Toran, kendisine verilen bölgeyi yayan bir şekilde yürüyerek dolanırken dün gece toplantıdan döndükten sonra İhtiyar Kim'in dedikleri zihninde yankılanmaya başladı.
“Arsenal'in Batısını sen tutacaksın, amigo. Kuzeyini ben ve torunum, güney ve doğruysa müttefiklerimiz tutacak. Amigo, sakın şu söyleyeceğimi unutma. Savaş başladıktan sonra hiçbir yer günveli değildir. Hava, kara veya deniz... hiçbir yer! Bu yüzden, insanların çoğunlukta olduğu yerlerden uzakdur. Daha kırsal veya nüfusun daha az olduğu yerlerde dolan. Zaten, onlar seni bulacaktır. Ve, emin ol seni bulduklarında etrafta kimsenin olmaması için dua edeceksin. Hayatta kal, amigo.”
Toran, sigarasıyla ciğerlerini doldurduğu dumanı ağzından ve burnundan verirken tek tük evlerin olduğu sokaklarda geziniyordu. Kimi zaman bir gölün yanından göçiyordu, kimi zamansa hiçbir çocuğun olmadığı bir parmakta birkaç dakika durarak etrafı gözetliyordu ama hiçbir şey bulamıyordu.
Sigarası bittikten izmariti işaret ve baş parmağının arasına alarak çöp tenekesine doğru attı. Ve, ellerini cebine sokarak etrafta aylak aylak yürümeye devam etti.
[İhtiyarın dediğini yapıyorum ama kimse gelmiyor? Yoksa, çoktan şerefsizler batı sınırını geçt imi? Sonuçta, beni bulamamış olmaları muhtemel. Ve, sırf beni bulmak için özel çaba sarf etmezler herhalde.]
Toran, kendisinin unutulduğuna kendini inandırarak kaldırımda yürümeye devam etti ama sert rüzgar akımlarının saçını savurmasına neden olunca biranlık tereddütle başını göğe doğru kaldırdı.
“Şansımı s*kim.”
Toran, bir helikopterin inanılmaz bir uğultuyla aşağıya doğru indiğini görünce hızla koşarak olay yerinden uzaklaşmaya başladı.
[Helikopter biraz abartı değil mi?]
Toran, sokağın ortasına konmaya çalışan helikopterden hızla kaçarken başının yanından sıyırarak birkaç saç telini kopartan yumrukla asıl neyden korkması gerektiğini anladı. Ve, ileriye doğru sıçrayarak belinden silahını çıkardı ve arkasını dönerek üç el kendisine yumruk sallayan herife ateş etti.
Adam, iki metre boyundaydı. Bedeni bir boksörünkine benziyordu, yumrukları güçlü ve tehlikeliydi.
Toran'sa silahını adama doğrultarak, “Demek benimle savaşmak için geldin,” dedi.
Adam, yumruklarını indirerek sırtını dikleştirdi ve başını sağa-sola sallayarak, “Hayır,” dedi.
“Sizinle savaşmaya gelmedim.”
“Ne?”
“Ben sadece bir haberciyim. Sizi, savaşacağınız kişinin yanına götürmek için görevlendirildi. Siz, apar topar kaçmaya başlayıncada sizi durdurmak için saldırıya geçtim.”
“Ne demek istiyorsun? Savaşmak için beni bir helikopterle almaya mı geldin? Bu bir turnuva mi savaş mı?”
Görevli, “Efendim,” dedi. “Lütfen, heliokoptere binin. Size, ayrıntıları yolda anlatacağım. Keza, zamanında varamazsak hükmen Batı Cephesi'ni kaybetmiş sayılacaksınız.”
Toran, ihtiyarın kendisine bir şeyleri eksik anlattığını düşünerek silahını indirdi ve helikoptere bindi. Helikopter havalanıp gök yüzünde hareket etmeye başlayınca görevlide sesini duyurmak için bağırarak savaşı anlatmaya başladı.
“Efendim! Sizi insanlar ölmesin diye savaşlar düellolar şeklinde yapılır. Fakat, buradaki 'düello'dan kastımız bir arenada göğüs göğüse gerçekleşen bir savaş değil. Daha çok, belirli bir alana savaşacak taraflar bırakılır ve bir birlerini öldürmeye çalışır. Bu sayede, cepheyi kimin kazandığı belli olur. Anlaşılan Bay Kim size neden kırsal bir yerlerde olmanız gerektiğini tam anlatmamış.
Aslına bakarsanız kırsal alanlarda durmanızın sebebi sivil insanların bizi görmemesini istememiz.
Eğer, görürlerse kendi güvenliğimizi için onları infaz etmek zorundayız. Bunu istemezdiniz değil mi, efendim?”
Toran, donuk bakışlarıyla görevliyi süzdükten sonra helikopterin camından tüm şehri kuş bakışı izlemeye başladı.
[Demek ihtiyarın 'hayatta kal' demesinin sebebi buymuş. Neyse, her türlü işin ucunda ölüm var zaten. Sadece, yapmam gereken düşmanımı öldürmek. Hepsi bu.]
Helikopter, limandan dört yüz mil açıklıktaki devasa gemiye indi. Ve, Toran görevliyle beraber helikopterden ayrılarak gemiye ayak bastıkları gibi bir düzine görevli Toran'ı karşıladı. Ve, hiçbir şey demeden apar topar merdivenlerden inerek güverteye ulaştılar. Ve, güvertenin zemini ikiye ayrılarak bir basamak gün yüzüne çıktı. Toran'ı basamağın üzerine koyduklarında basamak ağır ağır aşağıya inerken açılan zemin tekrar kapandı. Ve, Toran karanlığın içinde bir süre nereye gittiğini bilemeden aşağıya indi.
Basamak hareket etmeyi bıraktığında önünde sürgülü bir kapı açılmasıyla ortamın parlak ışığı gözlerini aldı. Gözlerini ışıktan korumak için sol elini gözlerine siper ederek içeri girdikten kısa bir süre sonra gözleri ortamın ışığına uyum sağladı ve etrafında yüzlerce farklı insanın bir birleriyle konuşup, eğlendiğini gördü.
Ortam, ortaçağ zamanlarındaki tavernaları anımsatıyordu. Etrafta yaşlı fahişeler geziniyor, insanlar zil zurna sahoş oluyor ve kavga ediyorlardı. Bazıları, tavernanın sessiz bir köşesine çekilmiş ortamı izlerken tek başına alkolünün keyfini çıkarıyordu. Bazılarıysa, barmenin karşısındaki sandalyelere oturmuş genç ve güzel barmene sarkıntılık ediyordu.
Toran, birkaç dakika şaşkın bakışlarıyla etrafı seyrederken ayakta öylece dikili durduğunu farkına vardı ve barmenin karşısındaki boş sandalyelerden birine oturarak, “Viski,” dedi. “Soğuk ve hafif olsun.”
Barmen, “Hayhay, bayım,” diyerek birkaç saniyede müşterisinin içkisini hazır edip, önüne koydu. Toran, içkisini yudumlamaya başladığında da, “Deep Bar'a hoşgeldiniz,” diye ekledi.
Toran, bardağı bar tezgahının üzerine koydu.
“Deep Bar?”
Genç barmen, “Evet efendim,” derken başıylada onayladı. “Burası Cephe Savaşları için gelen savaşçıların savaştan önceki tek günlerinde konakladıkları, ittifak kurdukları ve birbirlerini öldürdükleri bardır. Yani, meşhur ismiyle Deep Bar”
Toran, genç barmenin dedikleri karşısında merakı iştahlanmaya başlamıştı.
“Daha demin ittifak, konaklama ve birbirlerini öldürdükleri yer olduğunu söylediniz değil mi?”
“Evet, bayım.”
Toran, başını hafif öne eğerek bakışlarını ve sesini sertleştirdi. “Bana bunların n'olduğunu anlatmak ister misin?”
Barmen, yeni gelen müşterinin içeceğini bir çırpıda önüne koyduktan sonra tekrar Toran'a döndü.
“Efendim, bu konu hakkında size bilgi vermeyi çok isterdim lakin gördüğünüz gibi çok meşgulüm. Ama, eğer isterseniz neyin ne olduğunu açıkça anlatan kısa bir el yazma kitabı var. Onu size verebilirim.”
Toran, tek bir hamleyle bardağı dikleyerek viskisini bitiridi. “Çok güzel olur.”
“Tabii, önce parasını ödemeniz lazım. Tıpkı bu içtiğiniz içeceğin fiyatı gibi.”
Toran, elini cüzdanına attı ve, “Ne kadar?” diye sorunca barmen elini ağzına götürerke kısa süreli bir kahkaha attı.
“Efendim, kabalığımı mazur görün ama cidden hiçbir bilginiz yok gibi. Deep Bar'da paranın bir geçerliliği yoktur. Sadece ve sadece savaşlarda veya oyunlarda kazandığınız Deep Coin'ler geçerlidir. Veya, birini öldrerek kazandığınız Deep Coin'ler. Fakat, daha ilk günden birini öldürmek istemiyorsanız barda gerçekleşen irili ufaklı etkinliklere katılın.”
Toran, cüzdanını geri cebine koydu. “E, o zaman benim sıfır puanım mı var? Üstelik, puanları kazansam bile neyde saklayacağım?”
Barmen kız, tekrar birkaç bardak daha doldurdu ve bu sırada Toran'ın da bir bardağını yeniledi.
“Efendim, benim burda olma sebebim de bu zaten. Kaydınızı yapmak. O yüzden, meraklanmadan viskinizi için. Kaydı yaptığımız da 5.000 Deep Coin hesabınıza yatacak zaten.”
“Tamam o zaman. Hadi, şu kaydı yapalım.”
Barmen, tegahın altından bir tablet çıkardı ve birkaç yere imza attırdıktan sonra post cihazına benzer bir makineye bir kart soktu ve beş, sıfır, sıfır, sıfırı tuşladı. Ardından, kartı Toran'a verdi.
“Buyrun efendim kartınız bu. Ancak, lütfen kartınıza hakim olun. Çalmak isteyenler çıkacaktır.”
Toran, kartı elinde oynatırken, “Sana borcum ne kadardı?” diye sordu.
“Bu seferki, bizden bayım. Ama, bir dahakine içeceğiniz veya yiyeceğiniz herhangibi bir şey ve birazdan alacağınız kitap buna dahil değil.”
Toran, viskini keyifle yudumlayarak bitirirken barmende birkaç bardağı tazeledi.
“O zaman, şu kitabın fiyatını söyle bakalım barmen.”
“Choile,” dedi barmen. “Adım Choile bayım. Bana ismimle hitap ederseniz sevinirim. Ve, kitabın fiyatıda 4.000 Deep Coin.”
Toran, başını yana yatırarak, “Bu resmen soygun,” diye fikrini belirtti.
Choile'yse, “Öyle bayım,” diyerek itiraz etmeden kabul etti.
Toran kartı uzatarak, “Al çek bakalım,” dedi. Ve, Choile büyük bir memnuniyetle karddan parayı çektikten sonra kitabı Toran'a uzattı. Toran kitabı iki eliyle kavrayıp barmenin elinden tam alacakken barmen gözlerini adama dikerek, “İlerde sol da kimsenin uğramadığı bir kütüphane var,”dedi. “Eğer, herkesin içinde okursanız insanlar kitabı sizden almak için gruplanarak sizi öldüreceklerdir. Bu kitapta yazanlar sandığınızdan çok daha fazlası, Bay Toran.”
Toran, şaşkın bir ifadeyle kadına adını nerden bildiğini soracakken barmen diğer müşterileriyle konuşmaya başladı ve Toran'da bu konu üzerinde daha fazla durmayarak Choile'nin kendisine önerdiği kütüphaneye gitti.
[Böyle bir yerde bile kütüphane var demek, he. Tuhaf...]
Kütüphanenin bir köşesine geçtikten sonra kitabı açtı ve okumaya başladı fakat biryandan da etrafı gözetlemeye ara ara devam ediyordu.
[İttifak: Cephelerde savaşacak savaşçılar kendilerine yardım etmek için diğer insanlarla kendi aralarında belirledikleri koşullar karşılığında anlaşabilirler. Konaklama: Savaşçılar, Deep Bar'ın odalarında belirli ücretler karşılığında konaklayabilirler. Parası olmayanlarlda ücretsiz yatakhanelerde yatabilirler. Öldürme: Deep Bar'da bulunduğunuz süre boyunca herhangibi biri tarafından öldürülebilirsiniz. Eğer, ölürseniz cephenizi otomatik olarak sizi öldürene devrederiz. Cephe Savaşları sonucunda kendi kıtasını hükmeden Şampiyonlar gemiden ayrılabilir.]
Toran, ana başlıkların altlarında yazan kısa ve öz açıklamaları okuduktan sonra diğer bölümlerde mekanizmanın nasıl daha derinlemesine işlediğini öğrenmeye başladı. Ve, silahını hışımla belinden çekerek tavana doğru silahını hizzaladı.
Cırtlak ve sinsi bir ses, “Hehehe... Gözlerinde iyi görüyormuş,” diyerek iltifat etti. “Ya da, sadece sağ gözün mü demeliydim?”
“Gün yüzüne çıkacak mısın, yoksa kafana mermi mi yemek istersin?”
“Tamam, tamam. Böyle saldırgan bir tutum seyretme Toran.”
Toran, kaşlarını çatarak silahını daha sıkı kavradı. “Adımı nerden biliyorsun?”
Ahşap işlemeli tavanın yüzeyinde bir dalgalanma meydana gelerek yeşil cüppeli, sararmış uzun tırnakları olan, ağzında çürük birkaç diş kalmış yaşlı bir kadın pörtlek gözleriyle tavanda başaşağı asılı durur hâlde gün yüzüne çıktı.
“Bu aralar da çok fazla ihtiyar görmeye başladım.”
Yaşlı kadın, tavanda asılı durmaya devam ederken başını hafif sağ tarafa doğru yatırarak kikir
kikir gülmeye başladı. “Gerçekten içinde yatan potansiyeli göremiyorsun. Yazık... çok yazık. Oysa
Han senin hayalinle yanıp, tutuşuyordu.”
“Han...” sesinde hafif bir hırıltı hissedildi. “O, p*çi nereden tanıyorsun?”
Yaşlı kadın, tekrar kikir kikir gülmeye başladı. Başını sağa-sola doğru sallarken geri geri adımlar
atmaya başladı.
“Han'ın heyecanını arttıran sen, gerçekten de Han'ın söylediklerini haklı çıkarırsan anlatırım.
Hihihihi... Hadi, görüşürüz...”
Yaşlı kadın'ın görüntüsü dalgalanarak bu sefer de gözden kayboldu. Toran, bir süre etrafı
inceledikten sonra içindeki huzursuzluk yatıştı. Ve, bir dal sigara yakıp kitabını okumaya devam
etti.
Altı saat sonra...
Toran, tüm gün Deep Bar'ın yapısını anlamaya kafa yorduktan sonra kendisini gerçekten de çok yorgun hissediyordu fakat dinlenecek en ufak bir dakikası bile yoktu. Toran, kendisine denilen asansöre bindikten sonra yukarıya doğru çıkmaya başladı ve asansördeki tatlı müzik eşliğinde bir üst kata vardıktan sonra asansörün kapısı açıldı ve kör edici filaşlar arı ardına patlayarak Toran'ı biranlığına dipsiz bir karanlığa boğdu. Ve, kan-ter içinde yerinden fırlayarak ayağa kalktı.
“Ha?..”
Toran, şaşkın bakışlarla etrafına bakarken kensini yıkık bir harabenin içerisinde buldu. Harabe evin büyükçe bir odasında birkaç adım atarak etrafını izlerken sol kolunda önce bir titreşim sonra da mavi ışık süzmelerini fark etti. Korkuyla bir adım geriye atarak sol koluna n'olduğunu anlamaya çalışırken mavi ışık süzmeleri sipiral bir şekilde dönerek birleşti, somutlaştı. Ortaya, yüzünde en ufak duygu belirtisi göstermeyen asker üniformalı bir herifin belden yukarı kısmı belirmişti.
“Asker! Şuan da, savaş alanındasın. Etrafında gördüğün her şey birer silah. Bunlardan istediğini yapabilir veya etrafta gerçek silahlar arayabilirsin. Batı Cephesi'nde ölmesi gereken altı düşman var.
Bunların şuan ki, konumlarını saptayamıyoruz ancak sana güvenimiz tam asker. Çık ve bu savaşı kazan!”
Hologram biranda yok olmasıyla Toran Sol kolunun iç kısmında, bileğinin tam altına yerleştirilmiş koyu mavi renkte olan, karo şeklinde bir mücevherin bulunduğunu fark etti.
Mücevheri, ne kadar tutup yerinden çıkarmak istede bunu başaramadı. Ve, önce bulunduğu odayı sonra da apartmanı baştan aşağıya arayarak yeni ipuçları edinmeye çalıştı.
Birkaç saat sonra...
[Hiçbir şey normal ilerlemiyor. Gerçekten buraya nasıl geldiğim hakkında en ufak bir fikrim yok. Ancak, bazı şeylerden etrafı gezerek emin oldum. Burası, sanal bir dünya ve bu yüzden de burada ölen gerçekte ölemez. Lakin, dışarıdan birinin bu sanal düyada öldükten sonra kafana sıkması kulağa hiç de saçma gelmiyor.]
Toran sol bileğindeki mücevhere odaklandı ve mücevher parıldayarak gözleri önünde bir panel açtı.
[Buradaki her şey, ben de dahil, sanal olduğundan eşyalarımı bu mücevherin içine koyabiliyorum. Fakat, ne şanslıyım ki sadece birkaç parça kumaş, etil alkol ve sis bombası buldum. Ne kadar da şanslıyım. Koca apartmandan çıka çıka bunlar çıktı.]
Apartmanın giriş katından çıkarak geniş caddeyi boydan boya gözetleyerek karşşı taraftaki apartmana girdi. Ve, hızla o binayı da aramaya başladı. İlk iki katta yine bir şeyler bulamayınca Toran bir üst kata çıktı ve şans tanrısı yüzüne güldü. Ahşap sehbanın üzerinde dikdörtgen şeklinde siyah bir kutu vardı. Ve, kutunun içindeyse altın işlemeli yakışıklı bir pistol.
Toran, silahı eline alarak kısa bir kontrolden sonra şarjörüne baktı.
“Tam. Ama, başka şarjörüm yok.”
Silahı beline koyduktan sonra hızla kalan diğer katları ve odaları da inceledi ama işe yarar pek bir şey bulamadı. Havanın da kararmaya başlamasıyla odalardan birine girip, bir köşeye çömelerek dinlenmeye çalıştı.
[Ateş yakacak yakıt var ama yanıcı hiçbir materyalim yok. Üstelik, bir şekilde ateşi yakmayı başarsam bile bu resmen intihar olur. Düşmanlarıma nerede oldu-”
Toran'ın mücevheri titreşerek istemsizce sol kolunu hareket ettirdi. Toran, radar benzeri bir panel açarak çevresini gözetledi ve kırmızı bir noktanın kendisine doğru yaklaşmaya başladığını görünce belindeki silaha davranarak ayağa kalktı.
[Gecenin köründe aksiyon...]
İki eliyle silahını kavrayarak, kollarını gerginleştirdi ve ağır adımlarla ilerlerken düşmanın sinyallerine doğru ilerlemeye başladı. Toran, koridorun sonuna geldiğinde kırmızı nokta kendisine daha da hızlı yaklaşmaya başladı ve alt katta neler olduğuna bakmak için kafasını merdiven boşluğuna eğdiğinde bir mermi yanağını sıyırarak geçti.
Toran, acıyla kendisini geriye atarak merdivenlerden geri çıktı ve geldiği koridora dönerek merdivenleri çarprazlamasına gören bir odanın ağzına çömelerek düşmanını beklemeye başladı. Bu sırada, yanağındaki kan çenesinden aşağıya akara yere damladı.
[Her şey sanal ama acı gerçek. Bu nasıl oluyor?! Burada gerçekten bazı şeyler tuhaf.]
Merdivenlerden kara bir gölge ağır ağır yukarıya doğru çıkmaya başladığını fark eden Toran bir el ateş etti ve karaltı aşağı kata kaçtı. Fakat, Toran işin ucunu bırakmayarak hışımla ileriye atıldı ve envanterinden sis bombasını alarak pimini çekti ve aşağı kata fırlattı. Koridor ve merdiven dumanla kaplanmaya başlayınca Toran silahını beline koydu. Ve, merdivenlerin yanındaki pencereden aşağıya atladı. Son anda, bir alt kattaki pencerenin kenarından tutunca acıyla inledi lakit acıya direnerek kendisini bir alt katta buldu. Ve, pencereden içeriye girerek önce sağ tarafında kalan koridora baktı. Sonra da, merdiven basamaklarından hızla aşağıya inmeye başladı ve son anda solt arafında hareket eden bir karaltıyı kavrayarak düşmanın bedenini duvara çarptı.
Boğazını sıktığı kişinin sıcaklığını hissediyordu, sanki her şey gerçekti. Toran, hiçbir şey demeden silahını çıkardı ve düşmanın kafasına dayayarak bir el ateş etti. Düşmanın bedeni canlılık belirtileri göstermediğinden emin olmasına rağmen üzerindeki eşyaları aramak için pencerenin kenarına çekti, ay ışığından yararlanmak istiyordu.
Toran, düşmanını pencerenin kenarına çektiğinde on altı- on yedi yaşlarında genç bir kızı öldürdüğünü fark etmişti. Altında mini kotu, üzerinde yıpranmış tişörtü, yanaklarında asılı kalmış göz yaşları ve kafasına giren bir mermi...
Toran, sanki böcek ezmiş gibi umursamaz bir tavırla kızın üstünü aramaya başladığı sırada kızın bileğindeki mücevher bileğinden çıkarak yere düştü. Mücevherin yere düşerken çıkardığı sesle irkilen Toran mücevheri eline aldı ve kızın envanterindeki tüm eşyalar tek bir panelde Toran'a gösterildi.
[Birkaç sargi bezi, mermisiz bir silah ve... Lanet olsun! Saçma sapan çöpler dışında hiçbir şeyi yok. Öylece, taş toplayıp durmuş sadece. Kendini bunlarla mı koruyacaktı?]
Toran, kızın acınası bir durumda olduğunu envanterine bakarak çoktan anlamıştı ve eğer peşine düşmese kızın da asla kendisin öldüremeyeceğini... Tabii, genç bir kızı öldürmek normal bir insan için üzücü bir durumdu ama normal bir insan için...
Toran, kızın bedenini öylece yerde bırakarak binanın arka taraftaki penceresinden dışarıya çıkarak tek katlı müstakil bir evin penceresinden içeriye girdi. Evin içi dayalı döşeli eşyalarla doluydu ve her yer tertemizdi. Sanki, burada birileri yaşamış gibi...
Toran, girdiği pencerenin ufak bir mutfağın penceresi olduğunu kısa sürede anladıktan sonra duvardaki anahtara parmak uçlarıyla dokundu ve mutfağın ışığı yandı. Gözleri sarı renkteki mutfak ışığıyla kamaşınca tekrar ışığı kapattı.
[En iyisi kapalı dursun. Zaten, ay ışığı mutfağın içerisini büyük ölçüde arttırıyor.]
Diliyle dudaklarını ıslatırken karını guruldamaya başladı ve elin midesine götürerek, “Şu buzdolabında yiyecek bir şeyler arasam çok iyi olacak,” diye kendi kendine söylendi.
Buz dolabının kapağını açtığında buz dolabının mavi ışığı yüzünü aydınlatarak içerisinde bulunan lezzetleri önüne serdi.
“Salam, peynir, salatalık, bırokoli... Pek lezzetli olmayacak ama beni tok tutar.”
Saydığı malzemeleri dolaptan çıkardıktan sınra murfak çekemecesinden aldığı bıçakla malzemeleri güzelce dilimledi. Ardından, ekmek çekmecesinden bir ekmek aldı, taze bir ekmekti.
Malzemeleri ekmeğin içine tıkıştırdıktan sonra afiyetle yemeye başladı.
Ekmek arasını bitirdikten sonra susuzluğunu gidermek için tegahın üzerindeki su bardağını aldı ve musluğa doğru götürecekken biran duraksayarak kaşlarını çattı. Bardağı pencereye doğru uzatarak şüphelerine bir yanı vermek istedi. Ve, bardağın kenarından akan bir süt damlası Toran'a cevabını verdi.
[Burada birisi var. Kesinlikle birisi var. Ama, nerede?]
Toran, silahını çıkararak mutfağın karşısındaki iki odanın kapılarının tam ortasına geçerek önce sola sonra sağa baktı ve ardında sağ kapıdan içeriye girerek odanın ışığını açtı. Ve, yatakta yatan on üç yaşlarında bir erkek çocuğu gözlerini kamaştırarak yatağından kalktı ve Toran'ı karşısında görünce gözleri adamın kolundaki mücevhere takıldı.
“Oyuncu! Oyuncu!..”
Çocuk, “Oyuncu!” diye bağırışmaya devam edince yan odada uyuyan ebeveynleride soluk soluğa kendilerine çocuklarının odalarına attılar. Ve, tanımadıkları tek gözlü birini evlatların odasında görünce evin babası eşinin önüne geçerek Toran'a doğru yumruğunu kaldırdı ancak alnına dayanan namluyla o da olduğu yere çömelerek kala kaldı.
“Siz!.. Siz ne siniz böyle?” birkaç saniyede bileklerine baktı. “Neden mücevherleriniz yok. Ve, siz... bir aile misiniz? Burada normal insanlarda mı var? Ama, nasıl?!”
Evin babası yutkunarak Toran'la göz kontağı kurdu ve biran olsun gözlerini adamın gözlerinden kaçırmadı.
“Biz burada yaşayan yerel halkız. Amacımız, ölen oyuncuları savaşın gerçekleştirdiği yerden temizlemek.” gözü biran Toran'ın mücevherine kaydı. “Ve, anlaşılan siz de birini öldürmüşsünüz.”
“Bunu nasıl biliyorsun?”
“Oyuncular, başka bir oyuncuyu öldürdüğünde mücevherleri yavaş yavaş kırmızıya doğru döner. Ve, en sonunda tamamıyla kan kırmızısına döndüğünde gece gündüz, yedi gün yirmi dört saat düşmanlarına mücevheri konumunu bildirir. Eğer, bir kişiyi daha öldürürseniz mücevheriniz turuncuya dönecek ve sadece geceleri değil, gündüzleride bir düşmanınıza belirli bir ölçekden fazla yaklaşırsanız sinyal gönderilecek.”
Toran, silahının horozunu kaldırarak adamın korku dolu bakışlarının içine daldı.
“Anlıyorum. Demek ki, bunun evreleri var. Sen, bana bunları bir güzel anlat bakayım. Sonra da, sizle ilgili bir karara varacağım.”
MERHABA HAN! adlı bölümden önceki bölümü okumayanlar lütfen okusun. Nıvel'in ilerleyen bölümlerinde tekrar karşınıza çıkacak. Neyse, bir sonraki bölümde görüşmek dileğiyle...
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..