「LAN YU?!」
Beyaz şövalyenin elinden ayağını tekmeleyerek kurtardıktan sonra bir kez daha tekmeledi ve kendini duvara doğru itti. Sırtı duvara çarptığında yüzünü dönmek için ağırlığını kullandı ve pençesini duvara geçirdi.
Hız kesmeden inişi sadece iki saniye sürmüştü. Pençesini bastırdıkça duvarı oymuş ve en sonunda tutunabileceği bir boşluk elde etmişti. Havada asılı dururken aşağı baktı. Az önceki alev söndüğü için şövalyenin nereye düştüğünü göremiyordu ama tok bir sesin yükseldiğini duyabilmişti. İçinde şeytanın da şövalyenin de ölmediğine dair bir his vardı.
Onunla birlikte aşağı inmiş yedi varlığa baktı. Mavi ışıkları gözlerinin önündeki bir leke gibiydi. Yu sabit durduğunda onlar da sabitlenmiş ve hareket etmeden beklemeye başlamışlardı.
Ölümle burun buruna olmasına rağmen büyük bir nezaketle “Birileriniz, Meryu’yu Sivin’ya ulaştırmak için yukarı çıkabilir mi?” diye sordu. Yukarıya tırmanamayacağı için aşağı inmek zorundaydı ve Meryu onu beklerse çok zaman kaybedecekti. Hemen ilerlemesi ve Sivina’yı bulup sağlığından emin olması gerekiyordu. Daha sonra, aşağıda karşılaşacağı şeytan ve şövalyeyi öldürdüğünde ona yetişebilirdi.
Üç isimsiz yukarı çıkarken dördü onunla kaldı. Şarkı söyleyip yardımlarını tekrar talep etmek işe yarar mı merak etse de böyle bir yerde ağzını açası yoktu.
「Düşeceksin!」
Hem sesinde hem de titreyen ruhunda kılıcın tedirgin olduğunu görebiliyordu. Onda keder, açlık ve öfke görmüştü ama ilk kez korku görüyordu. Mutluydu, değer görüyordu.
“Endişelenmen beni mutlu etti,” diye itiraf etti. “Sana güvenebileceğimi biliyordum. Peki, beni aşağı indirmek için herhangi bir büyün var mı? Karımın koyduğu kuralları çiğnemeyecek bir büyü?”
Kılıcın ruhundaki titreme yavaşça azaldı ve sabit bir çizgiye dönüştü. Çekimser gözüküyordu, konuşmak istemiyordu. Utanmıştı.
「Zannetmiyorum.」
İçinden bir ses olduğunu fakat Sivina’nın kuralları sebebiyle kullanamayacağını söylüyordu. Öyleyse ikisi için de en iyisi kurallara uymak olacaktı. Yu kılıcına karşı samimiyet beslese de karısının sözüne kesinlikle itaat edecekti.
“YU ABİ! YU ABİ!”
Yukarıdan kızın sesini duyduğunda o da karşılık olarak “MERYU!” diye bağırdı. “BENİ DUYUYOR MUSUN?”
“ABİ!” Karşılık hemen gelmişti. “NEREDESİN!”
“SİVİNA’NIN YANINA GİT!” Meryu’nun gideceğine inanmasa da Bacıyakalayan rasyonel davranacak ve Sivina’yı kurtarmanın daha doğru bir tercih olduğunu bilecekti. “BEN BURADAN ÇIKMANIN BİR YOLUNU BULUP YETİŞECEĞİM! ZAMAN KAYBETMEYİN!”
Daha fazla konuşmak iki tarafı da işinden alıkoyacağından Yu Zao’nun da seslendiğini duysa da konuşmadı. Vakit eyleme geçme vaktiydi. Aşağı inmek için parmaklarını biraz gevşetti ki hemen yanından mağaranın tavanına bir alev topu yükseldi.
“İYİYİM! DEVAM EDİN!”
Parmakları açtığı deliklerden biraz ayrılınca tekrar aşağı düşmeye başladı. Pençesini duvara sürtüyor, tekrar yavaşlamak için içeri sokmayı deniyordu. Duvar yeterince aşındığında ve pençelerini yeni açılan deliklere soktuğunda yine durdu. Siyah kolunun göğsü ile birleştiği yer acıyordu. Aşağı inene dek biraz daha katlanmalıydı.
“Islak.” Zemine indiğinde ayakları suya batmıştı. Hiçbir şey yoktu, ne şeytanın ne şövalyenin ruhunu göremiyordu. “Öldükleri için mi? Ancak bu ihtimal ruhunu görmeme engel olabilirdi ama hayır, ışık gördüm. Maalesef ikisi de öyle kolay ölmüş olamaz.”
“Mana hissediyor musun?” diye sordu kılıcına. Onu o kadar sıkı tutuyordu ki parmaklarını başkasının açmasına imkân yoktu.
「Yakında, hayır. Hayattalarsa bizden uzaklaşmışlar.」
İsimlendirilmeyenlerin daha parlak olmasını isterdi. Gözlerinin karanlıkta görmesi de iş yapardı. Karanlıkta bir yere takılıp başını yere vurduktan sonra beyin kanaması geçirip ölmeyi istemediğinden adımlarını dikkatli atmaya çalışıyordu. Kılıcını önüne doğru uzattı ve bir değnek olarak kullanmaya başladı. Sadece düz bir alanda ilerliyordu.
Ses duymamak da kötüydü. Şövalyenin gerçekten ölmüş olabileceğini düşünürdü ama öyle olsaydı kendi kılıcının da manayı hissedebileceğine inanıyordu.
「Dikkat et.」
İnce bir ışık birkaç metre önünde gökyüzüne yükseldi. Sonra başka bir alev patlaması yine mağaranın tavanına dek çıktı. Yu yukarıdaki köprüyü görebilmiş, hatta Meryu’nun sesini dâhi duyabilmişti.
「İleride çukur var.」
Alev etrafı gösterdiğinde o da çukuru görebilmişti. Mağaranın duvarlarında kapılar vardı ve su çukura düşmeden önce çukuru çevreleyen çıkıntının önünde duruyordu. Alevler çıktığı gibi hızla söndüğünden fazlasını görememişti.
“Biraz yaklaşır mısınız?”
Dört ışık küresi Yu’nun çıkardığı dört karda yaklaştı. Bu hâldeyken kartların üstünde yazanları okumak için kendini zorlaması gerekiyordu ama yalnızca birkaç harfi çıkarması bile hangi kartın ne olduğunu anlamasına yeterdi.
Okumaya çalışırken önünden tekrar ışık yükseldi. Bu seferki daha uzun süreliydi ve rengi beyazdı. Çarpışma sesleri de ışığa eşlik ediyordu. Beyazdan sonra kırmızı ışık da çukurdan dışarı çıktı. İki ışık da kartlarda yazanları görmesini sağlayacak kadar parlaktı. Önemli gördüğü kartları sıraya dizdi ve cebine koydu.
“Pekâlâ, aşağı inip o ikisini öldürmem gerekiyor.”
「Emin misin? Şeytanı tek başına yenmen imkânsız, bir de yanında o krala rakip olacak seviyede bir adam var.」
Yu’nun cevabı “Tek başıma değilim,” oldu. “Hoş bir kılıcım var.”
Kılıçlar birkaç kez daha çarpıştı fakat çukurdan aşağı baktığında sesler kesilmiş, rakiplerden biri kaybolmuştu. Vücudu alevlerle kaplı şeytan çukurun ortasında birini arıyordu. Yu belirdiğinde başını yukarı kaldırdı ve gözlerini üstüne dikti. Hiç oyalanmadan alev topunu Yu’nun üstüne fırlattı, ilk topu takiben bir top daha, sonra bir top daha. Mesafenin uzaklığından ötürü kaçması kolay olmuştu fakat çukura inen merdivenlerden aşağı koşmaya başladığında indiği her basamakta alevlerden kurtulmak zorlaşıyordu.
「Biraz…」
Sabah Şövalyesi ismini kullanan taklitçiyi görmese de çukurun altında farklı kapılar olduğunu görünce sığınmak için onlardan birine girmiş olabileceğini anlayabiliyordu. Kılıcının ışığının çukurdan yükselişini görmüştü ve cesedi de burada olmadığına göre orada bir yerde bekleyecek, şeytanla arasında olacak dövüşü izleyecek ve yenerse arkasından saldırıp öldürecekti.
「...farklı hissettiriyorsun.」
Biraz canı yanacaktı fakat gelen alevlerden kurtulmanın en hızlı yolu olarak kalan merdivenlerden atlamaktan başka seçenek göremiyordu.
Adımını attığı basamağı bile yok edecek kadar güçlü son saldırıdan doğrudan merdivenden atlayarak kurtuldu ve indiği gibi dizlerinin acısını tüm bacaklarında hissetti. Yakınmadı, şeytanın diğer büyüsünü de atlatarak koşmaya başladı.
“Sivina büyüden kaçamayacağımı söylüyordu.” Şeytanın mızrağı yoktu, yakın dövüşte savunmasız yakalayabilirdi. “Ama şu anda iyi gittiğime inanıyorum.”
Rakibinin tüm vücudu alev içindeydi, beyaz saçları bile yanıyordu. Vücudu az önce olduğundan daha iriydi, teni daha parlaktı ve göz yuvalarının içi alevle dolmuştu. Iskaladığı her saldırıda öfkesi arttı ve alevleri ağzından, burnundan ve kulaklarından da dışarı taştı.
「Sağa koş.」
Komutu alır almaz adımlarının yönünü değiştirdi ve kıl payı farkla şeytanın bitmek tükenmek bilmeyen alev selinden kurtuldu.
Ama devam ediyordu. İki elini de açmış, geniş bir alana etki eden alevlerini hortumdan boşalırcasına Yu’ya fırlatıyordu. Vücuduna değdiği an sonunun ne olacağını bildiğinden her adımda hızını arttırsa da insan standartlarını aşamadığı için eninde sonunda yetersiz kalacaktı.
「İksiri iç.」
Bu kadar hızlı koştuğu son sefer Rolderhelm’de Kızılşapel Katili ile yüzleştikleri geceydi. Kucağında Yurine varken ölümden kaçmak adına koşmuştu, kucağında Sivina varken ölüme engel olmak adına koşmuştu. Şimdi de benzer bir amaçla koşuyordu ama bu seferki amacı sadece ölümden kurtulmak değildi. Bu sefer öldürmek için koşuyordu.
Sol elini belindeki ufak çantaya götürdü ve vücudunu güçlendirip sınırlarını aşmasına yardımcı olacak iksiri çıkardı. Diğer iksir kırıldığı için içeceği son iksir olacaktı.
Şansına şeytan alev saldırısını bıraktı ve Yu iksiri hızlıca içmek için zaman kazandı. O içerken ortamda şeytan haricinde bir ışık kaynağı daha belirdi, çukurun üstünü tamamen kapatıyordu. Devasa bir rün, çukurun içine alev toplarını yağmur gibi boşaltmaya başladı.
「Kartlarının arasında kullanabileceğin bir şey var mı?」
Vücudu ısınıyordu. Dövüşmeyi oyun olarak görmüyordu ama öyle hissettirdiği de doğruydu. Gökten düşen alev toplarından sırayla kaçmaya başladı. Ayakları ritimle dans ediyor, hızına karşı kendisi dâhi şaşırıyordu. Sivina ile birlikte vücudunu güçlendirmek için sürekli antrenman yapıyorlardı ama hızının bu raddeye ulaşabileceğini hiç düşünmezdi. İksirin etkisinden bile fazlası vardı.
Seviyordu. Dövüşmeyi seviyordu, tehlikede olmaktan hoşlanıyordu. Ölmek ya da öldürmek; her şey o kadar basitti ki karmaşaya alışmış zihni için bu ikilemin basitliği adeta yorucu bir iş günün ardından duşa girip sıcak suyun altında dinlenmek gibiydi. Burada yalnızca iki kişi vardı, yalnızca bir adam ve o adamın rakibi vardı.
「Hedefin ona yaklaşmak ve işini tek darbede bitirmek.」
Biliyordu. Şeytan kollarını açmış, cehenneme dönüştürdüğü havadan alev topları gönderirken transa geçmişti. Öldürmek için şu andan daha uygun bir an yoktu.
「Ama şu anda yaşamak için değil öldürmek için dövüşüyor, yani seni öldürmek adına tam anlamıyla her şeyi yapacak. Yaklaştığın an alevlerin kurbanı olacaksın.」
Gözünde şeytanın kendini patlatıp etrafına alev sıçrattığı bir senaryo belirdi. Kendisini patlatacak kadar ileri gideceğini düşünmese de onu öldürmek için kritik alana girdiğinde kaçamayacağı büyüler yapabilirdi.
“Alev Süvari!”
Şeytanın kendisi bir ışık kaynağı olmasaydı Yu kartı etrafı aydınlatmak için kullanacaktı ama şimdi savunmayı aşmak için kullanmak zorunda kalmıştı. Alev toplarından kaçmaya devam ederken başı olmayan, atıyla birlikte alevler içindeki bir şövalye kartın içinden çıktı ve şeytana doğru koşmaya başladı.
Ateş büyüsü ona etki etmiyordu, alevden pelerini dalgalanırken koltuğunun altında tuttuğu kargısını şeytanın göğsüne vurmak için yanan atını sürüyordu.
Süvarinin geldiğini gören şeytanın dikkati dağıldı, gökyüzündeki kırmızı rün bozuldu ve süvari vurmadan önce şeytan belinin hizasından halka şeklinde her yöne yayılan bir büyü gönderdi.
Kurtulmak amacıyla kendini yere atan Yu zarar görmese de süvari önce ortadan ikiye bölünmüş, manaya dönüşerek atıyla birlikte havaya karışmıştı.
「Işık söndü.」
Sönmüştü ama görebiliyordu. Karanlığa gömülmüş bir ruh, karanlığın içinde, karanlığı deliyordu. Mide bulandırıcıydı, kötülükten yapılmıştı. Hem kötü olmak için var olmuş bu varlığa hem de muhtemelen onunki gibi bir ruha sahip olduğu için kendine acıyordu.
「Dikkatli ol.」
Koştu, alev topları birkaç sefer daha etrafı aydınlattı, hepsi tam da Yu’nun olduğu yere gelse de Yu hepsinden kurtulmayı başardı.
“Anladım.”
Kılıcı havaya fırlattı, alev topları birkaç sefer havaya yükseldi. Şeytan, Yu’yu ayak seslerinden değil, kılıcın yaydığı manadan takip ettiği için kılıcın olduğu yere saldırıyordu. Kılıç elinde olduğu için şimdiye dek saldırıların hedefiydi ama havaya attığında bu sefer alev topları gökyüzüne yükseldi.
Şeytan dönen hileyi anladığında çok geçti. Yu pençesini etrafı aydınlatmak için alev alan şeytanın göğsüne soktu kalbini söküp ondan aldı. Ruhu dağılan yanan bedenin üstüne yığılmasına izin vermeden ölü cesedi hemen itip kılıcının düştüğü yere yürüdü.
「Hoş değildi.」
“Memnuniyetsizliğine hak veriyorum, özür dilerim ama iyi bir hamle olduğunu reddedebilir misin?”
Cevap almadı. Zafer için ne kadar hakkı olduğunu söyleyemiyordu. Sivina hem Marak’ı hem de Herict’i tek başına yenmişti. Yu Zao tüm düşmanlarını tek başına, hatta sayı üstünlüğüne rağmen yenmişti. Büyü dâhil edilmeseydi şüphesiz sahte şövalyeyi de öldürürdü.
O ise yenmek için hilelere başvurmalıydı. Böyle olsun istemiyordu, kart kullanmak, iksir kullanmak ya da kafasında konuşan bir kılıcın ona yardım etmesini istemiyordu. Ona muhtaçtı, yardım etmesinden memnundu ve bu yüzden onu kötülemiyordu. Zaten yanında tutmasının nedeni göremediği hamleleri görebiliyor ve söyleyebiliyor olmasıydı.
“Ama hâlâ hoş değil.”
-------------------------
26.06.2023 – 05:45
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..