Sabahtan beri sızlayan eklemlerini ovuşturdu. Yağmur devam
ettikçe ağrının artması da cabasıydı. Gençken yağmur, kar ve soğuk ona etki
etmez, gönlünün istediğince yaşayabilirdi ama yaşlandıkça katlanan eklem
ağrıları ona artık on dokuz yaşında olmadığını, özlemini çektiği gibi
yaşayamayacağını hatırlatıyordu.
Yorganın altından çıkarken soğuk daha güçlü nüfuz etti ve titreyerek yataktan kalkarken düşen tansiyonu gözlerini kararttı. Belki daha yavaş hareket etmeyi denemeliydi.
“Sıhhatiniz yerinde mi hanımım?”
Bir buçuk metrelik kedi uyuduğu dolabın üstünden yere atladı ve dört ayağının üstüne indi. Ufak adımlarla bacaklarına dek gelerek başıyla okşadı, karşılığında da sarı tüylerinin okşanmasını bekledi.
“Her zamanki gibiyim,” dedi onu ödüllendirirken. “Bunun bir de kışı vardı, değil mi?”
“Neden güneye gitmiyoruz ki? Onun yüzünden mi? Takıntılarınız potansiyelinizin önüne geçiyor.”
“Hayır, alakası yok! Ondan nefret ediyorum, beni buraya bağladığı için. Yine de reddedemiyorum haklılığını.” Saçlarını bağlarken kedi iki ayağının üstüne kalkıp şömineyi beslemeye gidiyordu. “Yine de belki artık özgürümdür, gitmeyi düşünebilirim. Nereye gidelim? El’e mi inelim yoksa Brahatul’a mı göçelim?”
“Dalga geçmeyen lütfen!” Ateşi odunlarla besliyordu. “Ülkenin güneyine gitmek sizin için yeterli olur… Amanın, biraz daha kuzeyde yaşasak ne yapacaktınız acaba?”
Vücudunu ısıtmak için şömineye yaklaştı. Sıcaklık ağrıyan eklemlerini yumuşatırken Caligula üstünü örtebilmesi için bir hırka getirdi. Üşümemek için yeterli değildi ama elinde olanın en iyisiydi. Yaşlı bir kadın olduğuna tekrar lanet etti. Öyle bir şey varsa sonsuza dek genç kalan cadılardan olmak isterdi.
“Hem serbest kalmasından korkuyorum hem de yirmi yıldır burada yaşıyorum,” dedi cadı. Ormandan uzakta olduğu son seferde otuz yaşındaydı ve saçları yüzünden kalacak yer bulmakta zorluk çekiyordu. “Dışarıdaki dünyanın nasıl bir yer olduğunu unuttum. Hiç değişmediyse eğer benim için zor olacak. Değiştiyse de zor olacak. Bazen kendime son bir şarkı gelir mi diyorum ama hayır, kabul etmek istemesem de artık yaşlıyım. Hayatımın kalan yıllarını burada geçirmek zorunda hissediyorum kendimi. Belki de kendime verdiğim bir cezadır bu belki de-”
“Şereften yoksun o adamdan kopamamanızdır sebebi.”
“Onu öldürmek istiyorum dedim.”
Ormanda yaşamak istemiyordu. Rolderhelm’de olmak isterdi ya da memleketi olan Clermont’ta. Oradan on dört yaşında ayrılmıştı, üzerinden o kadar uzun zaman geçmişti ki geri döndüğünde bıraktığı şekilde bulamamaktan korkuyordu.
Yuzarsef onu kandırmasaydı geri döner miydi? Onun da ormanda olduğunu bildiğinden sürekli onu arıyordu fakat sadece birkaç defa karşılaşabilmiş, hepsinde de elinden kaçırmıştı. Gerçi karşılaştıkları son seferi tamamen bir başarısızlık olarak saymıyordu.
“Gerçekten mi?” Kedi kendini sallanan sandalyenin üstüne bıraktı. “Her şey için çok yaşlısınız. Tatil köyü gibi bir yerde başka yaşlılar ile kalan hayatınızı geçirmeniz sizin için huzurlu olacaktır. Canınız sıkılır da yapacak bir şeyler bulamazsanız kendinize bir çırak alırsınız. Aslında uzun yolcukları tercih etmem ama Büyücülük Akademisi hâlâ duruyorsa sizin için uygun olabilir. Hem sıcak, hem de halkı size değer gösterir.”
“İyi olabilir belki, uzun bir yolculuk için kendime güvenmesem de iyi olabilir. Belki bu kış bitince olabilir. Baharın başında yola çıkarız.”
Rolderhelm’in güneyinde Büyücülük Akademisinin yol açtığı krizlerden doları kar yağmıyordu. Hava yıl boyu sıcaktı ve soğuk gecelerde ısıtma sistemlerinin ormanın içindeki evine kıyasla daha iyi olacağına inanıyordu. Hem kemiklerine iyi gelecek bir şeyler bulabileceğine de emindi. Kışı atlatır atlatmaz göç edebilirdi.
Ama aklında tutmak için burada olmadığında meydana gelecekler vardı. Yuzarsef’ten nefret ediyor ama bir yandan da haklılığını kabul ediyordu.
“Ama neden ben? Bu insanları düşünmek zorunda olan neden benim ki? Birkaç kahraman çıkar elbet, belki Lunaryenler başarır.”
Şöminenin yanında birbirine sokulmuş hâlde uyuyan iki kedinin bitirdiği yemleri doldurdu, sularını değiştirdi ve ocağın içine birkaç dal parçası atarak ateş yaktı. Ardından yağan yağmurdan topladıkları su ile doldurdukları kazanı ocağın üstüne koyarak kaynamasını bekledi.
“Ne sıkıcı bir gün, dünün aynısı sanki…” diye yakındı yağmuru izleyen Caligula.
“Öyle mi diyorsun?”
Şöminenin alevleri titrerken ışık ahşap duvarlarda kıvırıyordu. Yağmur sesinde huzur bulmayı denese de her gün tekrar etmesi yüzünden onun için huzurlu bir olay olmaktan çıkmıştı. Güneş istiyordu, yaz mevsiminde yanan kumun üstünde yürümek istiyordu. Omuzları da biraz bronzlaşabilirdi.
“Huh?” Caligula huzursuzca mırladı. “Ne de ilginç bir gün, küre titriyor.”
Kaynamasını beklediği suyun başından ayrılarak vaşağın yanındaki pembe örtülü masanın üstünde duran falcı küresine döndü. Genellikle hayvanlar için alarm verirdi ama son günlerde canavarların sayısında artış olduğundan kolaçan etmekte fayda vardı.
Ellerini kürenin üstüne koydu ve gezdirerek bulanık görüntünün düzelmesini sağladı. Küreye aktardığı mana üç kilometrelik alana dairesel olarak yayılıyor, dünyada serbestçe dolaşan manaya temas edip küreye geri dönerek ona haber getiriyordu.
“Maceracı grubu mu gelmiş?” Caligula daha iyi görebilmek için eğildi. “Canavarlar için mi acaba? Yollarını kaybetmiş gibi ilerlemiyorlar, kendilerinden eminler. Sizin için mi?”
“Neden bizim için gelsinler ki?”
Varlığını bilenler Yuzarsef, Lunaryenler ve uzun yıllar önce yolu ormana düşmüş birkaç maceracıydı. Kimsenin onu arayacağını düşünmüyordu.
“İçgüdülerim öyle söylüyor,” dedi Caligula.
Göze ilk çarpan uzun boylu ve iri yapılı yakışıklı bir adamdı. Omzunda kan ve çamurla tamamen kaplanmış yaşlı bir adam taşıyordu. Bir şekilde tanıdık gözüken bir kılıç sol elindeydi ve yanında ergenliğini henüz aşmamış bir kız vardı.
“Buraya böyle gruplar gelir miydi?” diye mırıldandı kendi kendine. Ormanın bu kadar içinde yabancı görmeyeli çok zaman oluyordu. Dış kısımlara batıdaki şehir ve köylerden ormancılar geliyordu fakat hiçbiri ormanın içlerine ilerlemezdi.
Caligula gözlerini kıstı. “O kılıç Yuzarsef’in değil mi?”
“Ne?” Vaşağın fark ettiği bilgiyi doğrulamak için o da küreye sokuldu. “Kırmızı bir kabza, açık gözler, evet. Evet! Buraya mı geliyor?”
“Heyecanlanmayın hanımım, yanında Yuzarsef’i göremiyorum.” Pençesini kürenin üstüne koydu. “Ama o adam ay şövalyelerinin zırhından giyiyor.”
Kırmızıya boyanmış zırha baktı ve onlardan biri olduğunu gördü. Küreyi çevirip yüzünü görmeye çalıştı ama tanıdık bir sima değildi. Tabii tüm şövalyeler ile tanışmadığından bunu garipseyemezdi. Vaktinin çoğunu izole geçiren yaşlı bir kadının fazla tanıdığı olmazdı.
“Kötü bir niyetleri yok gibi. Lunaryen yaralı gözüküyor, ona şifa aradıklarına inanıyorum. Hem ay şövalyeleri hem de kılıç nerede yaşadığını bildiği için endişe edecek bir şey olmamalı.”
Dediği gibi, cadı avına çıkmış radikal bir grup olmadıkları sürece endişe edecek bir durum görmüyordu ama Yuzarsef’ten hoşlanmadığı için kılıcından da hoşlanmıyordu. Onları kullanıp sıkıcı günlerine biraz eğlence katmak, insan yüzü görmeden geçireceği koca bir kıştan önce iyi gelecekti.
Ellerini kürede gezdirdi, gezdirdi ve manayı toprağa aktardı.
-------------------------
27.06.2023 – 06:40
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..