Geçen saatler boyunca sadece yattığı yerden tavanı izlerken öldürdüğü iki kardeşi ve o an ona hissettirdiklerini tekrar tekrar hatırladı, kalbine kazıdı. Yaklaşan adımların ve hareketten dolayı zırhtan gelen ses de buna katılınca Prens tam parmaklıklar önüne geldiğinde bakışlarını çevirebildi.
Prens şüpheci bakışlarıyla, “Sen…Kimsin?” diye sordu. “Başka bir Dünya’dan mı geliyorsun?”
“Farkında olmadan kendimi burada buldum. Bende buradan kurtulmanın yolunu aramak istiyorum. Pek yaşanılacak bir yere benzemiyor.”
Prens sol avuç içini parmaklıkların üstüne sertçe vurup, “Haddin bil!” diye bağırdı. “Kimsin de vatanıma hakaret edersin. Seni yetenekli bir savaşçı sanmıştım. Ama anlaşılan bir aptaldan başka bir şey değilsin.”
Alexander, yatağından doğrulup ayaklarını aşağıya indirdi.
“Prens… Öfkenize hâkim olmalısınız. Eğer kolayca alevlenirseniz hızlı sonuca varır, toyluğunuzu gün yüzüne çıkartırsınız. Ne ordunuz ne de halkınız size saygı duymaz, ettiği yeminleri bozar.”
“Sen, benim nasıl davranacağımı mı söylüyorsun?”
Alex, başını önüne eğmiş hâlde hiçbir şey demeden durdu.
“Burada senin hayatını kurtarmak için çabalayan birine az da olsa minnet duyamaz mısın? Böyle laubali tavırlarına karşı sesimi çıkartmazsam ya şuradaki askerleri öldürmem gerekir ya da kellemi almam… Nasıl bir konumda olduğunu anlayamıyor musun?”
Alex, “Yaralı bir adam yatakta yatıyor,” dedi. “Bunda ne var?”
Prens sinirlerine hâkim olurken istemsizce gülümsedi.
“Hiçbir yaran yok. Turp gibisin. Kaçmak için askerlerin vardiya saatlerini sayıyorsun değil mi? Adımlarımı dinlediğin gibi.”
Alex, Prensin gözlerinin içine baktı.
“Beni gözünüzde çok büyütüyorsunuz. Ben sadece bir yabancıyım.”
“İkizleri öldüren bir yabancı,” diye ekledi. “Sana düşünmen için zaman tanıyorum. Buradan kaçsan dahi gidecek hiçbir yer yok. Bu yüzden buradaki kurallara uyum sağla ve benim yanımda savaş. Seni ancak bu şekilde koruyabilirim.”
Alex ayağa kalkıp yaklaşabildiği kadar Prense yaklaştı.
“Seninle başka bir zaman konuşmak isterim Prens. Ama şimdilik bana savaştan bahsedin.”
Prens’in yüzündeki gergin gülümseme ılımlı, sakin bir simaya çoktan dönüşmüştü. Gözlerini yavaşça kapatıp açarken adeta bakışlarıyla, “Öyle olsun,” diyordu. “Tamamdır Yabancı. Bugün ki, seremoniyle yeminli bir şövalye olacaksın. Bundan sonra da sana Gümüş Mızrağın Ucu unvanını vereceğim. Bana adını bahşeder misin?”
“Alexander.”
“Ne güzel bir isim. Ben de Elan Grandel Kunt. Grandel Hanedanının en genç varisi ve krallığın geçici hükümdarıyım.”
Alexander bir dizi üstüne çöküp başını öne eğdi ve Prens parmaklıklar arasından uzanarak elini delikanlının başının üstüne koydu.
“Tekrardan görüşeceğiz ancak bu sefer şölen eşliğinde olacak.”
Prens, zindandan ayrıldı ve kendisi de parmaklıklar ardından çıkartılıp misafir odalarından birine yerleştirildi. Ardından yıkanıp yeni, temiz kıyafetler giydirildi. Alex kendisine aynadan baktığında; altında siyah pantolon, ayağında klasik ayakkabı, üzerinde beyaz gömleği ve ceketiyle beraber bileklerine taktığı gümüş düğmelerin uyumunu gördü.
“Gerçekten iyi. Prensin teklifini kabul etmem sayesinde hem daha çok savaşıp belki şu dirayete benzer bir güç uyandırabileceğim hem de daha fazla büyüye rahatlıkla temas edebileceğim. Güzel… bu işten baya kârlı çıktım gibi.”
Akşam saatleri yaklaşırken gök yüzünde tek bir bulut dahi yokken surlar yüzünden şehrin dış kısımlarında hava çoktan kararmış, şatonun ve çevresiyse hâlâ gün ışığından nasibini alıyordu.
Kral tahtında şatafatlı kıyafeti, uzun kırmızı pelerini ve çeşitli taşlarla süslü tacıyla oturan Prens tahtın alıntındaki merdivenlerin hizasından kapıya kadar uzanan uzun kırmızı halının her iki yanına dizilmiş soyluları süzdü. Kendinden emin duruşu ve keskin gözleriyle soylular üzerinde ağır bir baskı kuruyordu.
Bando takımı taht odasının içini dolduracak kadar şiddetle kapının ardından geliyordu ve her saniye daha da şiddetleniyordu. Kapılar geriye doğru açılıp Alexander yürürken takındığı asaletle bakışlarını yürüdüğü yola sabitleyip başını asla kaldırmadan yürüdü, selam verdi. Tek dizinin üstüne çöküp hiçbir şey demedi.
Prens ayağa kalkarken tahtın arkasından çıkan hizmetlilerden sol tarafında olan kırmızı minderin üstünde duran bir kılıç, sağındakinin minderindeyse mızrağa sarılı bir sancak vardı. Asiller olan biteni pür dikkatle seyrederken kral yaptığı ufak el hareketiyle kılıcın önünde eğilen delikanlıya verilmesini işaret etti.
Alexander kendisine uzatılan kılıcı bir eli kabzasının diğer eli de bıçak kısmının altına koyarak kılıcı kabul etti. Bu sırada sancağı eline kalan kral, merdivenin bir alt basamağına inip mızrağın alt kısmını sertçe yere vurdu.
“Gel de sancağını al komutan!”
Alexander ayağa kalkarken kılıcı sağ eline alıp mızrağa doğru yürüdü ve kralın bir altındaki basamaktan sancağı alırken kralla göz teması kurdu.
“Söyleyecek bir sözün yok mu?.. Gümüş Mızrağın Ucu Alexander.”
Soylular arasında bir homurdanmanın başladı. Alexander gümüş mızrağı havaya kaldırıp odanın geri kalanına doğru döndü.
“Kral Elan Grandel Kunt’un namı adına savaşacağıma onurum ve şerefim üzerine yemin ediyorum! Eğer ki, kim kralın iradesine karşı gelir. İşte o zaman bu mızrak o yarayı temizleyecek.”
Asillerin arasındaki homurdanma bu sözlerle bastırılırken Prens Elan, Alex’in güçlü sırtından yükselen krallığının geleceğini gördü.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..