Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244
Düşünce kulübü, akademideki öğrencilerin toplanarak belli konular hakkında fikirlerini belirttikleri ve bu fikirler üzerine tartıştıkları bir yerdi. Tabii konuşulan tüm konuların nerdeyse Terralılar ve ne oldukları hakkında olması ve eldeki yetersiz bilgilerimizden dolayı hiçbir yere varılamamasından dolayı burası düşünce kulübünden öte bir komplo teorisi kulübü olmuştu.
Normalde bu kulübün toplantılarına katılmazdım. Onların ellerinde herhangi bir kanıt olmadan varsayımlar üzerine konuşmaları ve bunun üzerine saatlerce hiçbir ilerleme kaydedemeden tartışmaları ben de onlara karşı bir önyargı oluşturmuştu. Ama bugün buradaydım, neden bilmiyorum ama içimden bir ses bugün onlara katılmamı söylemişti, en azından dinlememi. Şanslıydım ki kendileri misafirperverdi, benim gibi kendilerine demediğini bırakmayan birini misafir olarak kabul etmişti.
‘’Hala aynı fikirlerdesin değil mi?’’ diye sordum yanımda oturan Ain’e.
‘’Merak etme, bu sefer ki iddialarım da kararlıyım. Dün hepiniz uyurken teorim üzerine epey bir düşündüm.’’ dedi kendinden emin bir şekilde.
‘’Eminim öyledir.’’
Biz konuşurken içeri uzun boylu, gözlüklü, birçok kızdan daha uzun saçlara sahip bir oğlan olan Mahleyn girdi. Ain’in anlattığına göre her gün başka bir kişi toplantıyı başlatırmış. Bugün de sıra bu ben ve Ain’den iki sınıf büyük bu arkadaştaydı.
Mahleyn tahtaya çıktıktan sonra tebeşiri alıp tahtaya bir sembol çizdi, bu sembol neredeyse Terralılarla alakalı her şeyin üzerinde bulunan bir semboldü. Mahleyn tahtaya sembolü büyük bir ustalıkla çizdikten sonra konuşmaya başladı, ana iddia bu sembolün Terralıların dilinde ‘’Terra’’ anlamına geldiğiydi. Buna kanıt olaraksa sembol üzerindeki şekillerin ve kıvrımların bizim alfabemizdeki harflere benzediğiydi.
‘’Terralılar niye bizim alfabemizi kullanıyor?’’ argümanına karşı da Terra’lıların bizi korkutmak amacıyla bizim alfabemizde yazdıklarını söylemişti.
Bu kadar zorlama argümana karşı sessiz kalamadım elbette, izin isteyip konuşmaya başladım:
‘’Erda’nın en iyi dil bilimcileri bile Terralıların konuştukları dili çözemedi, sen sadece birkaç tane sembole bakarak mı çözdün?’’
Terralıların dili kendileri kadar büyük bir gizemdi. Bazı spesifik Terralı kelimelerini bilsek de genel olarak dillerine ait hiçbir bilgimiz yoktu. Kendi aralarında artık ne koşuyorlarsa yapısal olarak bir duyduğumuz diğerini tutmuyordu. Dilleri hakkında bildiğimiz yarım yamalak bilgileri yan yana getirince ortaya çıkan şey dil bilgisi kurallarından yoksun saçma sapan bir şeydi.
‘’Peki, senin fikrin nelerdir bu konuda?’’ diye sordu Mahleyn. Kendi fikrini savunmak yerine ‘’sen çok biliyorsun ya’’ tarzında geçiştirmişti beni.
Biraz düşündükten sonra, ‘’Alttaki şey bence bir gezegen veyahut yıldızları. Belki de ‘Terra’ kelimesi o ikisinden birinden geliyordur.’’ dedim, ardından kürenin üzerindeki şeyi inceledim; sağa ve sola doğru açılan şey iki şey ve yukarı doğru uzanan bir şey vardı, yukarı uzanan tarafı belli bir noktada kıvrılıyordu. O an kafamda bir şimşek çaktı:
‘’Bir kartal veya şahin, belki de bir atmacadır.’’
Son sözlerimi yeni bir şey keşfetmiş olmanın (kesinliğinden emin olmama rağmen) heyecanıyla sesim biraz yüksek çıkmıştı. O an düşünce kulübündekilerin niye bu işi yapmayı sevdiklerini anlamıştım. Bir şeyleri yeni bir bakış açısıyla bakmak, yanlış bile olsa farklı bir perspektiften bakmak.
Hem mantıksız bir şey de değildi bence, kartal gücü simgelerdi. Ayrıca yırtıcı veya mitolojik kuşlar tarih boyunca ülke bayraklarında çok kullanılmış şeylerdi, İmparatorluğun bayrağında da ‘’Tugur’’ vardı misal. Eğer Terralılar her nerden gelmişse kartal veyahut ona benzer bir canlıdan bizim gibi etkilenmiş olma ihtimalleri yüksekti. Gerçi bu onların düşünen bir medeniyet olduğuna bir işaret olurdu...
Tam o sırada ön taraflardan birkaç kişi gülmeye başladı benim fikrimi öne sürmemle birlikte.
‘’Kartal mı? Uzaya açılmış bir medeniyet sence bir kuşu sembol olarak kullanır mı?’’ dedi Mahleyn.
Tam ağzıma açacağım sırada Ain ayağa kalkıp beni benim yerime savunmaya başladı, ‘’Neden olmasın? Terralılar da muhtemelen zeki bir medeniyet sonuçta. Hem, varsay ki değiller, kendi teorimde dediğim gibi yaratıcıları kartal sembolünü kullanmış olabilir. Kendileri de yaratıcılarını yok edince onların sembollerini kullanmaya devam etmiş olabilir.’’
‘’Gerçekten teorine yaptığın ekleme bu muydu?’’ diye söylendim kendi kendime. Ain kesinlikle aptal biri değildi, hatta zehir gibi bir kafası olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdim. Ama iş sıfır bilgiyle komplo teorileri üretmeye gelince fazla uçuyordu.
‘’Peki
onların makine olduklarını nasıl anladın? Sadece mekanik
teknoloji kullanmaları bence bir kanıt oluşturmaz.’’ dedi ön
sıralarda oturan adını hatırlamadığım kıvırcık saçlı bir
çocuk. ‘’Makine demedim, sadece silah olarak üretildiler
dedim.’’ diye kestirip attı Ain.
Onlar tartışa dururken ben de kravatımla oynamaya başladım, bu askeri okula katıldıktan sonra edindiğim bir tikti. Genellikle etraftaki insanlar birbirine bağırıp çağırıp sonsuz bir döngüye girdiklerinde ister istemez böyle yapardım. O sırada kravatımla oynarken aklıma bir şey geldi, bunu geçen günkü sınıfta olan tartışmada da dile getirmiştim gerçi. Ayağa kalkıp konuşmaya başladım:
‘’Hepiniz Terralıların ne oldukları hakkında kendinizce yorum yapıyorsunuz. Biriniz silah diyor, diğeriniz kovan zihniyle yönetilen makineler, bazılarınız şeytan, bazılarınızsa aklımızın alamayacağı kadar ileri ve aşmış bir medeniyet olduğunu söylüyor. Peki ya bunların hiçbiri değilse?’’
Sağ tarafımdaki sıralardan birinde oturan iri yarı bir çocuk konuştu, ‘’İnsan olacak halleri yok ya?’’ sesi alaycıydı.
‘’Muhtemelen değillerdir, ama demek istediğim, elimizdeki kısıtlı bilgilerle yapacağımız yorumlarla hiçbir yere ulaşamayız. Daha biyolojileri hakkında dahi elde tutulur bir bilgimizin bile olmadığı bu şeyler hakkında sırf bize öyle mantıklı geliyor diye yorum yapmak bence saçma.’’ dedim.
Ben herkesin bana sövüp saymasını beklerken hiç kimse konuşmadı. Hiç kimsenin de yüzünde sinirli veyahut irrite olmuş bir ifade yoktu.
Tek bir kişi hariç.
Sınıfın en köşe ve gözden uzakta olan bir yerine oturmuş kitap okumakta olan İstaf adındaki bir Valisten Teokrasi’si göçmeniydi bu. Bir anda herkes ona dönmüştü, kısa süre sonraysa çocuk dayanamayıp hızlı adımlarla sınıfı terk etmişti. Hiçbirimiz yorum yapmadık, onu anlayabiliyorduk, Teokrasi’den (artık Teokrasi diye bir yer yoktu gerçi) gelmişler aramızda Terralılara karşı en çok nefret duyanlardı.
Savaşın en kirli yüzlerinden biri soykırımdır. Eski ve yeni kıtalar sayısız savaşlar görmüş ve bunun da getirisi olarak sayısız kez soykırımlara şahit olmuştu.
Ama işin ilginci, sadece sekiz yılda tarihin en kanlı savaşı savaşı ünvanını elde eden Terralı Savaşı sırasında ''bir an'' hariç bir kere bile soykırım yaşanmamıştı. Özellikle insan olmayan ve insani değerlere de doğal olarak herhangi bir bağlılık duymayan Terralılar için savaş suçu işlemek çok da rahatsız edici bir şey olmazdı. Savaş sırasında ölenlerin çoğu bombardımanlar veyahut muharebeler esnasında can vermişti. Sivil ölümleri sıkça yaşanmış olsa da ‘’soykırım’’ diye itham edebileceğimiz bir durum yaşanmamıştı.
Ama dört yıl önce Teokrasinin başkenti olan Baş-Kutsal'da olanlar, işte onlar dehşet ve korkunun ete kemiğe bürünmüş haliydi, eğer Terra’lıların bir tanrısı vardı ise onları kesinlikle o gün için affetmeyecekti...
Olay hakkında anlatılanlar farklılık göstermekle birlikte (olaya çok az kişinin şahit olması ve yaşattığı travma sebebiyle) genel hatlarıyla olan şey, bir Terralı gemisinin atmosferden içeri girmesi ve bir anda yaşanan bir ışık patlaması ile tüm şehri yok etmesiydi.
Tam anlamıyla yok etmesi, bu esrarengiz olayın sonrasında şehre dair hiçbir kalıntı kalmamıştı...
O günden kısa bir süre sonra Birleşik Savunma Kuvvetleri Yüksek Karargahına bir mektup gelmişti. Mektup Teokrasi topraklarında yaşanan olayların kendi kontrolü dışında yaşandığını, bu ''insanlık'' dışı (evet, aynen böyle yazmışlardı) olayda emeği geçen herkesin cezalandırılacağını ayrıca yaralarımızı sarmamız için üç ay tek taraflı ateşkes yaptıklarını söylemişlerdi, mektup bizim dilimizde yazılmıştı. Bu Terralılarla kurulmuş ilk iletişimdi, yaptıkları bir soykırım sonucu yazdıkları bir özür mektubu...
Hükümetler sonradan bu mektubu ‘’Terralılar bizle dalga geçiyor’’ diye medyaya pazarlayarak halkın savaşa olan isteğini arttırmaya çalışmışlardı, nispeten başarılı olmuşlardı da. Ayrıca bugün ki kale gibi savunma sistemleri ile güçlendirilmiş şehirlerin sebebi de bu tarz bir felaketin bir daha yaşanma ihtimalidir, her ne kadar Terralılar yazdıkları mektupta özür dilemiş ve bir daha olmayacağını dile getirmiş olsalar da... Takdir ederiniz ki pek de güven vermemişlerdi.
İşin garibi, Terralılar dalga falan geçmemişti, gerçekten de üç ay boyunca bir kere bile saldırmamışlardı, bu da aslında Terralıların yine düşünebilen bir ırk olmasının yanı sıra kendince ahlaki değerleri olan bir ırk olduğunu da göstermez miydi?
Belki de, gerçi ne fark ederdi ki?
…
Hızlıca kılıcımla İko’ya doğru atıldım, İko ise sakince karşılayıp geri çekildi, ardından hızlıca tüfeğini çekerek ateş etmeye başladı. İlk önce zıplayıp havaya çıktım, ardından etrafında daireler çize çize hem atışlar kaçıp hem bir açığını bulmaya çalıştım. Yapmaya çalıştığım şeyi fark etmiş olacaktı ki kendisi de havalanıp bana doğru saldırmaya başladı, kısa süre sonra ikimizde alçak irtifada uçarak birbirimize ateş açıyorduk.
Bu döngüyü ilk bozan o oldu, bir anda üzerime doğru atıldı. Kaçarsam kendimi daha da zora sokacağımı düşünüp kaçmaktansa boş elimle hemen kılıcımı çekip hemen olası bir saldırısını karşılamak üzere durdum. O sırada İko hemen ters köşe yaparak geriye çekildi ve ateş etmeye devam etti, ben o sırada üzerime atılmasını beklediğimden hareket edemedim elbette.
‘’ Acemi Aliya, etkisizi hale getirildi.’’ diye anons geçti Bayan Theslaff. Kendime küfrettim içimden, aynı numarayı İko’dan üçüncü yiyişimdi. Her zamanki gibi ‘’rakibim fazla güçlüydü’’ diye kendimi teselli edemedim bu yüzden.
Bir süre sonra üsse döndük, yavaşça Jatlanımdan inip gerinmeye başladım.
‘’Aliya!’’
Adımın zikredilmesi ile sağ tarafıma dönüp bana doğru koşturan İko’yu gördüm, yüzünde her zamanki samimi tavrı vardı. ‘’Bu sefer daha iyiydin, ama gel gör ki yine numaraya düştün.’’ dedi.
‘’Bazılarımız asla adam olmuyor.’’ diye söylendim.
‘’Deme öyle Aliya, gayet iyiydin. Sadece acele etmemen gerekiyor.’’ dedi beni teselli etmeye çalışırken.
‘’Peki, öyle olsun.’’ diyerek daha fazla uzatmadan konuyu kapattım. Hiç istemediğim bir şey varsa o da İko gibi biriyle tartışıp kalbini kırmaktı (ki emin olun bu aşırı kolaydı).
İko’yla birlikte hangardan çıkıp pistin yakınlarında bir süre dolaştık, bu sırada pistin yakınlarındaki bir bankta oturmuş sohbet etmekte olan Ain ve İstaf'ı gördük..Düşünce kulübünde yaşanan şeyden sonra Ain çocuk için ne kadar üzüldüğü ve ilk boş vaktinde onun gönlünü almak istediğini söylemişti. Görünüşe bakılırsa gönlünü almanın da ötesinde oldukça iyi anlaşıyorlardı, en azında gülen yüzlerine bakılırsa öyle gözüküyorlardı.
İko’nun yüzünde onları görünce hınzır bir gülümseme oluştu. Daha o konuşmadan ne diyeceğini bildiğimden kendimi hazırladım.
‘’Bence şimdiden çok yakıştılar.’’ dedi tebessümle.
‘’Abartma, daha konuşmaya başlayalı bir gün bile olmadılar.’’ dedim cevap olarak.
İko’nun bir diğer özelliği aşırı romantik bir kişiliği olmasıydı. Bu romantiklik Terralılarla anlaşılabileceğini iddia etmesi gibi politik ve sosyal meselelerden tutun, sınıf arkadaşlarını birbiri ile yakıştırıp onlara ilişki tavsiyeleri vermek gibi şeylerdi. Ve evet, şu ana kadar bu konuda kazandığı savaş yoktu.
‘’Hadi ama Aliya, ilk görüşte aşk diye bir şey hiç duymadın mı?’’
‘’Duydum duymasına da gerçekliğinden pek emin değilim.’’
‘’O zaman emin olmalısın.’’
Banka yaklaşınca ben yönümü değiştirip başka bir tarafa gitmeye başladım.
‘’Nereye gidiyorsun?’’ diye sordu İko.
‘’Yüzümü bir su çarpıp geleceğim.’’ dedim.
‘’Peki, görüşürüz.’’ dedi İko, Ain ve İstaf’ın oturduğu banka doğru giderken. Onu gidişini izlerken içimden Ain’e ve İstaf’a sabır diledim, ihtiyaçları olacaktı...
…
‘’Performansınıza bakılırsa bazılarınız düşmanımızı ciddiye almıyor.’’ dedi Bayan Theslaff sert bir sesle. herkesin uçuşu bitince hepimizi sıraya dizip nutuk vermeye başlamıştı.
‘’Bakın, belki size fazla baskıcı geliyordur dediklerim. Ama tek amacım hayatta kalmanız. Bu halinizle ise bu tek kelimeyle imkansız! Düşmanınız fırsatını bulduğu ilk anda sizi öldürmek için her şeyi yapabilecekken özellikle.’’
Bayan Theslaff iş savaş ve Terralılar olunca normalde olduğu halinden daha sert ve daha net ve daha kapalı kutu birine dönüşüyordu. Alta Savaşının kahramanlarından biri olarak bize bir kere bile bu savaştan bahsetmemişti. Kendisinden anılarını veyahut deneyimlerini paylaşmasını rica ettiğimizde ise ya görmezden geliyor ya da sert bir şekilde azarlıyordu.
Savaş korkunç bir şeydi, bazı savaş gazilerinin savaşın bahsi bile açıldığında nöbet geçirdikleri bildiğim (ve ne yazıkki şahit olduğum) bir şeydi. Ama Bayan Theslaff’ın psikolojik durumu oldukça iyi gibiydi. Yani normal gazilerle karşılaştırdığımızda elbette...
Diğer bir durumsa Terralılara karşı takındığı tavırdı. İnsanlık tarihinin en kanlı muharebelerinden birinde Terralılara karşı savaşmış biri olarak Bayan Theslaff’ın bir kere bile onları aşağıladığını duymamıştık. Öyle ki bizim dahi onlara hakaret etmemize müsaade etmiyordu. Normal de bunu düşmana saygı olarak yorumlayabilirdik, ama Bayan Theslaff’ın ki saygıdan farklı bir şeydi sanki.
Bir keresinde kendisine ‘’Terralıların kasklarının altında bir şey var mı?’’ diye sormuştuk, kendisi ise yüzünde hüzünlü bir gülümsemeyle ‘’Var, pek yakışıklıydı.’’ diye yanıt vermişti, sonradansa her zaman ki ciddi ve melankolik ifadesine geri dönmüştü. Bir daha da o konu hakkında yorum yapmamıza izin vermemişti. Muhtemelen alaylı bir cevap olsa da insanı düşündürüyordu. Kendisi is Terralılara geldiğinde insanların çoğu gibi sinirli, öfkeli veyahut korkmuş değildi, daha çok hüzünlüydü...
‘’Bir dahakine aynı hataları görmek istemiyorum, şimdi çıkabilirsiniz.’’ dedi.
‘’Anlaşıldı efendim!’’ dedik hepimiz selam dururken.
Bayan Theslaff, selamımıza hızlı bir şekilde karşılık vererek oradan uzaklaştı. Bizse soyunma odasının yolunu tuttuk. O sırada düşündüm, Bayan Theslaff her ne yaşamışsa onda Terralılara karşı farklı bir bakış açısı oluşturmuştu. Peki bunlar savaş gazisi birinin karışık hatıraları mı, yoksa gerçeği görmüş birinin düşünceleri miydi? Yoksa bir delini saçmalamaları mı?
Muhtemelen kendisi ağzını açmadığı sürece asla öğrenemeyeceğimiz...
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..