Sarı, turuncu ve kırmızı yapraklardan ağaçlara tutunmayı
başaranlar da şiddetli yağmurun ve onu bile devirecek şiddette rüzgârın
etkisiyle dallarından kopuyordu. Üstünde kan vardı, yağmurla birlikte her
tarafına akıyordu. Karşılaştığı canavarların sayısı sürekli artıyor, sırtındaki
çocuk ağırlık yapıyor ve her geçen dakikanın ardından kendini daha yalnız, daha
izole hissediyordu.
Ormanda ondan, çocuktan ve arada sırada yollarına çıkan canavarlardan başka kimse yok gibiydi. Yağmur bulutları gökyüzünü kapattığı için saatin kaç olduğunu da söyleyemiyordu. Ne koştuğu süreden haberdardı ne de ne kadar ilerlediğinden. Birinin çıkıp ona sadece on dakikadır koştuğunu, gidecek çok yolunun olduğunu söyleyeceğinden korkuyordu.
Çamura batıp çıkmak onun için sorun değildi, ayağı da kaymıyordu ama ne zaman nefes almak istese karşısına bir canavarın çıkması, onu yenebilecek bir şövalye olmasına rağmen kendisini geriyordu. Arkasında bıraktığı kurt adamın ölmüş olması gerektiğine inansa da içindeki kötü his ve artan canavar sayısı sebebiyle nispeten daha güvenli olan güneye bir an önce dönmeliydi.
“Yine aynı his...”
Mana karanlığa bulanıyor ve kirletiliyordu. Uzun zamandır gelişmekte olan çekirdeği sayesinde ne zaman yakında bir canavar olsa aynı hisse kapılırdı. Bunu koşmaya başladığı andan itibaren aralıklarla yaşıyordu.
Varlığını sezdiği düşmanı da oradaydı. Uzun ince ayak parmaklarıyla bastığı yaprakları parçalayarak ağaçların arasında yürüyordu. Uzun ince vücudunun arkasında onu uçmaktan ziyade ağırlığıyla geriye çekiyormuş gibi gözüken iki büyük kanadı vardı. Yüzü de kanatlarıyla aynı renkte, uzun ve kemikliydi. Sivina’yı fark ettiği an bunu yapmak için doğmuş gibi gözlerini ona dikti ve ufak ağzındaki sivri dişlerini gösterdi.
“Bir yere kıpırdama.”
Sırtındaki çocuğu indirdi. İsmini sormayı hiç düşünmemişti. Çocuk ormandaki sayısız ağaçtan birinin dibine sığındı ve başını sallayarak Sivina’nın buyruğunu onayladı.
Bunu da diğerleri gibi hızlıca bitirecekti. Canavar kanatlarını çırparak koştu, yürürken yerdeki yaprakları havaya saçtı. Onu çocuğa yaklaştırmak istemediğinden Sivina da atağa kalktı ve eşit uzunluktaki bir mesafeyi koştuktan sonra ortada buluştular.
Buluşmaları fiziksel bir çarpışmayla sonuçlanmadı. Sivina canavardan önce davranarak kılıcını kaldırdı ama indirdiğinde yaratık çelikten uzaklaşmıştı. Sıradaki saldırıyı yine Sivina yaptı, sonrakini de. Saldırı üstüne saldırı yaparken canavar burada kimin avcı ve kimin av olduğunu kavradı.
Ne yazık ki kavraması çok uzun sürmüştü, kaçmaya çalıştı fakat Sivina arkasına atlayıp kanatlarından tutarak onu yere devirdi. Kılıcını ilk saplayışı canını almak için yetmediğinden bir kere daha sapladı. En sonunda tekrar ayağa kalkıp saldırmayacağından emin olmak için boğazını kesti ve onu kuşların, leşçi hayvanların, böceklerin ve muhtemelen diğer canavarların yemesi için ağaçların arasına terk etti.
Onun gibi birisi için böyle canavarları öldürmek, hatta tarım aletlerini alıp toplanan birkaç köylü için bile böylelerini öldürmek kolaydı. Şüphesiz bir vahşiliğe sahip olsalar da insanların baş edemeyeceği boyutta değildi ama daha küçük ve daha hızlı olan canavarlar sayı üstünlüğünü elde ettiğinde çocuğu korumak zorunda kaldığı için zorlanıyordu.
“Daha önce görmediğim bir tür.”
Canavar ya da yaratık olarak tanımladıkları canlılar şeytanların eserleriydi. Tanrıların insanları ve hayvanları yarattığı gibi şeytanlar da kendi kullarını yaratmış, tanrılara karşı besledikleri öfkenin tezahürü olarak da kullarının içine canlılara karşı bir nefret ekmişlerdi.
Erişebildiği kaynaklarca seviyesi henüz belirlenmemiş yeterli bir güce ulaşan herhangi bir şeytanın bir canavar yaratabileceği söylendiğinden yeni canavar türlerinin arada sırada ortaya çıkması mümkün görülüyordu.
Maceracılar yeni bir tür canavar keşfettiğinde onu loncaya taşıyarak tanınmasını ve incelenmesini sağlayarak yüklü miktarda paralar kazanabiliyordu.
Ama hem durumundan hem de Mora’da maceracı loncalarının pek zengin ve işlek olmamasından ötürü o aynı şanstan faydalanamayacaktı. Mora’nın loncaları genel olarak farklı ülkelerden büyük görevler için gelen maceracılara konaklama imkânı sunuyor ve genellikle yerel halkı ilgilendiren, maceracılıkla pek alakası olmayan ufak tefek işler veriyordu.
“Bir şeytan olmasa gerek, erimiyor. Her neyse.”
Koşması gereken çok yol vardı. Şu anki en büyük korkusu Yu’nun yola çıkmış olması ve birbirleri ile karşılaşmadan yollarına devam edecek olmalarıydı. Senkronize hareket etmeleri mümkün değildi ve birbirlerini ıskalamaları kaçınılmaz gözüküyordu.
“Kuzeye çıkarsa ve kurt adam hâlâ oradaysa ölecek.” Titredi. “Orada beklemeli miydim? Bunu da yapamazdım.”
Çocuğun önünde sırtını dönüp diz çöktü. “Hadi bin,” dedi taşımaya devam etmek için. Sırtında taşımak omzunda ya da kucağında taşımaktan daha kolaydı.
Çocuk bindiğinde insan eliyle kesildiği belli olan birkaç ağacın yanına varana dek hareket ettiler. Dinlenmeden koşmuş olmak onu yorduğu için hâlâ koşmak istemesine durup soluklanması gerekti. Kesilmiş ağacın üstüne çocuğu oturttu ve kendisi de yere oturarak bacaklarını uzattı. Alnından yola çıkan ter burnuna kadar süzülüyor ve yere damlıyordu.
“Birkaç dakika dinlenmek sorun olmaz sanırım. Hayatta kalmış olsa bile fark açmış olmalıyız.”
Çocuk artık ağlamıyordu. Ellerini dizlerinin üstünde birleştirmişti ve yağmurdan korunmak için çaba harcamadan ıslanıyordu. Sivina da yağmurun onu yıkamasını istemişti. Zaten yağmurdan kaçmanın pek bir yolu da yoktu.
“Benim adım Sivina,” dedi ve çocuğa sordu. “Senin adın ne?”
Çocuk yere bakıyordu. “Yok,” dedi.
“Anlamadım?”
Burnunu çekti. “Vaftiz olana dek adımız olmaz.”
“Peki ya seni ne diye çağırıyorlardı?”
“Caetus.”
Gelenekleriyle ilgilenmiyordu. Çocuğu konuşturmanın doğru olup olmadığına da emin değildi. Sahip olduğu herkesi kaybetmiş birine nasıl yaklaşması gerekiyordu?
Aslında çıktığı maceradan sonra cevabını biliyor olması lazımdı. Elhavende sevdiği herkesi geride bırakmıştı, Rolderhelm’de yola çıktığı tüm dostlarını kaybetmişti, Mora’da tanıştıkları da diğerleri hangi kaderi paylaştıysa aynı kaderi paylaşmıştı. Elinde kalan son şey Yu idi. Onu kaybettiği şeylerin yerine koymaya çalıştığı için bağlanmış olabilir miydi?
Doğru mantıkla düşünüyorsa çocuğa kaybettiklerinin yerine koyabileceği bir şey vermesi gerekiyordu. Böyle bir şey mümkün müydü acaba?
“O kurt adam da neyin nesiydi? Tapınaktakilere ne oldu?”
Çocuğun gözleri yaşarınca elini uzattı ama sonra yufka yürekliliğin yeri ve zamanı olmadığına karar kılarak geri çekti. Çocuğa sarılmak ve yüreğini sağlam tutmak için başını okşamak istese de zamanları yoktu.
“İt-”
“İt?”
Ellerini omzuna götürdü, konuşmak istemiyordu. Cevap alamadığı sürece Sivina’nın sinirlerinin gerildiğinin farkında değildi.
“İterlik.”
“O da ne?” diye üsteledi. “Bana anlatman gerekiyor. Ne olduğunu bilmeliyim.”
“Vaftiz için kurban ederiz. Her çocuk için çağrılır.” Sustu ama Sivina araya girmeyince devam etti. “Onu tutmaları gerekiyordu, benim öldürmemi istemişlerdi. Onu öldürdükten sonra kutsanarak Lunaryen olacaktım. Dünyayı daha iyi bir yer yapacağımı söylediler.”
“Ama tutamadılar…” Gücünün boyutu ne kadardı? “Sağ kalan başkaları var mı? Başka çocuklar? Başka tapınakçılar? O yaratığın gücünün boyutunu biliyor musun?”
“Tek çocuk bendim,” dedi çocuk. “Bir de küçük kardeşim vardı ama onu cadı olmak için Clermont’a gitti. Ben burada, o da orada büyüyecekti. Kaderimizde felaketle yüzleşmek vardı.”
Kahramanlar, felaketler, dünyanın sonunun tekrar ve tekrar gelip tekrar ve tekrar durdurulması. Tüm bu kehanet ve dünyanın sonu geliyor meseleleri yerel halk için daha fazla asker çıkarmaları ve vergi vermeleri anlamına geliyordu.
“Peki ya başkaları?” diye sordu Sivina.
“Donor vardı,” dedi çocuk. “Onu Yuzarsef’ten yardım istemesi için gönderdiler.”
Kahkahası o kadar kuvvetliydi ki başka canavarları çekeceğini düşündüğünden çocuğu tekrar sırtına alıp bulunduğu yeri terk etmek zorunda kaldı.
-------------------------
26.06.2023 – 12:13
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..