Bedenini saran soğukluğun omurgasında gezinerek kuyruk sokumuna indiğini hissederken parmak aralarından da sıcak bir hava geçiyordu. Yeni doğmuş bir bebek gibi ciğerleri acıyla kavrulurken aniden gözlerini açıp yattığı yerden fırladı ve altından tahtta oturan, beyaz tenli dolgun bedenini saran ince tülden başka bir şey giymeyen, kiraz dudaklı, kadının gözlerini ve yüzünün geri kalanını tül yüzünden göremiyordu.
“Sen…”
Kadın, ağzını bile oynatmadan kaynağı nereden geldiği anlaşılamayan bir sesle, “Hoş geldin,” dedi. “Alexander Von Dresden.”
Kısa siyah saçlı, kehribar gözlü, beyaz tenli genç delikanlı çırıl çıplak olduğunun farkında değildi.
“Sen… kimsin? Burası… Cennet mi?”
Tanrıçanın dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi.
“Hayır. Ancak eğer isteğimi yerine getirirsen Cennet’e girebilirsin.”
“İstek?.. Ne isteği? Tanrılar bizleri Cennet’e Dünya’da işlediğimiz salih amellere göre almazlar mı?”
“Eğer senin yaşadığın Dünya’yı yöneten Tanrıça olsam evet, dediğin doğru. Ama ben büyünün ve şeytanların olduğu bir Dünya’nın Tanrıçasıyım ve senin ruhunu da bir nevi satın aldım diyebiliriz.”
Alexander, “Neler olduğunu anlamıyorum,” diye itiraf etti. “Ama sanki size karşı gelirsem bir şey elde edecekmişim gibi davranmanın anlamı da yok. Söyleyin Tanrıçam. Benden ne istiyorsunuz?”
“Hırslı, zeki ve dindar Alexander Von Dresden. Seni Dünyama öteki Dünya’dan gelen bir kahraman olarak göndereceğim ve senden sadece Şeytan Kralı öldürmeni istiyorum.”
Alexander başını öne doğru eğip, “Emredersiniz,” dedi ve gözleri kör edecek kadar parlak bir ışığa maruz kalınca gözlerini kapatıp, elleriyle de yüzünü örttü.
Nihayetin de etraftan sesler duymaya başlayınca ellerini çekip gözlerini tedirgin olsa da açtığında karşısında kendisine hayretle bakan beyaz cübbeli, boynunda yıldızlı bir gümüş kolye takan din adamları ve kadınlarıyla göz göze geldi. Kadınların başları kapalı, erkeklerinse başlarında uzun tuhaf bir başlık bulunuyordu ve bu başlığın ortasında da kolyelerinde olan yıldızın işlemeli motifi vardı.
İnsanlar birkaç saniye boyunca oldukları yerde öylece dona kalmış bir şekilde ne yapacaklarını düşünemezken bir anda bir kargaşa çıkıp din adamları üzerine gelip kendisini bulunduğu yerden çekip merdivenlerden inerek üstüne beyaz bir cübbe attı.
Kendisini apar topar bir odaya kapatan din adamları Alex’e temiz iç çamaşırıyla pantolon, kahverengi deri kemer ve bir tane de beyaz gömlek getirdiler.
Üstünü giyinen delikanlı kapıyı açıp çıplak ayaklarıyla soğuk mermer üzerinde yürüyerek kendisini indirdikleri her yönden uzanan yirmi basamaklı merdivenlerin kesiştiği yerde bulunan düz, yuvarlak alanın olduğu yere geri döndü.
Sinek kaydı tıraşlı, toparlak yüzlü, kaşı kirpiği olmayan bir din adamı kendisini güler bir yüzle karşılayarak, “İlk buluşma anımızın bu kadar düzeniz ve apar topar olmasını hiç istemezdik,” dedi. “Ama gerçekten elimiz ayağımıza dolandı. Sizi hiç öyle beklemiyorduk.”
Alex, “Sorun değil…” dese de olan bitenin dini bir seremoni olmasına anlam veremiyordu. “Beni siz mi çağırdınız?”
Din adamı, “Hayır,” dedi. “Biz sadece bir kahraman çağırdık ve siz geldiniz. Bizler kasıtlı olarak belirli bir ismi Tanrıçamız Helen’den nasıl isteyebiliriz ki?”
“Beni ne için çağırdınız?”
“Sorularınız geri kalanına sonra cevap vermek isterim Kahraman. Şimdi, Yüce Rahip Firgus teşrif edecek. Önce onun size anlatması gereken bazı kurallar var. Konuşmamıza sonra devam ederiz.”
Alex, adını bile bilmediği din adamıyla beraber etraflarında bulunan onlarca kapının birinden geçip duvarlarda devasa zırh giymiş gibi gözüken taştan heykellerin olduğu, odayı ikiye ayıran kırmızı halının sağı ve soluna ip gibi dizilen insanların arasına karışan din görevlilerini izlerken kendisiyle beraber olan din adamı fısıldayarak, “Ben de onlara katılacağım,” dedi. “Siz kırmızı halının sonunda tek başınıza bekleyin ve Yüce Rahip yanınıza gelince selamlayın.”
Alex başıyla onayladıktan sonra kendisine denilen yere geçti ve yirmi metre yüksekliğe sahip kapılar kendiliğinden ağır ağır açılarak uzaktan siyah bir sima belirdi. Attığı yumuşak adımlarıyla zamanla kendisine doğru yaklaştığında solu gri bir cübbenin içinde, esmer tenli, gözlerine sürme çekmiş, beline kadar uzanan kır saçlarıyla beraber beline inen sakallarını görünce diğer din adamlarından tamamen farklı bir enerjisi vardı.
Tam karşısına geldiğinde başını hafifçe öne eğerken sağ elini de kalbinin üstüne koydu ama dizinin üstüne inmedi.
Firgus, ince uzun parmaklı elini delikanlının başının üstüne koyup, “Büyü ve Ruhlar yanında olsun,” dedi.
Alex, Yüce Rahiple göz temasını kesmediğinden olan biteni fark edemese de tüm din görevlileri odayı Firgus’un girdiği kapıdan çıkarak terk etmiş, ikili bir başlarına kalmıştı.
“Benim Adım Firgus. Ya senin ki?”
“Ben…” adının tamamını mı yoksa sadece kısa bir kısmını mı söylemesi gerektiği arasında bir karara varamazken ağzından, “Alexander Von Dresden,” sözleri dökülü verdi.
Alex, şaşkın bakışlarla Yüce Rahibe bakarken Firgus imalı bir tavırla, “Benim gibi Yüce Rahiplerin Tanrıça tarafından Yalandan Korunma hikmetidir.”
“A… anlıyorum.”
“Benim görevim sana bu Dünya’ya gelirken uyman gereken kuralları anlatmak ve cebine de ufak bir başlangıç parasıyla beraber seni başkente bırakmaktan fazlası değildir. Ve şunu unutma ki, senin gibi nice kahramanlar geldi geçti. Ve çoğunun siması dahi kimse tarafından hatırlanmıyor.”
Alex, “Kurallardan bahsetmiştiniz,” dedi. “Ne kuralı bunlar?”
“Kurallar; Geldiğin Dünya hakkında söz edemezsin, oradan buraya teknolojik veya sosyolojik hiçbir şey söyleyemez, yapamazsın ve Eğer Tanrıçayı görürsen onun hakkında hiçbir şey söyleyemezsin. Ama bu son kural bizleri içinde geçerlidir.”
Alex, parmak uçlarının soğuktan solduğunu görünce, “Acaba ayakkabınız var mı?” diye sordu. “Ayaklarım üşümeye başladı.”
Yüce Rahip, parmağını şıklattı ve ayaklarında hayvan derisinden yapılma, bilekten sarılı çizmeler belirdi.
“Teşekkürler. O zaman artık bu muhabbetin sonuna geliyoruz gibi. Acaba burada ne var?”
Yüce Rahip, sakalını okşayarak biraz düşündükten sonra, “Burada etnik köken ikiye ayrılır,” dedi. “İnsanlar ve İblisler. Bin yıllardır süre gelen savaşlar devam etse de iki etnik köken de tam olarak birbirlerine üstünlük sağlayamadı. Kim bilir. Belki bu zaferi sen getirirsin.”
“Demek öyle…” diye mırıldandı. “Peki… He?”
Harıl harıl işleyen şehrin meydanında kazık gibi dikili durmuş, elindeki bir
kese altına bakarken buldu kendisini.
“Bu Yüce Rahiplerin gücüne akıl sır erdirilemez herhalde. Neyse, ilk olarak alışık olduğum bir silah olan kılıç alayım. Elimdeki para bitmeden sürekli gelen pasif gelir elde etmem gerekiyor.”
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..