Bölüm 7: Ormandaki Yüzleşme

avatar
263 0

Tutulma - Bölüm 7: Ormandaki Yüzleşme


Lun ve Mika, ayağından okla yaralanmış atları ile süratle ilerliyordu. Lun önde atı sürmekle meşgulken Mika, arkalarından gelen birileri var mı diye kontrol ediyordu. 

 

Atları yaralı olduğundan dolayı normalden daha yavaş koşuyordu. Bu nedenle Mika atları yakalayıp peşlerinden gelseydiler haydutların şimdiye onlara yetişebileceklerini düşünmüştü ama hala gelen giden olmadığını görünce biraz rahatladı ve arkalarını gözlemeyi bırakıp kafasını öne çevirdi. 

 

“Kimse gelmiyor gibi görünüyor.” 

 

Lun, Mikanın sözleri üzerine başını arkaya çevirerek bir kez de kendi kontrol etti.  

 

“Haha! Anlaşılan onları iyi dağıtmışız. Toparlanıp peşimizden bile gelemediler.” 

 

Mika, Lun’un neşeli tavrıyla biraz da olsa rahatlamıştı. 

 

“Öyle görünüyor.” 

 

Ardından at sırtında ne kadar rahatsız bir pozisyonda durduğunu fark ederek biraz daha ileriye kayıp Lun’a yaklaştı. 

 

“Daha önce ata binmiş miydin?” 

 

“Heh?” 

 

Mika aniden gelen soruya karşılık şaşırmıştı. 

 

“Daha önce diyorum ata binmiş miydin? Hiç ilk seferin gibi durmuyor da.” 

 

“Sürmekte iyi olduğum söylenemez ama evet ilk seferim değil. Küçükken biraz ders almıştım... Pael’den.” 

 

Mika bir süre sessiz kaldı. Odağını değiştirmeden ileriye, Lun’un sırtına doğru bakmaya devam etti. Ardından kafasını hafifçe iki yana salladı ve kendine geldi. 

 

“Peki sen? Baya iyi sürüyor gibisin.” 

 

“Geldiğimi söylediğim ada. Orada öğrenmiştim. Daha doğrusu Ami abla öğretmişti. Kendi çabamla, her gün kafamı kırmaya daha çok yaklaşmaktan öteye gidebildiğim söylenemez.” 

 

Bu sözler ikisinin bir nebze de olsa gülümsemesine yol açsa da Mika’nın gülümsemesi içine doğa ani bir histen dolayı yerini endişe dolu bir ifadeye bıraktı. Hızla başını arkaya çevirerek peşlerinden gelen var mı diye kontrol etti. Her ne kadar kimse görünmese de o birilerinin geldiğini çok iyi biliyordu. 

 

Bu daha önce de çok defa olmuştu. Açıklayamadığı yeteneklerinden biriydi işte. Tekrar Lun’a döndü. 

 

“Geliyorlar.” 

 

“Ne? Geliyorlar mı?” 

 

Lun beklemediği bu söz karşısında başını arkaya çevirdi ama kimseyi görememişti. 

 

“Ama kimse yok.” 

 

Mika bu tepkiyi tamamen beklese de kendini ona inandırmak için ne yapması gerektiğini bildiği söylenemezdi. Saki olsa ona inanırdı. Onunla çıktıkları avlar boyunca çok kez böyle şeyler yapmıştı ama şimdi Lun’u ikna etmesi gerekiyordu hem de çabuk olmalıydı. 

 

“Biliyorum ama bana güvenmelisin. Açıklayacak vakit yok. Peşimizdeler.” 

 

Lun bir süre tereddütte kalsa da Mika’nın yüzündeki ifade onu ikna etmeye yetmişti. 

 

“Peki o zaman ne yapacağız?” 

 

Mika ikna konuşmasına devam etmek üzereyken Lun’un hızlıca ikna olduğunu görmesiyle biraz şaşırsa da bunu sorgulayacak vakti yoktu. 

 

“Atla devam etmek işe yarama, eninde sonunda yakalanırız. Hazır bizi görmüyorlarken inmemiz en iyisi olur. Ormana girelim, orada bizi yürüyerek takip etmek zorunda kalırlar.” 

 

Lun planı biraz düşündükten sonra mantıklı olduğuna kanaat getirerek atı durdurmaya yeltendi ama Mika engel oldu. 

 

“Dur! Tam durdurma. Sadece yavaşla ve yolun kenarına yaklaş. Durursak izlerden anlarlar. Atlamamız daha mantıklı.” 

 

Bunu duyan Lun, Mika’nın dediklerine uyarak yavaşladı ve ağaçlara yaklaşmaya başladı. 

 

“O zaman üç deyince. Bir, iki, atla!”  

 

İkisi birden atın üzerinden atlarken Lun son bir kez atın yularını şaklatarak hızlanmasını ve ilerlemeye devam etmesini sağlamayı ihmal etmemişti. 

 

İkisi de yere sağlam bir şekilde indikten sonra Mika atın arkasından baktı. 

 

“Umarım bize yeterli zamanı kazandıracak kadar koşmaya devam edersin.” 

 

“Umalım da öyle olsun. Hadi durmanın vakti değil koş.” 

 

Böylece tüm güçleriyle ormanın derinliklerine doğru koşmaya başlayan Maki ve Lun ağaçların arasında görülürden kayboldu. 

 

Bir iki dakika sonra, ikilinin ormana girdiği yerin gerisinden at sesleri gelmeye başlamıştı. Biri beyaz olmak üzere dört tüm süratleriyle koşuyordu. Bu atlılar tabii ki Pael ve adamlarından başkası değildi. Patronlarının tek başına gittiğini gören haydutlardan bazıları sakinleştirmeyi başardıkları atlarla onun peşine takılmış ve kovalamacaya ortak olmuştu.  

 

Pael ve adamları, Lun ve Mika’nın atladığı yeri geçerek ilerlemeye devam etti. Bir süre daha at sürdükten sonra ufukta yalnız bir at görmesiyle Pael’in kaşları çatılmıştı. Atın yanına geldiklerinde durdular. Pael’in ilk aklına gelen şey ormana girdikleri olmuştu ama attan inip yerde iz aramaya çalışsa da çabaları nafileydi, dört adamın hiç biri herhangi bir iz bulamamıştı. 

 

En sonunda öfkeyle ellerini yumruk yaparak sıkmaya başladı. Öyle bir sıkıyordu ki tırnakları elini kanatmaya başlamıştı. Ardından dişlerini gıcırdatarak “Atlamışlar.” dedi. Bunu gören adamları patronlarının öfkesinden korktuklarından bir şey diyemeseler de adamlardan biri son anda aklına gelen bir şeyi söylemek için cesaretin toplayarak ileri çıktı. 

 

“Efendim yolda gelirken dikkatimi izlerin ağaçlara yaklaştığı bir yer çekmişti. Orada atlamış olabileceklerini düşünüyorum.” 

 

Pael kendini toplayarak adama döndü. 

 

“Ne kadar geride?” 

 

Patronunun ilgisini çektiğini anlayınca sevinen adam devam etti. 

 

“Çok geride değil efendim.” 

 

Pael hızlıca atına binerken “Gidiyoruz.” diyerek geldikleri yoldan geriye doğru izleri takip etmeye başladı. Bir iki dakika kadar sonra gerçekten de izlerin bir noktada ormana yaklaştığını fark ederek yavaşladı ve adamlarına döndü. 

 

“Arayın. Çabuk.” 

 

Adamlar hızla bölgeye dağılarak ormana giriş izleri aramaya başladılar. Bulmaları pek de uzun sürmemişti. Belli ki çok hızlı koştuklarından arkalarında iz bırakmamaya özen göstermemişlerdi. 

 

“Patron burası!” 

 

İzleri bulan haydut eliyle işaret yaparak Pael’e haber verdi. Pael atıyla birlikte izlerin olduğu yere geldiğinde düşünceli gibi görünüyordu. Bir atı buldukları bir de köyün olduğu tarafa baktı. ‘Bizi nasıl bu kadar erken fark etmiş olabilirler?’ Kafasını bu soru kurcalıyordu. Kısaca bir düşünüldüğünde ikilinin çok erken atlamış olduğu barizdi ama onları nasıl fark etmiştiler? Pael bunu düşünürken aklına gelen bir şeyle ağzından çıkan isme engel olamadı. 

 

“Mika!” 

 

Mika çocukluğundan beri onun dahi anlamadığı bir yeteneğe sahipti ve onu küçükken eğiten kişi Pael olduğundan bu yeteneği en iyi bilen kişi de oydu. Bunun üzerine bir süre daha düşündükten sonra yanındaki üç adama baktı ve atından indi. Adamlar da atlarından inmek üzereyken eliyle onları durdurdu.  

 

“Siz burada bekleyin. Ben tek gidiyorum.” 

 

İzlerin başladığı yerin önüne gelerek iki elini yana saldı ve derin bir nefes alırken ellerini yukarı kaldırdı. Ardından ellerini ortada birleştirip nefesini verdi. Bunu yaptığında görünürde bir değişiklik olmasa da haydutlar Pael gözlerinin önünde olmasına rağmen onu hissetmekte zorlandıklarını fark ettiler. Bu durum onlar için de nadir olan bir şeydi. Patronları işler ciddiye binmeden ne olduğuna anlam veremedikleri bu teknikleri kullanmazdı. 

 

Küçük ritüelini tamamlamasının ardından Pael normalden çok daha yüksek bir hızda ormanın içine doğru fırlayarak görüşlerinden çıktı. Haydutlar buna kaç kez şahit olurlarsa olsunlar her gördüklerinde şaşırmadan edemiyorlardı çünkü Pael, çok hızlı hareket etmesine rağmen ardında çok az iz bırakıyordu. 

 

 

Lun ve Mika yaklaşık yarım saattir ormanın içerisinde ilerliyordu. İlk başlarda yakalanmamak için hızlı ve dikkatsizce ilerleseler de sonraları Mika’nın liderliğinde daha yavaş ve dikkatli, iz bırakmamaya özen göstererek ilerlemişlerdi. Sonuçta burası Mika’nın ormanı sayılırdı. Yıllardır burada avlanmaya çalışıyordu. Bu ormanı ondan iyi bilen kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu ve bunlardan birisi Pael değildi.  

 

Mika önde yol gösterirken Lun arkadan onu takip ediyordu. Ormana girdiklerinden beri pek konuştukları söylenemezdi. Mika kaçabilmeleri için en uygun yolu bulmaya çalışmakla meşguldü. Bu nedenle konuşamıyordu ama yarım saatin sonunda, uzun süredir birilerini hissetmemesi sonucunda biraz rahatlamıştı. Bu nedenle sonunda bu sessizliği bozmaya karar verdi. 

 

“Bayadır birini hissetmiyorum. Sanırım bu sefer gerçekten onları atlattık.” 

 

“Sen öyle diyorsan.” 

 

Mika kafasını arkaya çevirerek Lun’a baktı. 

 

“Dalga mı geçiyorsun sen?” 

 

“Yok canım ne alakası var.” 

 

Bir yandan ilerlerken, bir yandan konuşmaya devam ediyorlardı. 

 

“Bak saçma geldiğini biliyorum ama hissedebiliyorum...” 

 

“Ya tamam, inanıyorum dedim ya. İnanmasam niye attan atlayayım hem?” 

 

“Eeee... o zaman niye dalga geçiyorsun?” 

 

“Sadece en son kurtulduk dediğinde giden bir attan atlamak zorunda kaldığımızı hatırladım.” 

 

Lun bunları derken alaycı bir gülümsemeyle Mika’ya bakmayı ihmal etmemişti. Lun’un suratını gören Mika, kaşlarını çatarak önüne döndü ve yürümeye devam etti. Ardından önüne dönük şekilde konuşmaya devam etti. 

 

“Çok çabuk ikna oldun.” 

 

“Huh?” 

 

“Yani alay etsen de diyorum, attayken dediklerime çok çabuk ikna olmuştun.” 

 

“Eh büyülü şeyler yapabilen tanıdığım tek insan olmadığını söylemiştim.” 

 

Mika tekrar arkasına döndü. 

 

“Nasıl yani bunu yapabilen birini tanıyor musun? Yoksa, yine mi...” 

 

“Evet doğru bildin, Ami abla. Sana demiştim. O hayatımda tanıdığım, açık ara en güçlü kişi. Beni gözleri bağlı bile pataklayabiliyordu.” 

 

“Seni bir daha pataklamaması için ona doğru hitap etmelisin.” 

 

Lun ne demek istediğini anlamadığından Mika’ya baktı. 

 

“Nasıl yani.” 

 

“İnsan dedin.” 

 

Lun ne olduğunu anlayınca hafifçe kaşlarını çattı. 

 

“Ahh! Ne önemi var? Anlaşılıyor işte.” 

 

“Değil mi? İnsan, iblis veya kendisine her ne şekilde seslenilmesini istiyorsa, ne önemi var?” 


Mika’nın oltasına geldiğini anlayan Lun durumu kurtarmak için panikle bir şeyler söylemeye başladı. 

 

“Hayır ama aynı şeyler değil eee... Oradaki durum farklıydı bir kere. Hem...” 

 

Bir şeyler anlatmaya çalışırken tekrar Mika’ya bakmasıyla yüzünde, az önce kendi takındığı alaycı gülümsemeyi gördü. 

 

“Neyse ne işte.” 

 

Lun’un yenilmiş ses tonunu duyan Mika, istediğini almış olacak ki tekrar önüne dönerek yürümeye devam etti. Lun ise az önceki laf dalaşının hezimetiyle başını öne eğmiş vaziyette Mika’yı takip etmeye devam ediyordu. Bir süre böyle yürüdükten sonra ağzını açıp bir şey söylemek üzereyken bir şeye çarpmak üzere olduğunu fark ederek durdu. Kafasını kaldırdığında karşısında Mika’nın sırtından başka bir şey durmuyordu. 

 

“Neden dur...” 

 

Daha cümlesini tamamlayamadan Mika hızla arkasını dönerek üstüne atıldı. 

 

“Yat!” 

 

Lun, Mika’yla birlikte yere düşerken hızla üstlerinden geçen kılıcı fark etmişti.  

 

Pael ağaçlarına arasından inanılmaz bir hızla çıkıp Lun’u tek hamlede alt etmeyi denese de araya Mika’nın atlamasıyla yavaşlamak zorunda kalmış ve bu yüzden ıskalamıştı.  

 

Mika, Lun’u yere yatırıp saldırıyı atlattıktan sonra hızlıca kalktı. Yerdeki Lun’la, Pael’in arasında kalmaya çalışarak ona engel olmaya çalışıyordu ama Pael onun için fazla hızlıydı. Ani bir hareketle onu şaşırtarak bir açık bulmuş ve kılıcını Lun’a doğru sallamıştı.  

 

Lun ilk başta ne olduğuna anlam veremese de bir anda üzerine gelen kılıcı fark edince içgüdüsel olarak olduğu yerden geri takla atarak doğruldu ve yaşananlar sırasında yere düşen mızrağını geri alarak Mika’yı geçmeye çalışan Pael’e doğrulttu. Bu sırada hâlâ Pael’e engel olmaya çalışan Mika, bağırarak Lun’a seslendi. 

 

“Hayır, savaşmanın anlamı yok. Ben onu oyalayacağım, sen kaçmaya bak. En azından birimizin kurtulması lazım.” 

 

“Onu oyalamak mı? Şu an seni geçmemesinin tek nedeni benim burada duruyor olmam.” 

 

Pael, Lun’un söylediklerini duyunca şaşırmıştı. Pozisyonunu bozdu ve kılıcını aşağı indirdi. 

 

“Hah! Sende iş var çocuk. Hâlâ teslim olma şansın var. Yaşayacağını garanti edemem ama eğer teslim olmazsan maalesef burası senin sonun olacak.” 

 

“Nerenin son olduğuna ben karar veririm. Ayrıca beni fazla küçük görmüyor musun?” 

 

Lun sözlerinden sonra hızlıca mızrağını Pael’e doğru sapladı ama Pael beklediğinden daha hızlıydı. Gelen mızrağın yanına kaçılarak koltuk altında sıkıştırdı ve Lun’un geri çekmesini önledi. Bunu yaparken düşündüğünden daha fazla zorlanmasına biraz şaşırmış olsa da Lun’un normalden daha güçlü olduğunu zaten biliyordu. 

 

“Güçlüsün çocuk ama tekniğin eksik.” 

 

Lun mızrağı Pael’den kurtarmak için tüm gücüyle çekerken Pael’in aniden mızrağı salmasıyla dengesini kaybetti. Pael bu durumu fırsat bilerek mızrağı tekrar yakaladı ama bu sefer çekmek yerine ittirerek Lun’un daha fazla dengesini bozdu. Ardından hızla yaklaşarak kılıcına davrandı. Zaten dengesini kaybetmiş rakibine doğru tüm gücüyle savurmak üzereydi ki sol tarafından gelen bir tehlike hissiyle içgüdüsel olarak kılıcını oraya savurdu.  

 

Mika büyük bir profesyonellikle yanından geçip Lun’a saldırmaya giden Pael hakkında ne yapacağını bilememiş ve son çare olarak bıçaklarıyla saldırmaya karar vermişti. İki bıçağıyla da zaten ona arkası dönük olan Pael’in koluna saldırsa da bu nafileydi. Pael, Lun’a saldırmak üzereyken çevik bir hareketle kılıcının yönünü değiştirerek Mika’nın bıçaklarını karşılamıştı. Öyle ki Mika bıçaklarından birinin elinden uçmasına engel olamamıştı. Bıçak havada birkaç takla attıktan sonra dövüştükleri alanın birkaç metre ilerisine düşerek yere saplanmıştı ama Mika’nın hamlesi boşuna değildi. Lun Pael’in dikkatinin dağıldığını görünce mızrağından da destek alarak dengesini topladı ve tüm gücüyle önündeki Pael’e bir tekme savurdu. 

 

Tekmeye hazırlıksız yakalanan Pael tam karnına yediği darbeyle birkaç adım geriye sendeledi. Ardından üzerine yatay bir mızrak darbesinin geldiğini fark edince daha da geri çekilerek darbeden sıyrıldı. Karşısındaki manzaraya bakınca Mika’nın, Lun’un önüne geçip onu koruduğunu gördü. Planları basitti. Pael’in Mika’ya zarar vermekten çekindiği gün gibi ortadaydı ve onlar da bunu bir avantaj olarak kullanıyordu. 

 

“Demek böyle oynayacağız ha? Pekala, öyle olsun.” 

 

Pael ormana girerken yaptığına benzer şekilde derin bir nefes aldı. Ardından kılıcıyla duruşunu alırken nefesini vererek konsantrasyonunu tekrar toparladı. Bu noktadan itibaren ikili Pael’den tamamen farklı bir his almaya başlamıştı. Ne olduğundan emin değildiler ama  silahlarını tuttukları elleri titriyor, bacaklarındaki güç istemsizce kayboluyordu. Ondan korkuyorlardı, hem de iliklerine kadar.  

 

Bu korkuyu ilk bastırmayı başaran Lun olmuştu. Adımlarını yere daha sağlam bastı ve mızrağını daha sıkı kavradı. Ardından az önceki kendiyle aynı durumda olan Mika’yı uyardı. 

 

“Kendine gel. Yoksa buradan kaçamayacağız.” 

 

Mika, Lun’un onu uyarmasıyla içine düştüğü korku denizinden bir nebze de olsa kurtulmayı başardı ve duruşunu sağlamlaştırdı. 

 

Bu anda onlara dikkatli bakan biri saçlarındaki renklerin biraz daha belirginleşmeye başladığını görebilirdi. Vücutları içlerinde bulundukları duruma kendiliğinden tepki veriyor ve en azından korkmalarına engel olmaya çalışıyordu. 

 

Pael ikilinin bu kadar hızlı toparlanmasına şaşırmıştı. Gerçekten düzgün bir eğitim alsalar, ikisi de onu rahatlıkla aşabilecek potansiyeldeydi ama hayat adil değildi. Bu gün bu iki büyük potansiyelden birini sona erdirmesi gerekiyordu.  

 

İki eliyle tuttuğu kılıcını daha sıkı kavradı ve muazzam bir hızla ileriye doğru atıldı. Amacı Mika’yı büyük bir zarar vermeden etkisiz hale getirip Lun’un icabına bakmaktı ama Mika’ya kılıcını savurmak üzereyken aralarına giren mızrak darbesini beklemiyordu. Lun, Pael’in ilk hedefinin Mika olacağını tahmin etmişti. Ona zarar vermek istemese de bunun bir limiti olduğunu biliyordu. Bu nedenle Pael harekete geçtiği anda Mika’yı korumak için mızrağını ikisinin arasına sokarak onu engellemişti.  

 

Bunun üzerine Pael hedefini değiştirmek zorunda kalarak sola kaçındı ve bu sefer Lun’a doğru kılıcını savurdu ama bu kez de araya Mika girmişti. Pael kılıcını ona zarar vermemesi için son anda yan çevirdi. Mika’ysa adeta bunu bekliyormuşçasına, eğilerek kılıcın önünden çekildi ve bıçağıyla Pael’e saldırdı. Pael’in kılıcı Mika’nın aradan çekilmesiyle Lun’a ulaşsa bile yatay olarak çarptığından pek hasar verememişti. Ardından Pael, Mika’nın hamlesinden kurtulmak için birkaç adım geri kaçınsa da Lun’un mızrağıyla bir saplama hamlesi yapmasıyla birkaç adım birkaç metreye çıkmıştı. Bu küçük hamle alışverişinin sonunda Pael kendini başladığı yerden biraz daha solda bulmuştu. 

 

 Karşısındaki iki gencin bu kadar iyi takım çalışması yapabilmesi onu etkilemişti. İkisinin de biraz öncesine nazaran daha güçlü olduğuna yemin edebilirdi. Aklına gelen bir şeyle ikiliye doğru odaklandı. Bunu yapmasıyla beraber görüşü değişmeye başlamıştı. Ağaçlar, toprak, bulutlar, her şey siyah üzerine beyaz hatlarla çizilmiş gibi görünüyordu.  

 

Ağaçlar ve çimenlerin içinde parlak yeşil toplar, toprakta kahve rengi bir aura, havadaysa siyah partiküller görmeye başlamıştı ama bunlar onun için normaldi. Asıl tuhaf olan şey, görüş alanının ortasında duran iki gençte gördükleriydi. Lun’un içerisinde kırmızı bir alev yanıyordu. Çok büyük değildi hatta bir avuç içine sığabilecek kadar denilebilirdi ama Pael o ateşte n gelen tehlike hissine engel olamıyordu. Mika’da ise ilk bakışta pek bir şey görülmese de dikkatli bakınca seçilebilen mor bir aura vardı. Bu aura fazlasıyla soluktu ve Mika’nın her tarafını sarmışa benziyordu. 

 

‘Bu ikisi... Yoksa enerji kullanmam mı onları tetikledi?’ 

 

Pael ikisini de inceledikten sonra yaptığı şeye son vererek görüşünü tekrar normale çevirdi. Ağaçların içindeki yeşil küreler, topraktaki kahverengi aura ve havadaki siyah partiküllerle birlikte Lun ve Mika’da gördükleri de kaybolmuştu.  

 

Kılıcını iki eliyle kavramayı bırakarak tek eline aldı ve daha rahat bir duruşa geçtikten sonra etraflarında yavaşça dönmeye başladı. 

 

“Neden bunu yapıyorsun?” 

 

Mika birden afalladı. Pael soruyu sorarken onun yüzüne bakmıştı. Belli ki ona soruyordu. 

 

“Bunu sen mi soruyorsun? Asıl sen neden bunu yapıyorsun?” 

 

“Nedenlerimi anlayacak kadar büyüdün Mika.” 

 

Pael etraflarında dönmeyi bırakarak bir anda saldırıya geçti ama birkaç saniyelik hamle alışverişinin ardından tekrar geri çekilmek zorunda kalmıştı. Taktikleri aynıydı Mika’ya zarar verememesini avantaj olarak kullanıp onu uzaklaştırıyorlardı. Etraflarında dönmeye devam etti. Bir açık bulması gerekiyordu. 

 

“Nedenlerin mi? Onların büyümekle alakası yok. Beş yıl önce de bir avuç zırvaydılar ve hala da öyleler.” 

 

Pael’in kaşları çatıldı. Köy için yaptığı fedakarlıkların en sevdikleri tarafından bile anlaşılamaması onu sinirlendiriyordu. 

 

“O zırvalar sayesinde beş yıldır düzgün bir hayat yaşıyorsunuz!” 

 

Tekrar saldırdı ama nafileydi, savunmalarını kıramıyordu.  

 

“Düzgün bir hayat... Haklısın. Sen sağ ol buralar baya sessiz. Bize fazla karışmıyorlar. Peki karşılığında ne yapıyorsun? Başka insanların yiyeceklerini, eşlerini, çocuklarını ellerinden almalarına yardım etmiyor musun? Bunları yaptıktan sonra sana minnet mi duymamızı bekliyorsun?” 

 

Pael iyice sinirlenmeye başlamıştı. Beş yıldır Mika’nın dediği her şeyi, kendinden iliklerine kadar nefret ederek yapmıştı. Masum insanları katletmişti, annelerin ellerinden evlatlarını almıştı, adamlarının genç kadınlara tecavüz etmesine bile müsaade etmişti ama onun için hepsinin bir amacı vardı. Sevdiği insanlar aynı duruma düşmesin istiyordu. Kendini böyle rahatlatıyordu. Şimdiyse beş yıldan sonra bu köye ilk ziyaretinde, uğurlarına kendini feda ettiği insanlar ona nankörlük ediyordu ve bu onu öfkelendiriyordu. 

 

“Ya ne yapsaydım!? Alice’in başına gelenlerin hepinizin başına gelmesine izin mi verseydim!?” 

 

Sesi istemsizce yükselmişti. Öfkeyle ikiliye tekrar atılsa da yine başarılı olamamıştı. Üstüne üstlük bu sefer Lun dikkatsizliğinden yararlanıp, mızrağıyla omzunu sıyırmayı bile başarmıştı. 

 

“Alice ablanın başına gelenler çok ağırdı, evet ama biliyor musun? O yıkılmadı. Sen gittikten sonra bile yıkılmadı. Ayağa kalktı ve doğru olan şeyi yapmaya devam etti. Hem de başına gelen şeye rağmen. Sense yıkıldın Pael Abi.” 

 

Mika’nın gözleri yaşarmaya başlamıştı. Konuştukça eskiyi, çocukluğunu hatırlıyor ve giderek sakinliğini kaybediyordu. 

 

“Neden abi, neden!? Neden sana en çok ihtiyaçları olduğu vakitte onları bıraktın!? Neden Alice pes etmemişken sen pes ettin, neden!?” 

 

Artık göz yaşlarına hakim olamıyordu. Yüzünden aşağı süzülen yaşlar görüşüne engel oluyor, Pael’i görmesini zorlaştırıyordu. 

 

Her ne kadar Mika’nın sözleri Pael’e dokunsa da o uzun zamandır savaşıyordu ve böyle bir fırsatı kaçırmayacak kadar tecrübeliydi. Mika’nın duygusal kırılışından doğan açığı gördüğü anda saldırıya geçti.  

 

“Mika, geliyor!” 

 

Lun uyarmaya çalışsa da artık çok geçti. Pael , Lun’un onu engellemek için gönderdiği mızrak darbesinden sıyrılıp yakınlarına girmişti bile. Kılıcını hızla Lun’a savurdu. Mika ona engel olmayı denese de çok geç kalmıştı. Pael’in kılıcı bu sefer arada engel olacak hiçbir şey olmadan, Lun’a doğru ilerliyordu.  

 

Lun için zaman yavaşlamış gibiydi. Ona doğru yaklaşan ölümden kurtulmak için beynini sınırlarına kadar zorlasa da nafileydi. Pael ondan çok daha hızlı ve güçlüydü. Böyle bir adamdan, bu kadar yakın mesafeden gelen bir saldırıya karşı hiçbir şey yapamazdı. Kılıç göğsünü yarmak için üzerine doğru gelirken gözlerini kapatıp kendini bıraktı ve içinden ‘Sanırım daha okyanusta ölmediğim için şükretmeliyim’ diye geçirdi. 

 

Kendini göğsünde hissedeceği acıya hazırlarken kulaklarına hiç beklemediği bir ses gelmişti. Bir metalin havayı yararak gitmesi ve ardından başka bir metale çarparak çıkardığı tiz ses. Sesi duymasıyla beraber kendini toparladı ve hemen gözlerini açtı. Göğsüne inmesini beklediği kılıç bir şekilde kenara saparak onu ıskalamıştı. Her ne kadar az önce ölmeyi kabullenmiş olsa da böyle bir fırsatı tepecek değildi. Pael başka bir yöne bakıyorken onu mızrağının sapıyla iterek kendinden uzaklaştırdı ve aralarına birkaç adımlık mesafe koydu. Bu hamlesinin ardından Pael’in hala başka bir yöne baktığını görünce merakla o yöne baktı. 

 

Daha önce hiç görmediği siyah, uzun saçlı bir adam yüzünde büyük bir gülümsemeyle ağaçların arasından onlara doğru geliyordu. Eğer dikkatli bakılırsa yüzünde kan lekeleri olduğu seçilebilmekteydi. 

 

“Komutanım bu veletlerle uğraşmaktan utanmıyor musunuz? Gelin de dişinize göre biriyle uğraşın.” 

 

Elini beline götürerek üzeri kan lekeleriyle kaplı olan kılıcını çekti ve ardından onlara doğru koşmaya başladı. 

 

“Kara sen ne...” 

 

Pael daha sözlerini bitiremeden Kara kılıcını ona savurmuştu. Kendi kılıcıyla onu engelleyerek saldırı yaptı ama Kara az önce dövüştüğü gençler gibi değildi. Pael’e ayak uydurabilecek seviyedeydi. Pael’in saldırısını karşıladı. Kılıçlarının havada bir süre birbirini ittirmesinin ardından bir kaç adım geri çekilerek ayrıldılar. 

 

“Ne yapıyorsun Kara, Delirdin mi!?” 

 

“Belli olmuyor mu? Gençlerin önünü açıyorum.” 

 

Kara yanlarında şok olmuş halde dikilmekte olan iki gence baktı ve ayağının dibinde olan bir bıçağı Mika’ya doğru tekmeledi. Bu Mika’nın dövüşün başında düşürdüğü bıçaktı. 

 

Lun bıçağa bakınca nasıl kurtulduğunu anlamıştı. Belli ki Kara denilen bu adam bıçağı uzaktan fırlatarak Pael’in kılıcının yolunu saptırmıştı. Bunu düşününce Lun şaşırmadan edememişti. O mesafeden bu kadar isabetli bir atışı yapmak yetenek isterdi. Ayrıca yolunda giden bir kılıcı saptırmak için bıçağı ne kadar kuvvetli fırlatmalıydınız? 

 

“Ne duruyorsunuz öyle? Koşsanıza.” 

 

Mika ayağına gelen bıçağa baktı. Kara’nın neden burada olduğunu o da bilmiyordu ama sorgulayacak vakit yoktu. Dediği gibi kaçmalıydılar.  

 

Hızla bıçağını yerden alarak Lun’a döndü. Lun ilerledikleri yöne doğru koşmak üzereydi ki kolundan tutarak ona engel oldu. 

 

“Dur, bu taraftan gidiyoruz.” 

 

Kafasıyla geldikleri yönü işaret etmişti. Lun anlam veremese de başıyla onayladı ve ikili geldikleri yoldan geriye koşmaya başladılar.  

 

Pael onlara engel olmaya çalışsa da Kara fırsat vermiyordu. Her saldırısını engelleyerek karşılık veriyor, bir türlü onu geçmesine izin vermiyordu. 

 

İkili dövüş alanını geride bırakmış uzaklaşırken bir bağırış duymalarıyla durup arkalarına baktılar.  

 

“MİKAAA!” 

 

Kara sesini duyurmak için tüm gücüyle bağırmıştı. 

 

“Bir daha sakın bıçağını düşürme!” 

 

İlki kadar olmasa da yine yüksek sesle söylediği bu sözler Mika’ya ulaşmıştı. Yüzünde hafif bir gülümseme oluştu ve başıyla onayladı. Ardından Lun’la birlikte geri dönerek koşmaya devam ettiler. 

 

Pael hala olanlara anlam veremiyordu. Zafere bu kadar yaklaşmışken tekrar elinden kaçırmıştı ve artık delirmek üzereydi. Kılıcını hiç olmadığı kadar sıkı kavrarken nefret dolu gözlerle Kara’ya baktı. 

 

“Bunu neden yaptın?” 

 

Öfkesi, konuşurken dişlerinin gıcırdamasından belli oluyordu. 

 

“Kaçmaktan yoruldum kaptan. Tekrar savaşmaya karar verdim.” 

 

Kara’nın yüzündeki gülümseme başından beri hiç bozulmamıştı. Bu nedenle dediklerinde ne kadar ciddi olduğunu anlaması güçtü. 

 

“Sen de denemelisin. Daha şimdiden çok iyi hissettiriyor.” 

 

Kara, Pael’e atıldı ve birkaç kılıç darbesinin ardından tekrar ayrıldılar. 

 

“Ne demek istiyorsun? Zaten beş yıldır hiç durmadan hatta şu an bile savaştığımı görmüyor musun?” 

 

Kara, Pael’in gözlerine baktı. Yüzünde hala büyük bir gülümseme vardı. Duruşunu bozdu ve kollarını iki yana açarak gökyüzüne baktı. Bunu yaptığında Pael, Kara’nın bedeninden çıkan siyah dumanlar görmeye başlamıştı. 

 

“Savaşmak... Ha ha ha ha ah! Sen savaşmıyorsun Pael, kaçıyorsun. Sen de ben de beş yıldır kaçıyoruz. Savaşsaydık sonunda iyi hissederdik ama sen beş yıldır hiç iyi hissetmedin. Bense beş yıldır ilk defa iyi hissediyorum.” 

 

Pael’in göz bebekleri büyüdü. Kollarını iki yana açmış, savunmasız Kara’dan inanılmaz yoğun bir enerji alıyordu öyle ki rakibi duruşunu bozmuş olmasına rağmen ona saldırmaya cesaret edemiyordu. Kara, bakışlarını tekrar Pael’e çevirdi ve duruşunu alıp kılıcını iki eliyle kavradı. 

 

“O zaman hadi başlayalım.” 

 

 -------------------------------------------

Yarım saat kadar ilerledikten sonra sonunda Lun ve Mika ormana girdikleri yere yaklaşmıştı. Bu kadar koşuşturma onları yorduğu için yürüyorlardı. 

 

“Sonunda geldik sayılır. Atlarının burada olacağından emin misin?” 

 

Lun yolda neden ilerlemeye devam etmek yerine geri döndüklerini sormuştu. Mika ise Pael’in buraya geldiği atların burada olabileceğini düşündüğünü söylemişti. 

 

“Büyük ihtimalle buradadırlar. Ormana adamlarıyla birlikte girmediği belli. Onları atların başına dikmiş olabilir. En fazla birkaç adamla uğraşmak zorunda kalırız.” 

 

“Ya fazla kişi varsa? Sonuçta bir saatten fazla oldu destek gelmiş olabilir.” 

 

“O zaman uzaktan görürüz ve yolumuzu değiştiririz. Bu almaya değer bir risk. Sonuçta yürüyerek Kuzgunların bölgesinden çıkmamız uzun sürecektir ve ben bir noktadan sonra yolu bilmiyorum. Bir atımızın olması her türlü daha iyi olacaktır.” 

 

“Galiba haklısın. Ah! Bak işte orasıydı değil mi? Bir dakika...” 

 

Lun’un işaret etmesiyle ileriye doğru bakan Mika ormana girdikleri bölgeyi ağaçların arasından görmüştü. Görmüştü görmesine ama bir sorun vardı. Kafasını çevirip Lun’a baktığında onun da kendisine baktığını gördü. Birkaç saniye bakışan ikili hızla koşmaya başladı. Birkaç ağacı geçtikten sonra sonunda yolun açıklığına geldiklerinde gördükleri manzarayla şok olmuşlardı. 

 

 Yerde yirmi kadar insan ve birkaç tane de at cesedi yatıyordu. İnsanların bazılarının kolları, bazılarının başları eksikti. Her yer insan kanına bulanmıştı ve tüm bu vahşetin ortasında beyaz bir attan başka ayakta olan hiçbir şey yoktu. 

 

Lun önündeki manzara karşısında dona kalmıştı. İlk kez ceset görmüyordu ama böyle bir katliam alanını daha önce hiç görmemişti. Bu manzaranın nasıl oluşmuş olabileceğini düşünürken solundan gelen bir ses onu kendine getirdi. 

 

“Kara...” 

 

Mika’nın söylediğini duyunca birden Kara’yı gördüğü ilk an aklına geldi. Yüzünde kan lekeleri vardı ve kılıcı neredeyse tamamen kanla kaplıydı ama böyle bir katliamın sorumlusu gerçekten sadece tek bir adam olabilir miydi? Bu soru kafasını kurcalasa da tek açıklama öyle olduğuydu. Tüm bu adamları Kara öldürmüştü.  

 

Lun soluna baktı. Mika hala durumun şokunu atlatamamışa benziyordu. Elini omzuna doğru uzatarak onu dürttü. 

 

“Mika. Mika kendine gel hadi gitmeliyiz.” 

 

Mika omzunda hissettiği el ile kendine gelip Lun’a baktı.  

 

“Evet... evet gitmeliyiz.” 

 

Kafasını iki yana sallayarak kendini toparladı ve cesetlerin arasından yürüyerek karşıdaki bir ağaca bağlı olan beyaz ata doğru ilerlemeye başladı. Yürürken özellikle cesetlere bakmamaya çalışsa da onlara bakmadan aralarından geçmek zor olacağından istemeden de olsa bakmak zorundaydı. Mika’nın ilerlediğini gören Lun peşinden onu takip etmeye başladı.  

 

“Bu at...” 

 

Mika beyaz atın önüne gelince durdu. 

 

“Tanıyor musun?” 

 

“Evet Pael’in atı. Çocukluğumdan hatırlıyorum.” 

 

Atın kafasına doğru gidip elini yaklaştırdığında atın huzursuz olduğunu gördü. 

 

“Tamam, tamam sakin ol. Benim Mika.” 

 

At Mika’nın eline burnunu götürüp koklayınca tanımış olacak ki sakinleşti ve Mika’nın onu sevmesine izin verdi. 

 

“Bak, seni tanıdı. Adı ne?” 

 

“Pearl.” 

 

Lun atın yanına yaklaştı. 

 

“Pearl. Güzel isimmiş. O zaman hadi Pearl bizi şu lanet köyden uzaklara götür.” 

 

Lun bunları söylerken Pearl’e binmek için ayağını üzengiye atmıştı ki Pearl bir anda huysuzlaşarak sallanmaya başladı. Bunu beklemeyen Lun’un ayağı üzengiden kaydı ve sırt üstü yere kapaklandı. Zaten bu gün yaşadıkları yetmiyormuş gibi şimdi de üstü başı toprak içinde yerde yatarken duyduğu kahkaha sesiyle Mika’ya baktı. 

 

“Aha ha ha ha ha! Yaa hayvanın memleketine laf edersen öyle olur işte.”  

 

Lun rezilliğini telafi etmek için hemen yerden kalkıp tekrar denemeye yeltense de Mika onu durdurdu. 

 

“Dur. Bir de ben deneyeyim.” 

 

Pearl’ün kafasını okşamaya devam ederken yavaşça boynuna, oradan da eyerin olduğu yere ilerledi. Sol bacağını üzengiye attıktan sonra kendini yukarı çekerek sağ bacağını atın üzerinden atıp eyerin tepesine yerleşti. Ardından aşağıdaki Lun’a bakarak elini uzattı. 

 

“Sanırım bu sefer ben sürüyorum.” 

 

Lun, bir süre Mika’nın eline baktı. Sonra sol eliyle Mika’nın elini tutup destek alarak arkasına geçti. 

 

“Sürmeyi biliyorum demiştin, değil mi?” 

 

Mika göz ucuyla arkasına baktı. 

 

“Görücez.” 

 

“Ne demek görü...” 

 

Atın aniden hareket etmesiyle Lun’un sözleri yarıda kalmıştı. 

 

“Hayır sola git. Hayır hayır biraz sağa. Yavaşla.” 

 

Mika, Pearl’ü kontrol etmekte pek başarılı görünmüyordu. Biraz daha böyle devam ederlerse yere atın onları üzerinden atacağını düşünen Lun, arkadan Mika’nın ellerini yakaladı. 

 

“Yanlış yapıyorsun. Sakin ol ve yavaşça hareket ettir. Bak.” 

 

Lun’un müdahale etmesiyle Pearl sakinleşmeye başlamıştı. 

 

“Böyle mi?” 

 

“Evet, şimdi ben bırakıyorum. Sen devam et.” 

 

Lun ellerini Mika’nın ellerinden çekti. Mika onun gösterdiği gibi yuları yavaş yavaş çekerek atı düzgün bir şekilde yönlendirmeyi kavramıştı.  

 

“Çok iyi. Hızlı öğreniyorsun. Şimdi ileri gitmemiz lazım.” 

 

Mika nasıl ileri gidileceğini biliyordu. Yuların iki ucundan  tuttu ve hızlıca yukarı aşağı hareket ettirerek atın ilerlemesini sağladı ama bunu biraz hızlı yapmış olacaktı ki atın birden hızlanmasıyla belinde iki el hissetmesi bir olmuştu.  

 

Birden harekete geçmeleriyle üzerine binen eylemsizlik kuvvetine dayanamayan Lun dengesini sağlamak için içgüdüsel olarak bir yere tutunma ihtiyacı hissetmiş ve bu ihtiyacı Mika’nın beliyle karşılamıştı. Mikanın yüzüne baktığında onun kötü bir ifadeyle ellerine baktığını görünce ne yaptığını anlayarak hemen ellerini çekti ve eyerin kenarlarımdan destek almaya başladı. 

 

“Kusura bakma bir anda hızlanınca şey oldu... yani kötü bir niyetim yok...” 

 

Kendini açıklamaya çalışırken tekrar Mika’nın yüzüne baktığında gülümsediğini görünce onun, bu halinden eğlendiğini fark etti. 

 

“Çok kötüsün. Burada ecel teri döküyorum.” 

 

Mika son bir kez göz ucuyla Lun’a baktıktan sonra önüne döndü. 

 

“Nereye tutunuyorsun bilmiyorum ama sıkı tutunsan iyi olur çünkü bu lanet köyden gidiyoruz.”  

 

Tekrar atın yularını şaklattı ve dört nala İz köyünden uzağa doğru yol aldılar. 






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44788 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr