Oklar hızlıca üstlerine yağmaya başladı. Takım, sağa sola dağıldı ve saklanmaya başladı. Herkesin aklı karışmıştı, birbirlerinden bağımsız şekilde hareket ediyorlardı. Tüm bu kargaşanın ortasında Pelleas’ın aklına bir fikir gelmişti, bunu duyurmak için avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Pelleas “Beni dinleyin…” dedi, eliyle büyük bir kayayı gösterip, “…şu kayanın arkasına koşun, orada daha rahat konuşuruz, bir planım var!” diyerek kayaya doğru koşmaya başladı. Griffith, Laveyan ve Victoria, kafalarını anlaşıldı şeklinde aşağı yukarı salladı. Hepsi aynı anda, arkalarından oklar yağarken kayaya doğru koşmaya başladı. Herkes kayaya vardığında Pelleas konuşmaya devam etti.
Pelleas: “Peki, beni iyi dinleyin. Fark ettiniz mi bilmem ama okların hızı her dakika eşit hızda artıyor, yani bunun bir mekanizma ile kontrol edildiğini varsayıyorum. Birlikte hareket edip, mekanizmaları kırmamız gerek. Ayrıca okların gövdesi gürgen ağacından yapılmış, güçlü bir ağaç türü kendisi, bu yüzden şu anki uyduruk kılıçlarımız biraz zorlanabilir ama yapabileceğimize inanıyorum. Okların geldiği yöne doğru koşun, büyük ihtimalle mekanizma oradadır. Şimdi ayrılalım ve teker teker mekanizmaları bulup, kıralım. Kırdıktan sonra burada buluşalım."
Laveyan: “Okların geldiği yöne doğru gitmemiz ne kadar doğru ki? Sonuçta ne kadar yaklaşırsak, o kadar okun kafamıza girme olasılığı artmaz mı lan?”
Pelleas, Laveyan’a dik dik bakarak “Başka planımız var mı?” dedi. Laveyan biraz düşündü, “Eh, bu taraf bende!” diyerek geçiştirdi ve sağ tarafa doğru koşmaya başladı. Laveyan’ın gitmesiyle Griffith, Victoria ve Pelleas da ayrıldı.
Griffith başka bir kayanın arkasına geçti, okları izlemeye başladı. En sık okun geldiği yeri tespit ettikten sonra derin bir nefes aldı, kendini hazır hissettiği anda koşmaya başladı. Üstüne gelen okları kılıcı ile savuşturuyordu fakat bazıları yüzünü sıyırıyordu, ufak çiziklerle kurtulan Griffith, mekanizmanın olduğu ağacın altına gelmişti. Mekanizmanın tam altında olduğu için kör noktada sayılırdı. Yavaşça ağaca doğru tırmanmaya başladı, mekanizmanın yanına kadar tırmanınca, kılıcı ile mekanizmayı kırdı. Neredeyse yerin beş metre yukarısındaydı. Hemen aşağı inip buluşma noktalarına doğru koştu. Buluşma noktasında sadece Laveyan vardı.
Griffith: “Diğerleri daha gelmedi mi?”
Laveyan: “Yoo, gelmediler.”
Griffith biraz düşündü; tekrar Laveyan’a dönüp, “Hadi gidip şunlara bi’ bakalım.” dedi. Laveyan kayanın arkasından çıkıp, rahatını bozmak istemiyordu ama daha ilk günden kötü bir imaja sahip olmak da istemiyordu, bu yüzden Griffith ile beraber yardım etmeye gitti.
Victoria’yı bir yerde saklanırken gördüler, hemen yanına ilerlediler. Oklar hâlâ yağıyordu ancak öncekinden daha az şiddetliydi, muhtemelen diğer iki mekanizmayı kırınca şiddeti bayağı bir kesilmişti. Victoria’nın yanına geldiklerinde, bacağının üst tarafına ok saplandığını gördüler.
Laveyan telaşlı bir hâlde “Hey, hey, iyi misin?!” dedi. Griffith kaşlarını çattı ve “Senin bacağına ok girse iyi olur muydun, geri zekalı?!” diye çıkıştı Laveyan’a.
Victoria: “Tartışmayı kesin. Ben iyiyim, sadece ufak bir sıyrık…”
Griffith: “Ufak bir sıyrık mı? Bacağında kolum kadar bir delik var farkındasın, değil mi? Ayrıca çok kan kaybetmiş olmalısın.”
Griffith kıyafetinden bir parça kopartmak üzereyken, Victoria “Gerek yok, ben yaparım.” diyerek Griffith’i durdurdu ve kendi kıyafetinden bir parça kopartıp, kendi yarasını sardı.
Laveyan: “Pekâlâ… Burada tüm olay çözülmüş gibi duruyor, Pelleas’ı mı bulsak?”
Griffith: “Bence de. Ama ilk önce, Victoria’nın kıramadığı mekanizmayı kırmamız gerek.”
Victoria: “Öhöm, öhöm, kıramadığı demesek? Senin bacağına ok girse, sen de kıramazdın.”
Griffith büyük bir gülümse ile “Ama girmedi ve kırdım değil mi?” dedi, Victoria’ya karşı alaycı bir tavırla.
Laveyan ve Griffith, mekanizmanın bulunduğu ağaca doğru koşmaya başladı. Okları savuşturmakla uğraşıyorlardı. Oklardan birisi Laveyan’ın kolunu feci bir şekilde sıyırdı. Canı yanan ve nefes nefese kalan Laveyan, adrenalinle dolmaya başladı. Gözleri masmavi olmuştu, tuttuğu kılıcın etrafını turkuaz rengi alevler sarmalamıştı. Griffith şaşırmıştı ve ne olup bittiğini anlayamamıştı. Laveyan kolunu iyice gerdi, “YETER BE!” diye bağırarak, alevli kılıcı mekanizmaya doğru fırlattı. Kılıç, mekanizmaya tam isabet etmişti. Fakat mekanizma kırılsa da mekanizmanın bulunduğu ağaç da yanmaya başlamıştı.
Laveyan kahkaha atarak “Kaaanka! Bu ağaç yıkılıyo’ haa!” dedi. Griffith orman yangınından korktuğu için, ayrıca Laveyan’ın yaptığı şeyin ne olduğunu bilmediğinden dolayı, donuk bir ifade ile hem ağaca hem de Laveyan’a baktı.
Griffith: “Söndür lan şunu artist!”
Laveyan: “Hehe, o kendiliğinden söner boş ver sen, Pelleas’ı bulalım.”
Griffith: “Eh, peki…”
İlk önce Victoria’yı alıp gitmek istediler fakat Victoria kendi başının çaresine bakmak istediğini, sendelese bile sonra tek başına yanlarına geleceğini söylemişti. Beraber, Pelleas’ın yanına ilerlediler. Ancak zaten herkes gelene kadar, Pelleas mekanizmayı etkisiz hâle getirmişti bile.
Pelleas: “Galiba bu kadardı. Siz de bir şey var mı, yaralandınız mı?”
Griffith: “Bende bir şey yok. Laveyan kolundan hafif yaralı, Victoria’nın ise bacağına ok girmişti. Ama şu an da herkes iyi. Ve cidden düşündüğün gibi bir mekanizma varmış sayende geçtik sayılır.”
Gülümseyerek “Herkesin iyi olmasına sevindim. Ayrıca benim sayemde demem doğru olmaz, takımca bu işi hallettik, ha?” dedi Pelleas. Ardından çalılıkların arasından alkış sesleri gelmeye başladı, herkes dikkatini o tarafa vermişti. Yavaşça çalılıklardan çıkan kişi Pandora’dan başkası değildi.
Pandora: “Vay canına! Sadece birkaç dakikada anlaşıp, beraber bu sınavı geçmeniz… Çok şaşırdım, tebrik ederim.”
Griffith: “İlk eğitimimizde bizi ölüme yollamak falan… Biraz ağır değil mi?”
Pandora: “Bu adaya ölümü göze alarak geliyorsunuz, Griffith. Bir xent muhafızı olduğun zaman, bundan katbekat daha zor görevlerle karşılaşacaksın.”
Griffith: “Da-Daha zor mu?”
Pandora: “Ayrıca bu aslında gerçek bir giriş sınavıydı. Takım çalışması, düşünce şekli, kılıç stili, soğukkanlı kalabilme gibi bir sürü davranışınız çok önemliydi. Hepiniz sınavı geçtiniz, artık tam olarak burada bir öğrencisiniz.”
Her ne kadar bir şey demese bile, Laveyan içinden saydırmadan edemiyordu. Sadece giriş sınavına bile haber verilmeden sokulmaları, iki kişinin neredeyse ağır yaralanması gibi etkenler, Laveyan’ı kızdırmıştı. Griffith de pek farklı değildi, ancak ortama hemen ısınabilen birisi olduğu için görmezden geldi.
Pandora boğazını temizler gibi bir ses çıkartarak konuyu dağıttı, “Pekâlâ,” dedi, “şimdi birazcık ada gezintisi yapacağız, hem belki böylece kaynaşmış oluruz, ha?” diye de ekledi. O sırada bir fayton yanlarına doğru yanaştı. Pandora faytonun kapısını açtı, elini içeri doğru “hadi girin” anlamında uzattı. Takım faytonun içine girip oturdu. Herkes yerleştikten sonra, fayton kuzeye doğru hareket etmeye başladı.
Pelleas: “Hocam, tam olarak nereye gidiyoruz?”
Pandora: “Takashi Ito’nun anıtına.”
Takashi Ito’nun adını duyan Griffith bir anda heyecanlandı. Shatentler kitabından bahsetmek istemiyordu; alttan alttan, gizlice sorular yöneltmeye karar verdi.
Griffith: “Takashi Ito tam olarak neler yaptı, genişçe anlatabilme şansınız var mı?”
Pandora: “Hımm, bir düşüneyim bakalım… Direniş’i kurdu, Takania Adası’nı eğitim yeri haline getirdi, ‘Hain’i sürgün etti ve bu liste böyle gider daha.”
Shatentler hakkında bilgi alamayan Griffith’in üzüntüsünü, “Hain” diye bahsettiği kişiye ilgisi bastırdı. Ancak Griffith sorana kadar, Laveyan “Hain de kim?” sorusunu sormuştu bile.
Pandora: “Hain’in adını çok anmayı sevmiyoruz, çünkü açtığı izler hâlâ kapanmadı. Hain, Ryuu Ito’nun ta kendisi…”
Laveyan: “Ito mu? Takashi ile akraba bağları mı var?”
Pandora “Takashi ve Ryuu farklı babalardan kardeşler.” dedi, derin bir iç çekerek “Ancak bilirsiniz, beş parmağın beşi de bir değildir.” diye ekleyerek de akıllarda soru işareti bırakaraktı. Bu kısa sohbetin sonunda anıta vardılar.
Geldikleri yer hafif bir ormandı, etrafta olan ağaçlar uzunca idi. Ağacın yaprakları, güneşin ışınlarını desenli bir şekilde yansıtıyordu. Önlerinde aşağı yukarı on beş metre yüksekliğinde bir tepe bulunuyordu, tepenin üstündeki nehirden akan suyun yarattığı şelalenin görüntüsü cezbediciydi, yeşil ile mavinin birbirine sarılmasını resmetmişlerdi sanki. Şelalenin hemen önünde, neredeyse dört metrelik bir erkek heykeli vardı; bembeyaz bir taştan yapılmıştı, heykelin etrafının yosun tutması hem eski olduğunu anlaşılabilir hâle getirmişti hem de daha sert bir görüntü kazandırmıştı. Heykelde adam, uzun ve haşmetli kılıcını iki eliyle kavramış, baston tutarmış gibi duruyordu. Heykelin önünde büyük harflerle “Takashi Ito” yazılıydı. Arkasından akan şelaleyle birlikte asil duran, “Takashi Heykeli” tarafından büyülenmemek imkansızdı.
Pelleas: “Vay be… Buna baktıkça, kelimeler kifayetsiz kalıyor…”
Laveyan: “Sanattan pek anlamam ama… Bu cidden sanat kankaaa.”
Pandora takımın dikkatini çekmek için ellerini çırptı.
Pandora: “Anıtın önündeki yazıtları okuyun, orada Takashi Ito hakkında bilgiler yazıyor. Genel kural; adaya yeni gelen tüm öğrencilerin, Takashi Ito’nun hayatını öğrenmesi gerekli. Aklınıza falan bir şey takılırsa sorabilirsiniz.”
Pelleas, Griffith, Laveyan ve Victoria anıtın yanına yaklaştı. Koca heykelin yanında bir de yazıt vardı. Taşın üstüne, özenle kazılmış yazılarla, Takashi Ito’nun hayatı yazılmıştı. Uzun uzun yazan yazıları, bir tek Pelleas ve Victoria düzgünce okumuştu. Griffith merakından dolayı birazcık oralı olsa da okumaya üşendiğinden dolayı “kısaca yazanları Pelleas’tan sonra dinlerim” diyerek okumadı.
Aradan geçen zamandan sonra, Pandora 'herkes'in okuduğunu varsayarak, takım evine geri dönmek için tekrar faytona bindiler. Neredeyse akşam olmuştu bile, güneş tamamen batmaya yakın eve vardılar. Herkes aşırı yorgundu, ilk gün olduğu için vücutları daha alışamamıştı. Takım, yemek dahi yemeden direkt uykuya daldı.
Sabah olmuştu fakat hava hâlâ karanlıktı, Pandora kalkmıştı ve kolay olmasa da takımı da uyandırmıştı. Daha uyku modundan çıkamamış Laveyan, “Daha hava karanlık neden bu saatte kalkıyoruz ki!” diye mızmızlanıp duruyordu. Griffith ve diğerleri adaya gelmeden önce de her gün çok erken kalktıkları için onlara bir sıkıntı arz etmemişti. Öfleyip puflasa da Laveyan işin sonunda ayağa kalkabilmişti. Takım kendi kahvaltısını hazırlayıp yemişti, zaten bu süre içinde hava iyice aydınlanmıştı. Dışarıda kuşlar ötüyordu, sabahın kendine has soğukluğu ve oksijeni, insanın içinde garip bir mutluluk ve çalışma azmi oluşturuyordu.
Griffith: “Bugün tam olarak ne yapacağız, hocam?”
Pandora: “Zaten dün yaptığım sınavda, kim kılıç kullanmayı biliyor onu da ölçmüştüm. Herkes kılıç kullanmayı biliyordu, bu yüzden sizlerle hemen ‘Xent Salma Ve Şekiller’ dersine geçeceğim.”
Laveyan: “Zaten bunu yapabildiğim için bugünlük izin alabilir miyim?”
Pandora: “Tabii ki demek isterdim fakat aslına bakarsan, sen de tam olarak yapamıyorsun.”
Laveyan: “Dün beni görmediniz galiba?”
Pandora, Laveyan’ı takım içinde rencide etmemek için yavaşça Laveyan’ın kulağına yanaştı ve “Ben bu işi neredeyse on altı senedir yapıyorum, benden iyi mi bileceksin bücür?” diye fısıldadı kulağına. Laveyan anlık olarak ürpermişti, herhangi bir şey demese bile eğitime gelmeyi kabul ettiği aşikârdı.
Pandora: “Pekâlâ hadi gidelim.”
Takım, Pandora’yı takip etmeye başladı, yine sahil kenarında bir yerden gidiyorlardı. Griffith’in kafasına dank etmişti bir soru, Laveyan’a döndü, “Baksana Laveyan, aklıma bir şey takıldı.” dedi. Laveyan dinliyorum manasında baktı.
Griffith: “Mekanizmaya kılıcını fırlattığın sırada, gözlerini ve kılıcını mavi alevler sarmıştı. Yanlış gördüğümü sanmıyorum, o yüzden ne olduğunu açıklayabilir misin?”
Laveyan: “Ha, sen xent şekillendirme ne bilmiyor musun?”
Griffith: “Bilmiyorum.”
Laveyan: “Merak etme kanka, zaten şimdi eğitimde öğrenirsin.”
Griffith, Laveyan’ın kendisini geçiştirdiğini düşündü, ancak bir şey demeden yollarına devam ettiler. Yine açık bir alana gelmişlerdi ama öncekinin aksine sadece ormandı; sahil yoktu, kuşların cıvıldamasından başka ses yoktu, boş alanın etrafını uzun uzun ağaçlar siper etmişti, ortalık yeşillik doluydu, baktıkça huzur veren bir yerdi. Boş alanın hemen dışında birkaç oturak ve kara tahta vardı. Etrafta birkaç tane hedef kuklası da vardı, muhtemelen kılıç eğitimi sırasında üstlerinde çalışmak içindi.
“Evveet, eğitim alanımıza gelmiş bulunmaktayız!” dedi Pandora, bir yandan da ellerini çırpmıştı, öğrenciler dikkatini iyice versin diye.
Pandora: “Bugün dersimiz aslında sizi diğer muhafızlardan ayıran önemli bir özellik üzerine, Xent.”
Pandora’yla beraber oturak ve kara tahtanın yanına ilerlediler. Pandora eliyle oturağı göstererek “Oturun.” dedi. Cebinden beyaz bir tebeşir çıkarttı, tahtaya bir şeyler çizmeye başladı. Çizimi bitirdikten sonra kenara çekildi. Tahtaya bir insan, insanın içine bir kalp ve kalbin içinden insanın etrafına yayılan kanallar çizmişti.
Pandora tuttuğu tebeşir ile çizdiği kalbi göstererek, “Bakın.” dedi. “Xent enerjisi, tıpkı kan gibi vücuda direkt kalpten pompalanır. Bu enerjiyi herhangi bir şekle sokabilirsiniz, tabii hangi şekile yatkınsanız.” diye devam etti. Kılıcını kınısından çıkarttı, kılıcını salladı ve kılıcının etrafını yeşil alevler doldurdu. Ufak çaplı görsel şöleninden sonra kılıcı kınısına geri koydu, (geri koyarken alevler sönmüştü bile.)
Pandora: “Gördüğünüz gibi aynen böyle. Xent enerjimi kılıcıma ateş şeklinde yansıttım. Bunun aynısını ilk eğitiminizde Laveyan da yapmıştı, yani o da benim gibi ateş şekli kullanıcısı.”
Griffith gördükleri ve öğrendikleri karşısında merakı artmıştı, bu zamana kadar Lendor hiç xent enerjisinden böylesine bahsetmemişti. Victoria ve Pelleas da olaya Griffith gibi yaklaşmıştı, onlar da şaşkındı. Laveyan ise soğukkanlılıkla izliyor ve dinliyordu, zaten bildiği şeyler olduğu için pek tepki vermiyordu.
Griffith: “Ama sizin ateşleriniz yeşil renkte, Laveyan’ın ise mavi renkteydi. Bu ne demek oluyor?”
Pandora: “Güzel soru, Griffith. Kılıcın, kılıcı tutuşun, xent enerjisini salışın, şekile hakim olman ve tecrüben gibi bir çok etken fark yaratabilir. Olay kullanıcıya bağlıdır. Ama ‘senin’ sorunun cevabı ise benim kılıcımın bakır alaşımı içermesi. Bakır, ateşi yeşil rengine çevirir.”
Pandora’nın gözlemlerine göre ayrıca Laveyan’ın ateşi daha sıcaktı. Mavi, ateşin en sıcak olduğu renklerden birisidir. Pandora’nın kullandığı şekildeki ateşin sıcaklığı, Laveyan’a göre çok azdı. Bunu dile getirmek istemişti fakat yıllardır ateş şekili kullanan birisi olarak, yeni gelen bir öğrencinin ondan daha sıcak bir ateş kullanabilmesi, Pandora için utanç sayılabilecek derecedeydi.
Pandora: “Peki, başka sorusu olan var mı?”
Kimsenin sorusu yoktu artık xent kontrol etme ve salabilmeyi öğrenmeye geçebilirlerdi. Pandora, takımı açık alana geri getirdi. "Öyleyse, artık nasıl yapabileceğinizi öğretme vakti geldi.” dedi Pandora.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..