Bölüm 2: Per Aspera Ad Astra

avatar
250 2

Yıldızların Şarkısı - Bölüm 2: Per Aspera Ad Astra


Milattan Sonra: 2564 

 

 

 

 

İnsanoğlu kendini bildi bile meraklı bir ırktı. Bu merak, ağaç kavuklarında ve mağaralarda yaşam mücadelesi verip saklanmaya çalışırken dahi kafamızı uzatıp yıldızları ve onun cazibesini izlemeye itmişti.


Merak; imparatorlukların ve tiranlıkların sadece sözler ve yazılarla yıkılmasını, bireyin halka, halkların ulusa dönüşmesini sağlayan yegane şeydi. Merak; mağara kavuklarında saklanan ''homo sapiensi'' uzay kaşiflerine dönüştüren şeydi. 

 

UNSF Leviathan,Erda’nın yörüngesinde uçarken gezegenin Dünya’nın kopyası gibi olan görüntüsünü izliyordum. Astronomların bu gezegeni ilk buldukları zaman şaşırdıkları üç şeyden ilki buydu, Dünya’nın ikiz kardeşiydi bura adeta. Ama sonradan ikinci keşfedilen şey bunu solda sıfır bıraktıracak cinstendi; gezegen insan benzeri bir medeniyete ev sahipliği yapıyordu. Ve en sonunda da üçüncü ve en büyük nokta geldi:  

 

Gezegenin yerlileri insandı, en azından yüksek oranla. Benzer beyin yapısı, benzer kemik ve kas yapısı (Bize oranla daha uzun olmalarını göz ardı edersek tabii) benzer yaşayış biçimleri. Her ne kadar bunları öğrenme yöntemlerimiz pek ‘’hoş’’ olmamış olsa da... 

 

Bir dil bilimci olarak benim en çok ilgimi çeken nokta ise dilleriydi, her ne kadar Erda’nın albino insanları şu ana kadar karşılaştığımız ilk zeki ırk olmasalar da bizim gibi anlaşan ilk ırktı. Bizim aksimize ırkın içerisinde ortaya çıkmış birçok dil ve onların şiveleri yerine her nedense tüm ırkın konuştuğu tek bir dil ve onun şiveleri vardı. Bu yoğun oranda Ural dillerini ve bir miktarda Türkçeyi andıran dili öğrenmem pek de zor olmamıştı.

 

Diller halkların yaşayış biçiminin bir sonucudur, bu da Erdalıların bizden çok daha farklı koşullarda yaşamadığının bir kanıtıydı aslında. Peki bu kadar farklı değilsek niye savaşıyorduk?

 

‘’Konstantin!’’ beni düşüncelerimden uyandıran bu gür sesti, hemen kendimi toparlayıp ayağa kalktım.


‘’Sakin ol, sonuçta üstün sayılmam.’’ dedi boylu poslu, kırklı yaşlarında gösteren (cepheden cepheye giderken dondurulduğu ayları sayarsak çok daha yüksektir muhtemelen) grileşmiş saçlı kurt bir asker olan Çavuş Jonathan Lane.


‘’Ben direkt asker değilim.’’ diye karşılık verdim. Her ne kadar teknik olarak bir asker olsam da bu ruh halini pek kabullenmeye niyetim yoktu.  

 

‘’Eh, en nihayetinde kabulleneceksin evlat.’’ dedi Çavuş Lane. ‘’Her neyse, on beş dakika kadar sonra bizim mekik gezegene iniş yapmak için hazır olmuş olacak. Hazırsın değil mi?’’


‘’Her zaman.’’ diye karşılık verdim, gerçi bundan pek de emin değildim. Korkmuyordum, ama yine de heyecanlı ve gerilmiş değilim de diyemezdim. Sonuçta ilk kez Dünya dışındaydım ve üstelik geldiğim yer de düşman topraklarıydı.


‘’İyi o zaman. Eşyalarını son bir kez kontrol edip hangara gel.’’ ardından gayr-i resmi bir selam çakıp uzaklaştı oradan. 

 

Çavuş gittikten sonra ilk olarak odama giderek eşyalarımı son kez kontrol etmeye başladım, tahmin ettiğim gibi hiçbir şey eksik değildi. O sırada elime sürtünen bir şeyle kafamı birazcık sağa çevirdim:


‘’Doğru ya, seni de yanımda getirmiştim.’’ dedim küçük, görünüş olarak ayaklı bir deniz anasına benzeyen ve kocaman gözleri olan küçük dostuma bakarak. Ben bunları deyince hemen çantamın içine zıplayıp kendini acındıran gözlerle bana baktı.


‘’Sakin ol, seni de yanımda alacağım Paul.’’

 

Paul, bir Connexa’ydı. Connexa aslında Rao-4 gezegeninde yaşayan canlıların geneline verilen bir isimdi. Eskiden Paul’un türünün zeki hatta istese uzaya bile açılabilecek bir tür olduğunu düşünmek garipti. Paul’u son bir kez kontrol edip çantamı kapattıktan sonra ana hangara doğru yürümeye başladım. 

 

Birkaç dakika kadar sonra hangara varmıştım. Hangarda gördüklerim Çavuş Lane hariç göz aşinalığım olsa da pek muhabbetim olmayan kişilerdi. Ama yine de az da olsa lafladığımızdan az biraz biliyordum kimin kim olduğunu.


Birbirinin cinsiyetleri hariç kopyaları gibi duran Ayhan ve Aylin kardeşler Yeni Anadolu, adlı bir koloniden geliyorlardı. Çoğunluğu Türk asıllı yerleşimcilerden olan bir koloni kurulan en eski kolonilerden biriydi. Öyle ki nesiller boyu bu kolonide yaşayanlar ‘’menekşe rengi’’ gözlere sahip olmalarını sağlayan bir mutasyona sahiptiler. Güzel görünmüyorlar desem yalan olurdu. Kendileriyle konuştuğum kadarıyla askeri liseden sonra YSM (Yürüyen Savaş Makinesi) pilotu olmak için askeri akademiye katılmışlardı. Erda'da onlar için birer staj alanıydı aslına bakılırsa. 

 

Marya, Harkon, adlı çoğunluklu olarak İspanyollar ve Rusların yaşadığı bir gezegenden geliyordu. Marya’yla ikizler kadar çok konuşmamış olsam da ağzından bir iki şey sökmeyi başarmıştım, söylediğine göre çocukluğunda babası gibi ticarete atılmak istemişse de sonradan babasının tüm varlıklarını kumarda kaybetmesi sonucu evden kaçmış ve orduya katılmıştı. Marya için ordu bir idealden öte bir sığınaktı. 

 

Yeni Addis Adaba adlı gezegenden gelen Micheal ile çok bir muhabbetim olmamıştı. Tek bildiğim başarılı bir tıp öğrencisiyken bir anda ayrılıp orduya yazıldığıydı. Sebebini sorduğumda ise herhangi bir cevap vermekten kaçınmıştı.

 

Aşağı yukarı yirmi kişilik kalabalıktaki diğerlerinin yüzünü bile görmemiştim. Yanlarına geldiğimde konuşanlar ikizler oldu: 

 

‘’Merhaba Kosti! Nasılsın?’’ diye sordular aynı anda.


‘’İyiyim, ya siz?’’ diye karşılık verdim.


‘’İyiyim, tabii çok sevgili kız kardeşim beni zorla kaldırmasa daha iyi olurdum.’’ dedi Ayhan.


‘’Ben olmasam her şeye geç kalacağını bir anlayamadın gitti.’’ dedi Aylin kardeşine karşı alaycı bir ses tonuyla. Aralarındaki tatlı tartışma devam ederken Çavuş Lane, bağırdı:


‘’Kalkışa beş dakika! Herkes mekike binsin.’’. 

 

Çavuşun ikazı ile birlikte mekike bindik. Beş dakikalık bir bekleyişin ardından açılıp kapanan hava kapakçıklarının sesleriyle uzay aracının uzay boşluğuna bırakıldığını anladık. O an içimden keşke dışarıyı izleyebilsem diye geçirdim.


‘’Atmosfere girmek üzereyiz, sıkı tutunun.’’ diye anons yaptı pilot. Atmosferden çıkmayı yaşamıştım, atmosferden girmek çok da farklı olmasa diye düşünürken bir anda atmosfere girmemizle kafamı az kala koltuğa vuracaktım. Asla hazırlıksız yakalanma Konstantin, asla...

 

‘’Herkes maskelerini taksın.’’ diye anons geçilmesi ile kafamızın üzerinde bulunan yerlere takılmış gaz maskelerini taktık.


‘’Buranın atmosferi yaşanılabilir değil miydi? Ne diye maske takıyoruz ki?’’ diye homurdandı Marya maskesini takarken.


‘’Erda’nın oksijen seviyesi Dünya standartlarının çok üstünde.’’ dedi Aylin.


‘’Her ne kadar havayı soluyabiliyor olsak da ilk etapta bu miktarda oksijen ciğerimizi yakacak ve kafa yapacaktır.’’ diye devam ettirdi Ayhan, kardeşini.


‘’Hiç Dünya’yı görmediğim için bir şey diyemeyeceğim.’’


‘’Kosti’ye sorabilirsin, o Dünya’lı sonuçta.’’


‘’Doğru mu Konstantin?’’ diye sordu bana dönerek Marya.


‘’Göreceğiz.’’ dedim sadece. 

 

En sonunda iniş yapınca bir süre bekledim, gençliğimden beri süre gelen bir alışkanlıktı bu. Herkes indikten sonra ben de inip etrafıma baktım; ‘’Auctor’’, insanlığın Erda’daki ilk şehriydi burası. Aslında pek şehir demek doğru olmazdı, aşırı büyük bir üs daha doğru olurdu. 

 

‘’Teğmen von Falkenmayer, siz misiniz?’’, dedi bir asker ben bunları düşünürken yanıma gelip.


‘’Evet benim.’’ dedim selam durarak.


‘’Albay von Falkenmayer, sizi odanıza götürmemi emretti.’’ dedi.


‘’Tamamdır.’’ diyerek adamı fark ettim. Albay, ha? Bak sen şu bizim Koni’ye... 

 

 

 

                                                                     … 

 

 

 

Eşyalarımı odaya yerleştirip Paul’u ceketimin göğsündeki cebe koyduktan sonra kapıda bekleyen askerin yanına geldim.


‘’Hazırsanız beni takip edin.’’ dedi. Başımla onayladım kendisini. 

 

Bir süre üssün koridorlarında yürüdükten sonra bir ofis odasının önüne geldik üstünde yazan şey şuydu:


‘’Albay Konrad von Falkenmayer’’


İster istemez gülümsedim ismi okuyunca, son karşılaştığımızda mezun olalı bir yılbile olmamış bir üsteğmendi, şimdi ise bir albay. Asker kapıyı çaldı, ardından kapıyı aralayarak izin istedi, içeriden herhangi bir ses gelmedi. Ardından asker bana dönerek içeri girmemi söyledi.  

 

Askerin onay vermesiyle içeri girdim, girdikten sonra selam durarak konuştum:


‘’Teğmen Konstantin von Falkenmayer, emredin!’’ dedim.


Karşımdaki ‘’kopyam’’ sandalyeden yavaşça kalktı, ardından yavaşça yanıma geldi. Askeri olarak üstüm olmasından dolayı selamda durmaya devam ettim. Yanıma geldikten sonra biraz durdu, oldukça ciddi bir şekilde bana bakmaya devam etti.


Ciddi bir şekilde selam durmak gittikçe zorlaşıyordu.


Ardından eliyle alnıma dokunup kendi alına dokundu, emin olmak için bir süre daha aynı şeyi tekrar ettikten sonra konuştu:


‘’Güzel, hala benden uzun değilsin.’’ mutlak bir ciddiyetle söylemişti bunu. 

 

O an tüm ciddiyetimi kaybedip anlık bir şekilde güldüm, ama kısa süre sonra kendimi toparladım. Bir süre daha aynı ciddi ifade ile durdu, daha sonra ise gülümseye başladı. Ardından ben daha ne olduğunu bile anlayamadan sarıldı bana.


‘’Özledim seni kardeşim.’’ dedi.


Güldüm, kendisinin askeri akademiye katılmasından beri sadece birkaç kez kez görüşmüştük. Normalde de çok yakın bir ilişkimiz yoktu ama yine de seviyordum kardeşimi...


‘’Ben de seni özledim Koni.’’ dedim. 

 

Ardından geri çekildi, masasının yanındaki koltuklardan birini göstererek, ‘’Otursana.’’ dedi.


Gösterdiği koltuğa oturduktan sonra konuşmaya kendisi sandalyesine geçip konuşmaya başladı:


‘’Anlat bakalım, seni hangi rüzgar attı buraya?’’


‘’Ne oldu? ‘Kardeşim’ faslı bitti mi?’’ dedim, görünüşe bakılırsa sıcak kanlı hali pek uzun ömürlü değilmiş.


‘’Boş yapma Konstantin, bin yıl düşünsem senin eline silah alacağını bile düşünmezdim.’'


Derin bir iç çektim, ‘’İhtiyar nalları dikti, son dileği orduya katılıp senin yanına gitmemdi.’’


Ben bunu deyince Konrad durdu, ‘’Üzülmemi mi bekledin?’’ diye sordu.


‘’Hadi ama Koni, babamın seni sevdiğini biliyorsun. Adamın son dileği ikimizi yan yana görmekti.’’ dedim, dediklerimin onun üzerinde en ufak bir tesiri olmadığını biliyordum.

 

Konrad ve benim babamızla biraz inişli çıkışlı bir ilişkisi vardı, babamız tabiri caizse biraz fazla ‘’meşgul’’ bir insandı. Öyle ki çocukluğumuzun büyük dönemi onu görmeden geçmiştir. İşlerini ve ‘’sorumluluklarını’’ çocuklarının önüne koyan biriydi. Köklü von Falkenmayer ailesinin reisi olmak elbette kolay değildi, ama yine de çocuklarına böyle davranmak... Gerçi ben kafama hiç takmamıştım böyle şeyleri, Konrad ise tam tersimdi, bu konuda hiçbir zaman babamızı affetmemişti. 

 

Konrad benim benden yarım dakika kadar önce doğmuş ikiz kardeşimdi. Görünüşlerimiz neredeyse tıpa tıp aynı olmasına rağmen (benim saçlarım ona göre biraz daha uzundu, bu belki de ilk bakışta göze çarpan tek farkımızdı) kişilik olarak tam zıttım gibiydi. Konrad her ne kadar ciddi ve kolay sinirlenen biriyse ben o kadar sakin ve sabırlı bir kişiliktim. Özellikle lise yıllarımızda Konrad ne kadar arkadaş olunması zor biriyse ben o kadar arkadaş olunması kolay biriydim. 

 

Genel olarak insanların ikiz kardeşler için düşündüğü şeyler hepsinin Aylin ve Ayhan gibi görünüşlerinin de yanında kişiliklerinin de çok yakın olduğuydu. Ben ve Konrad bunun için anti tez gibiydik adeta. Kişiliklerimizden tutun hayat görüşlerimize kadar tamamen zıt kişilerdik Konrad’la. Ama her ne kadar yakın olmasak da... Birbirimize değer veriyorduk, sonuçta kardeştik biz. Babamız bile böyle düşünmüş olacaktır ki bize çoğunlukla ilgi göstermemesine rağmen sık sık ‘’siz kardeşsiniz, birbirinize sahip çıkacaksınız’’ diye nutuk çekerdi. 

 

O sırada Paul cepten kafasını çıkarıp etrafa bakındı, Konrad’ı görünce ‘’vik vik’’ gibisinden bir ses çıkardı. ‘’Onu da mı yanın da getirdin?’’ diye sordu bana.


‘’Onu getirmediğim bir yer mi var?’’ diye sorusuna soruyla yanıt verdim onun.


O sırada cebimden atlayarak Konrad’ın masasına indi, ‘’vik vik vik’’ diyerek etrafa bakındı.


Konrad, ‘’Özlendin mi beni?’’ diyerek elini uzattı Paul’a, ardından tam da beklediğim gibi Paul hırlayarak altı bacağından ikisini ve çift uçlu kuyruğunu saplamaya hazır bir şekilde havaya kaldırıp savunma pozisyonu aldı. Tehditkar olduğunu düşünerek yaptığı bu hareket aslında hiçbir canlıyı gıdıklamaktan öteye geçemezdi.


‘’Tamam tamam, celallenme hemen.’’ dedi Konrad, küçük hayvanla dalga geçercesine.


‘’Pekala, bu kadar gevezelik yeter. Sana etrafı dolaştırayım.’’ dedi Konrad sandalyesinden kalkarak. Ben de Paul’u tekrar cebime atıp. Konrad’ı takip etmeye başladım. 

 

 

 

                          … 

 

 

 

Üs gezimizdeki son durağımız cephanelik ve hangardı. Beni ve Konrad’ı görünce gözleri far tutulmuş tavşana dönen ve Konrad yerine yanlışlıkla bana selam veren (sivil kıyafet gelmeme rağmen) personeller arasından geçip hangara vardık.


‘’Buradaki anlatacağım her şeyi pür dikkat dinlemen gerekiyor. Buraya kadar gördüğün yerler buranın yanında önemsiz birer ayrıntı sadece.’’ dedi hangara girerken. 

 

Ana hangar bölümü uçakların, helikopterlerin ve indirme gemilerinin ve YSM’lerin olduğu yerdi. Biraz daha yürüdükten ve sayısız kapıdan daha geçtikten sonra cephaneliğe varmıştık.  

 

‘’Bu.’’ diye konuşmaya başladı Konrad, karşımızdaki duvarda asılı olan dış iskelet takımını göstererek, ‘’Çeri sınıfı 20. Nesil dış iskelet, bir asker olarak en iyi ve tek dostun.’’ ardından dış iskeleti olduğun yerden alıp bana doğru uzattı, ‘’Tüy kadar hafiftir, aşırı sağlam bir karbon-fiber ve çeliğin benzersiz bir birleşiminden yapılmış olmasının yanı sıra salisenin binde biri gibi bir sürede aktifleşerek mermilere karşı seni koruyan nano makineleri de içinde barındırır. Koruyucu özelliklerinin yanı sıra seni çok daha hızlı ve güçlü yapar.’’

 

‘’Eğlenceli gözüküyor.’’ dedim sadece.


‘’Hadi dene.’’ dedi dış iskeleti bana uzatarak. Ceketimi çıkarıp sivil kıyafetlerimin üzerine giydim dış iskeleti, ardından Konrad’ın yaptığı bir iki ayarlamayla dış iskelet çalışır duruma geldi.


‘’Yürü bakalım etrafta.’’ dedi, ona uyup yürümeye başladım ve … Hiç de farklı hissettirmiyordu. Hatta ayaklarım yere daha sağlam basıyormuş gibiydi (doğal olarak).

 

‘’Şimdi bana dön bakayım.’’ dedi Konrad. Ona dönmemle çektiği bir bıçağı bana kaldırması bir oldu, daha herhangi bir tepki veremeden patlayan mavi bir ışıkla bıçak ortadan ikiye ayrıldı.


‘’Beğendin mi?’’ diye sordu, yüzüne bakılırsa paniklemiş halimden keyif almıştı. Ben herhangi bir cevap veremeyince konuşmaya devam etti, ‘’Pekala, dış iskeleti çıkarıp beni takip et.’’ kendimi girdiğim şoktan bir şekilde kurtardıktan dış iskeleti çıkarıp ceketimi giyerek ve içimden ona küfürler sallayarak peşine düştüm Konrad’ın. 

 

‘’Bu, AAR-35. Birleşmiş Milletler Uzay Kuvvetleri’nin ana piyade tüfeği.’’ dedi elindeki silahı bana gösterirken, ‘’Aşırı hafif ve her türlü iklim ve doğa muhalefetine karşı dayanıklı. Ayrıca dış iskeletin ve sana vereceğimiz askeri odakla bağlantı kurabiliyor, bu sayede atış ve tepme kontrolünde sana avantaj sağlıyor. Bununla birlikte çeşitli nişan alma sistemleri, dürbünler veya bomba atarlarla güçlendirilebilir.’’ diye devam etti. Ardından silahı bana uzattı, doğal olarak son yaşanan şeylerden biraz tereddüt etsem de en son silahı alıp incelemeye başladım. 

 

Normalde hayatımda silahlarla aram hiç olmamıştı. Hayatımda bir silahı ateşlediğim tek an babamın bir arkadaşının benle Konrad’ı poligona götürmesiyle olmuştu. Kendisinin muhtemelen Nuh nebiden kalma altı patlarından çok daha hafifti şu an elimde tuttuğum tüfek.

 

Silahı da yeteri kadar incelediğime kanaat getirdikten sonra sıra bombalara gelmişti. ‘’Gezegenin yüksek oksijen seviyesinden dolayı düşmana karşı en önemli silahımız ateş. Öyle ki Dünya’dan getirdiğin bir çakmak bile bu gezegende muhtemelen bir meşale gibi yanacaktır.’’ dedi Konrad.


Kendisi oksijen meselesini hatırlatınca aklıma takılan bir şeyi sordum, ‘’Bu gezegende gaz maskesi olmadan dolaşabiliyor muyuz?’’


‘’Teknik olarak evet, ama buna sonra değinmek istiyorum.’’ diye kestirip attı. 

 

Bombalardan ve envaiçeşit ekipmandan sonra bir şey kalmadığını düşünmüşken Konrad bana son olarak önemli bir şey göstermek istediğini söyledi. Göstereceği şeyin olduğu yere gidince koruma camının içinde bulunan bir eldiveni gösterdi, ‘’Ve karşında ‘prototip’.’’ dedi, ardından koruma camını açıp eldiveni bana uzattı.


‘’Bu ne?’’ diye sordum sadece.


‘’Öncelikle şunu al.’’ deyip bir odak uzattı, siyahımsı renginden anlaşıldığı kadarıyla askeri amaçlarla tasarlandığı anladım odağı alıp elmacık kemiğimin oraya yerleştirdim, kısa sürede beynimle entregre oldu.


‘’Tamam, şimdi eldiveni tak. Ardından da odakla eldiveni bağla.’’ dedi. Konrad’ın dediklerine harfiyen yerine getirdikten sonra, Konrad yine konuştu, ‘’Tamam, şimdi şu masanın üzerindeki kahve fincanını kendine çek.’’


Kendine çek mi? Eldivenle mi? Düşünceli olduğumu gören Konrad konuştu, ‘’Elini ona uzat ve onu düşün. Ardından onu kendine çektiğini hayal et.’’ dedi. Dediğini yapınca eldivenle kahve fincanı arasında yarı saydam bir bağlantı oluştu (odağın gösterdiği görüntüleri sadece odağı kullanan kişi görebilirdi), ardından elimle onu kendime doğru çektiğimi hayal etmemle kahve fincanın bir anda bana doğru uçması bir oldu, fincanı yakalamak için elimi biraz fazla sert uzatmış olacaktım ki fincan bir anda kırıldı.


‘’Hiç fena değil.’’ dedi Konrad, yüzünde yine memnun bir ifade vardı. 

 

‘’Sanırım şu ana kadar gördüklerim arasında en muhteşemi bu.’’ diyebildim sadece.


‘’Daha yapabildiği çok şey var, şu ana kadar çok ilerleme kat ettik ama hala stabil değil.'’ dedi.


‘’Başka ne yapabiliyor ki?’’ diye sordum, şahsen sadece yer çekimini kontrol etmek bile başlı başına harikaydı.


‘’Misal plazmayı ve enerjiyi absorbe edip kontrol edebiliyor. Ama dediğim gibi, henüz çok stabil bir durumda değil.’’ dedi. Ardından Konrad yine ciddileşti, ‘’Şimdi, eğer kendi tarafını yeteri kadar tanıdıysan, şimdi sıra düşmanımızda.’’ dedi.






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 46886 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr