döndü. Ne döndüğünü göremese de Yu Zao’nun işi bitireceğine olan güveni umursamayıp kendini şeytanla olan dövüşüne vermesine yeterliydi.
「Onu boş ver, sen yapabilecek misin?」
Şeytanın darbeleri kaldırabileceğinden daha ağır olduğu için Marak ile dövüşürken yaptığı gibi darbelerin altında kalmak yerine savuşturmayı ve önünden çekilmeyi stratejisi olarak belirledi. Kılıcının ani bir bilek hareketiyle elinden fırlamaması için mızrağın uçlarına dikkat etmeliydi.
Sürekli savunmada kalmamaya çalışıyor, sürekli saldıracak açıklıklar arıyordu. Meryu da elinden geldiğince onu destekliyor, aradaki boşluklardan az önce olduğu gibi toprak saldırıları yaparak Yu’ya destek oluyordu. Mümkünse şeytanı sadece kendi gücüyle yenmek istediği için henüz bir kart daha kullanmamıştı ama dövüş gereğinden fazla uzarsa karısına olabildiğince erken ulaşmak için ikinci kez düşünmeden kullanmaya hazırdı.
Üç dişli mızrağın uçları parladı ve alevler hortum gibi dönmeye başladı. Yu yeni saldırısı için ona doğru koşuyordu ki aniden durdu ve mızrağın ucundan dökülen alevlerden kaçmaya başladı.
“Meryu! Duvarlar!”
Demek istediğini anlatmakta kelimeleri yetersiz kalsa da Meryu mantığı çözmüş, hatta daha iyisini yapmak için hazırlanmıştı ama yapmadan önce Yu ona zaman kazandırmalıydı. Yani daha da hızlı koşmalı, şeytanın dikkatini tamamen üstünde toplamalıydı.
Mızrağın ucundan fışkıran alevlerden kaçmaya devam etti. İçinden gelen kuvvetli bir arzu Yu Zao’ya bakmak ve kılıçların şarkısını dinlemek istiyordu ama tüm dikkatini yalnızca şeytana vermezse önce kendisi, sonra da Meryu alevlerin hedefi olurdu.
“Geliyor!”
Mağara tavanından şeytanın üç katı boyutunda bir kaya parçası koparak mızrağıyla alev püskürten karanlık varlığın üzerine düştü. Yu’yu yakalamaya o kadar odaklanmıştı ki ancak çok geç olduğunda kayanın geldiğini fark edebilmişti.
Kaya şeytanı ezdi, köprüde bir delik açtı ve sonunu göremedikleri karanlık çukura doğru birlikte düştüler. Kayanın üstüne düşüşünden kurtulmuş olsa bile yere düştüğünde kesinlikle ölecekti.
“Kendi gücüm değildi.”
İyi bir başlangıç yaptığını düşünmüş, başkasına muhtaç kalarak bitirmişti. Son darbeyi vuran, tek başına düşmanı indiren olmamıştı. Tekrar, tekrar ve tekrar yetersizdi.
“Teşekkür ederim Meryu,” dedi kızın alnını öperek. “İyi ki bizimle gelmek için ısrarcı olmuşsun.”
Meryu’nun gururlu tebessümüne bakmadan Yu Zao’ya yürüdü. Beyazlı şövalye ile ölümüne mücadele ediyordu. Şövalyenin kılıcı bir ışık kaynağı olarak parlıyor, Bacıyakalayan ise rüzgârı kullanarak yaptığı hamlelerin kuvvetini arttırıyordu. Kılıç ve kral mükemmel bir uyum içindeydi.
“Bir başka dünyada düşman olsak da yardım etmek zorundayım.”
Meryu kelimelere gerek kalmadan niyetini anladı ve Yu, Yu Zao’nun yanına varırken az önceki büyüsüne başladı.
Beyazlı şövalye her geçen saniye Yu Zao’nun gittikçe ağırlaşan saldırılarının karşısında gücünü kaybediyordu. Açıkça görebiliyordu ki Vermia’da karşılaştığı adamdan farklıydı. Eğer o gün Yu Zao bugünkü gücünün yalnızca bir kısmını kullanmış olsaydı Yu Valarfin bir saniye bile dayanamazdı.
“Neden o gün bizi hemen öldürmemişti ki? Sadece az sonra ölecek üç kişinin gururunu düşündüğü için miydi?”
Utandırıcıydı. Ona hakaretler etmiş, kazanabileceğine inanmıştı. O dünyayı hiç yaşanmamış kıldığı için Keichi’ye defalarca kez teşekkür etmeliydi.
“Yu abi! Gitsene!”
Meryu’nun bağırmasıyla Yu kendine geldi. Yu Zao o kadar hızlı vuruyordu ki henüz ilk saldırıyı takip edip yorumlamaya çalışırken ikinci, hatta üçüncü saldırı geliyordu. Onlara ayak uydurabileceğine emin olmasa da aralarına atladı.
Kral gelen desteği hissetmişti. Beyaz şövalyenin arkasına sıçradı. Şövalye, Yu’yu gördüğünde Yu bir büyü taşı fırlattı fakat saldırısı boşa gitti.
“Yu!”
Bacıyakalayan’ın uyarısıydı. Yu Zao kılıcı savurdu ve uzunlamasına bir rüzgâr dalgası şövalyeyi ikiye ayırmak için köprünün üstünde ilerledi. Şövalye zıpladı, Yu kendini yere bırakıp birkaç metre kaydı. Ayağa kalktığında da dengesini hiç bozmadan koştu.
Beyaz şövalyenin kılıcı o kadar parlaktı ki tüm zindan onun ışığıyla aydınlanıyordu. Gün ışığı gibiydi, sıcaktı. Kılıcını tekrar havaya kaldırdı, Yu ve Yu Zao aynı anda saldırmıştı. Yu Zao’nun kılıcını savundu ve Yu’nun kılıcından eğilerek kaçındı. Yu ikinci kez saldırdığında bu sefer onu karşılamış ve Yu Zao’nun kılıcından başını geri çekerek kurtulmuştu.
“AR’ALK!”
Teni ısındı, gelen şey büyüktü ama sonra aralarına bir duvar girdi. Toprak duvar parçalandığında beyaz şövalyenin kılıcı Yu’nun yüzüne geliyordu. Yu ne olduğunu anlayamadan yana çekildi ve şövalye omzunu kesmek için gelen Bacıyakalayan’dan dönerek kurtuldu. Yu bu esnada bir boşluk bulduğunu düşünerek yumruk atmak istedi ama tam sol elini kaldırmışken Meryu bağırdı.
“GELİYOR!”
Az öncekinden çok daha büyük bir kaya parçası mağaranın tavanından koptu ve aynı yerde duran üç adamın üstüne hızla indi. Düşünmek ve harekete geçmek için zamanı kısıtlı olduğundan hayatını riske atmaya ve her şeyini zafere adamaya karar vermişti.
Yumruğunun amacını değiştirdi ve şövalyenin kılıcını yakalayıp çekti. Şövalyeyi kayanın alanında bırakırken kendisi kayanın hemen dışında kalmayı planlıyordu. Yu Zao ise çoktan kayanın altından çıkmıştı. Yu bir kalp atışı süresince onun ruhunun dalgalandığını gördü. Yu’nun çıkacağını düşünmüş ve çıkmadığını görünce korkmuştu.
Lakin beyaz şövalyenin de kendince bir planı vardı. Kılıcını geri çekmeyi denemek yerine kılıcı tutan Yu’un üstüne yüklendi ve onunla birlikte yere düşerek kayanın altından kurtuldu. Kaya köprünün büyük kısmını beraberinde götürüp çıkışla aralarına boşluk koyarken Yu ve şövalye boğuşarak köprünün kenarına değin yuvarlandı. Şövalye, Yu’nun üstündeydi.
Yu dizlerini geri çekti, ayaklarını şövalyenin karnına koydu, itti ve şövalyeyi başının üstünden geçirerek köprüden aşağı fırlattı.
Maalesef zaferlerine sevinmek için hiçbirinin fırsatı olmayacaktı. Şövalye düşmeden önce Yu’nun ayağını tutmayı başardı ve kendisiyle birlikte çekti.
Böylece birlikte, bir ateşin parladığı karanlık çukurun içine düştüler.
-------------------------
25.06.2023 – 21:19
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..