Orbis Kıtası, gücün hükmettiği büyük bir kıtaydı.
Vasillas krallığı Orbis'in en doğusunda ki verimli topraklara hükmeden küçük krallıklardan sadece birisiydi. Kurulumundan beri beş yüzyıl geçmesine rağmen hala yıkılmamıştı. Bu; küçük bir krallık için kayda değer bir başarıydı.
Vasillas krallığının en doğusu büyük deniz Megalo'ya açılıyordu.
Burada Portus adında Vasillas krallığının en büyük ikinci şehri bulunuyordu. Bu şehir şuan ki kral II. Albert de Vasillas'ın erkek kardeşi Alfred de Portus tarafından yönetiliyordu.
Portus şehrinin şehir lordu konağında hava gergindi. Çünkü şuan madam doğum yapmak üzereydi. Portus ailesinin yedinci evladı doğmak üzereydi.
Düşes acıyla dolu bir şekilde süslü bir yatakta inliyordu. Oda mor renklerin ağır olduğu mobilyalarla dekore edilmiş, bazı beyaz altın eşyaların bulunduğu büyük bir odaydı.
Düşesin saçları morun en açık renginde, gözleriyse sarının en koyu rengindeydi. Mor saç rengi Orbis kıtasında garipsenecek bir şey değildi. Çünkü bazı ailelerin soylarında ki farklılıklar onların dış görünüşlerini ve güçlerini etkiliyorlardı.
Arşidüşes acı içinde inlerken gözleri büyüdü. Öncekinden daha acılı bir şekilde inlerken, odada ki tüm hanımlar endişelendi.
"Neden böyle oluyor? Önce ki prenslerin ve prenseslerin doğumunda bu kadar zorlanmamıştı!"
"Unutmayın ki madam bir büyücü! Bu yüzden fiziksel olarak zorluk yaşamaz!
"Hazırlanın geliyor!"
* * *
O sırada İstanbul'dan Japonya'ya bir yolcu uçağı kalkmıştı. Uçak havalimanından ayrıldı ve Japonya'nın bulunduğu Asya'ya doğru uçuşa geçti.
Uçağın Business Class bölümünde şık takım elbise giymiş yakışıklı bir genç adam vardı. Gözlerinde ki heyecan pencereden bakarken her saniye yükseliyordu.
Sarı saçlara ve okyanus mavisi gözlere sahipti. İsmi Berke Yıldız'dı. Kendisi Türkiye'nin önde gelen ailelerinden birisinin üyesiydi.
Yıldız ailesinin büyük bir gıda şirketi vardı. Ve Japonya'nın çeşitliliğini Türkiye'ye getirme görevi kendisine verilmişti.
Ve bu kendisini kanıtlaması için verilen bir şanstı.
Yıllardır bir şans istiyordu ve sonunda ayağına gelmişti. Kendisi Yıldız ailesinin has üyelerinden değildi. Aksine playboy babasının yaptığı bir kazaydı. Bu yüzden şirket üzerinde pek bir hakkı yoktu.
Ancak yaptığı yolculuk başarılı geçerse, büyük bir iş başarmış olacak ve gerçek bir aile üyesi olarak görülecekti. Bu çocukluğundan beri çektiği aşağılanmanın bedeli olacaktı.
"Ah... İbnenin evlatları."
Berke derin bir şekilde iç çekti.
Ailesi onu sevmiyorken, o da onları hiç sevmiyordu. Ancak bunları düşünecek durumda değildi. Gözlerinin parlaklığı artarken onları düşünme zahmetine bile girmedi.
İlk defa ülkeden dışarı çıkıyordu. Bu yüzden aşırı heyecanlı ve meraklıydı.
Japoncası sıradan bir Japon seviyesindeydi. Üstelik İngilizceyi de anadili gibi biliyordu. Bu yüzden iletişim konusunda bir sıkıntı çekeceğini düşünmüyordu.
Açık gökyüzünden, altında ki mavi okyanusa bakarken bir anda gözleri büyüdü. Nefesi hızlandı ve göğsü inip kalkmaya başladı.
Aynı anda hostesler ve görevliler duyuru yapmaya başladı.
"Sayın yolcularımız. Teknik bir arıza sebebiyle en yakın havalimanına iniş izni isteyeceğiz. Lütfen panik yapmayın..."
Berke sakinleşmeye çalışsa da bir anda gözleri kapandı. Etrafta ki sesleri duysa da gözlerini açamıyordu. Fakat etrafta ki seslerin yavaşça uzaklaştığını fark etti ve tamamen karanlık bir ortama geçti.
Tam o sırada kalbinin durduğunu hissetti.
...
"Tebrikler hanımım!"
Odadaki doktorlardan birisi elinde siyah saçlı bir bebek tutuyordu.
Bebeğin teni bembeyaz, yüzünde büyük bir gülümseme vardı.
Tüm doktorlar şaşırsa da buna dikkat edecek zamanları yoktu.
"Şifacı girebilirsin!"
Gümüşümsü kapı aniden açıldı ve üzerinde beyaz bir cüppe bulunan rahip girdi. Elinde altın renkli bir asa vardı.
Ellerini asanın etrafında birleştirdi ve dua etmeye başladı.
"İyileştir!"
Rahibin duası bittikten sonra madamın etrafında süt beyazı bir parıldama oluştu. Parlama yavaşça kaybolurken, madamın yüzünü sağlıklı bir kırmızı aldı.
Düşes yavaşça uykuya daldıktan sonra odanın kapısı tekrardan açıldı ve içeriye dev gibi bir adam girdi.
Adamın girmesiyle etrafta ki herkesin sesi kesildi.
Adam ilk önce yatakta rahatça yatan madama ardından bebeğe baktı. Bebeğin siyah saçlarını görünce sert yüzü yumuşadı.
Ancak hızlıca eski acımasız ifadesini geri takındı. Eliyle bebeği gösterirken ağzından sadece bir kelime çıktı.
"Altair."
Bebeğin gözleri en başından beri kapalıydı. Ancak ismini duyduğunda iki gözünü de aynı anda açtı.
Cam gibi mor ve kırmızı gözler. İki gözü de farklı renkteydi. İkisi de o kadar güzel gözüküyordu ki bir koleksiyoncu bu gözler için çıldırırdı.
Ancak gözlerin güzelliği kimseyi hayran bırakmadı.
Ölüm korkusu ile kasvetle doldu oda bir anda.
Bebeğe isim veren adamın vücudu titremeye başlamıştı.
O anda adamın elinde bir kılıç belirdi ve hızlıca bebeğe savurdu.
Kılıcı savururken gözyaşları döküyordu.
Kılıcın gücü bebeği dünyadan silmek üzereyken bebeğin önünde yaşlı bir adam belirdi.
Tink!
"Efendi Alfred aceleci davranmayın!"
Yaşlı adam Alfred'in kılıcını durduğunda bağırdı. Elinde gümüş bir kılıçla Alfred'in bebeği öldürmesini engellemişti.
"Hill! Sende neler olduğunu biliyorsun. Onu öldürmemiz gerek. Onu öldürmeliyiz." Alfred kılıcını çekti ve bağırdı.
Sesinde ki nefret ve korku odada ki herkesin kanını donduracak cinstendi.
"Tanrıça'nın emirlerini yok saymak mı istiyorsunuz?! Bu bize verilen emirlerin en büyüğüdür."
Hill'in gözleride Altair'a bakarken titriyordu. O da bu çocuğu öldürmek istiyordu. Çünkü böyle birisi yaşamamalıydı.
Ancak Işık Tanrıçası'nın emirlerinin en başında çocuklarla ilgili bir emir vardı. Bunu yapan artık ışık tanrıçasının kutsamasını alamazdı. Tüm Vasillas krallığında art arda felaketler yaşanırdı.
Altair ise bunlardan habersizmiş gibi etrafa bakıyordu. Mor ve kırmızı gözleri güneş ışığının etkisiyle parlıyordu. En güzel mücevherlerden bile güzel gözleri olmasına rağmen, etrafta onu öldürmek için kavga ediyorlardı.
O sırada yatakta yatan madamın kaşları çatıldı ve aniden gözlerini açtı. Etrafta ne olduğunu anlamaya çalışırken gözleri Hill ve Alfred arasında gidip geldi.
Neler olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi..
Biraz bakındıktan sonra yaşlı doktorun kucağında ki bebeği gördü. İlk başta sevinse de, sevinci anında söndü.
"Neden benim çocuğum olmak zorundaydı!"
Alfred karısının halini görünce elinde ki kılıcı yere attı ve hızlıca onu teselli etmeye başladı. Onun da gözleri hafifçe dolmaya başlamıştı.
Hill yavaşça sakinleşmeye başladı ve bir öneri sundu. "Çocukları öldürmemiz yasaklandı. Yetişkinleri değil, yetişkinlik törenin de öldürebiliriz."
Hill'in önerisi madamın omuzlarının titremesini artırmıştı. Bir anne için çocuğunu öldürmek için büyütmenin ağırlığı anlaşılabilirdi.
"Böylece en azından onun 16 yıl rahat bir şekilde yaşamasına izin verebiliriz. Ama onu ortalığa çıkarmamalıyız. Aksi takdirde Kara Haç'ın eline düşebilir. Bu onun içinde bizim içinde felaket olur."
Hill, Alfred'e doğru diz çöktü ve elini kalbine koydu.
"Ben Kraliyet korumalarının yardımcı kaptanı Hill olarak arzunuzu yerine getireceğime yemin ediyorum!"
Alfred sakinleşti ve gözleri eskisinden daha da soğudu.
"Dediğin gibi yapalım. Bundan sonra Altair diye biri hiç doğmadı. Düşesin doğumu kötü geçti ve çocuk ölü olarak doğdu."
"Evet. Majesteleri!"
O gün Altair diye biri hiç doğmamıştı.
...
Kitap 1: Hiç Doğmamış Gibi
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..