Bölüm 47: Konvoy

avatar
530 2

Düşmüş Perinin Yükselişi - Bölüm 47: Konvoy


Alastair’i tatlı uykusundan uyandıran şe, koridordaki aceleci ayak sesleri olmuştu. Uzunca bir esnemenin ardından bir süre gözlerini tavana dikti. Zihni, şu anki gerçeklikle olan bağlantısını sağlamaya çalışırken gerindi.

“Zaman,” diye düşündü Alastair gerçeklikle olan bağlantısını kurabildiğinde.

Yatağında oturur pozisyona geçti ve sırtını yatağın başlığına dayadı. Parmaklarını çıtlatmaya başladı ve ardından uykunun izlerini taşıyan gözlerini odanın küçük penceresine dikti.

Kişinin görebildiği manzara kasaba sakinlerinin evleriydi. Küçüklü büyüklü sıralanmış evler rastgele düzen ile kurulmuştu. Evlerin içindeki ve dışındaki yanan yağ lambaları insanın içini ısıtan neşeli bir görüntü oluşturuyordu.

Alastair kararmış havaya bakarken sesli bir şekilde esnedi ve yatağından kalktı. Öğlen vaktinden beri uyuyordu ve hâlâ uyumak istiyor, kendisini çok yorgun istiyordu. Sanki bütün gece tarlada nöbetçilik yapmış bir şövalye gibi hissediyordu.

‘Yüzümü yıkasam iyi gelecek gibi duruyor,’ diye düşündü.

Esnedi ve maskesini takıp koridordu kontrol etti, bomboştu. Kendisini uyandıran adım seslerini tekrar da duymadı. Odadan çıktı ve her ihtimale karşı odasının kapısın kilitledi.

Banyo ve tuvalet koridordun sonunda bulunuyordu. Sağ tarafta bulunan banyo sekiz kişilik kapasiteye sahipti ve ince bir duvarla herkese özel kabinler oluşturulmuştu. Tuvalet ise karşısındaydı. İnsanların elini yıkaması için gereken lavabolar ve hemen arkasında birbirinden ayrı altı kabin bulunuyordu.

Alastair tuvalete girdi ve içeriye bir göz attı. Ortam sessizdi, bu Alastair’in rahatlamasını sağladı. Koridora bir bakış daha attı ve ardından lavabolardan birine geçti ve maskesini hızlıca çıkartıp elini ve yüzünü yıkadı.

“Daha iyiyim!” dedi aynadan kendisine bakarken ama fazla vakit harcamadan maskesini taktı ve kendi odasına döndü.

Odaya döndükten sonra üstünü düzeltti ve eşyalarını kontrol etti. Uyurken kapısını kilitlemeyi unutmuş olduğundan dolayı dikkatli olmak zorundaydı ve eşyalarının hâlâ kendisinin üzerine olduğundan emin olmalıydı.

“Para kesesi hâlâ benimle; kılıçlar yerlerinde, cübbe de duruyor!”

Kontrolünün ardından karnı guruldadı ve bu yüzünde bir gülümseme oluşturdu. Thanael’in kendisine sağlamış olduğu yüklü miktar sayesinde güzel bir yemek yiyebileceğini düşünüyordu ama bir sonraki anda yüzü düştü çünkü hâlâ cevabını bulamadığı bir problem vardı.

‘Buradan ayrılabilmem için bir konvoy bulmam gerek. Ama… handa elimi kolumu sallaya sallaya rahatça bulabilecek miyim?’

Karnından gelen yemek mesajlarını tamamen göz ardı etti ve Küçüktoz’dan ayrıldıktan sonra nereye gitmesi gerektiğini düşünmeye başladı.

'Ya Demiryürek ya da Sarıparıltı'ya gideceğim.'

Demiryürek Kasabası adını yakınlarındaki zengin demir ve kömür madenlerinin bulunduğu mağaralardan alıyordu.

Kasabanın neredeyse tamamı bu madenlerde çalışan taşeron işçiler topluluğunun bir parçasıydı. Kasaba nüfusunun geri kalanıysa onlar ya kasabanın güvenliğinden sorumlu olan şövalye gruplarındandı ya da birkaç küçük esnaf, çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan ailelerdi.

Kasaba demir ve kömür madenlerinden dolayı da baya ünlüydü.

Demiryürek Loer ailesinin yönetimi altına almış olduğu birkaç kasabadan biriydi. Bir büyücüye sahip olmadığı zamanlarda kendileri demir ve kömür madenlerinin aracılığıyla oldukça ilerlemiş ve kendisine nam yapmıştı.

Kasabadaki her bir taşeron işçi ve şövalye grubu tamamen Loer ailesinin altında çalışan kişilerdi. Aynı şekilde Loerler kasabadaki diğerleriyle minik anlaşmalar yapmış, onları da kendi elinin altına toplamıştı. Onların ürünlerini kendilerine sattırıp işçilerine yemek ve konaklama sağlıyorlardı.

Kasaba sadece madenleriyle sınırlı kalmıyordu. Bu demir ve kömürlerinin yarısından fazlasını ham şekilde satıyor, geri kalanını da kendilerine saklayıp işleyerek silah ve zırhlar yaparak kendi elinin altındaki şövalyelerin silahlandırmayı da unutmuyordu.

Tabii, zırh ve silahların da birazı satılıyordu ama bu o kadar da gelir getiren bir yol değildi onların için.

Yine de Demiryürek onlar için temel kasabalardan bir tanesiydi.

Sarıparıltı kasabasıysa güneyde yer alan ve Richards ailesinin mülkiyeti altında bulunan yaşaması rahat ve güzel manzaralara sahip bir kasabaydı. İsmini, yazları olgunlaşmış olan buğday ve arpa tarlalarının oluşturduğu sarı manzaranın göz alıcılığından alıyordu.

Birçok kişiye göre herkes tarafından görülmesi gereken muazzam bir manzaraydı.

Kasabanın elde ediyor olduğu gelirin neredeyse tamamı buğday ve arpa hasadı sayesindeydi.

Richards ailesinin büyücülerinin de ettiği yardımlarla birlikte hasatlar normalin bir tık fazlası oluyordu ancak olabildiğince bu durum az kullanılıyordu çünkü çok fazla büyü kullanılırsa mahsuller normal bir insanın yiyemeyeceği derecede tehlikeli bir hâle geliyordu.

Elbette ki kasaba sadece gelirlerini bu ikisinden elde etmiyordu, ayrıca hayvancılıkla da bu gelirlerin bir parçasıydı.

‘Richardslar… Richardslar… 10 aile sıralamasındaki 2. sırada yer alan aile,’ diye düşünürken soğuk bir nefes çekti ciğerlerine.

Richardslar, Şafak Krallığı’nın en güçlü ikinci ailesi olarak biliniyordu ancak üçüncü sırada yer alan Loerler ile burun buruna bir mücadele sürdürüyorlardı. Belki küçük bir fark yüzünden onlardan üstte yer alıyor olabilirdi ama her an Loerler tarafından geçilebilecek durumdalardı.

Şüphesiz ki Richards ailesinin ikinci sırada yer almasının tek sebebi bu değildi. Onların kraliyet ailesiyle olan direkt bağları sayesinde bulundukları konumu koruma konusunda gayet başarılıydılar.

Kraliyet ailesinin kendilerine vermiş olduğu destek onlar için Loerlere karşı en büyük kozdu ama tabii ki bu destekler herkes tarafından göz önünde yapılan bir şey değildi.

Fakat herkes gerçeği biliyordu.

‘Richadsların bölgesine girmek elimdeki tek seçenek. Loerlerin bölgesine girmek onlara ölmediğimi göstermek ile aynı şey. Kendimi açık hedefe çevirmek gibi bir niyetim yok henüz.’

Alastair bunları düşünürken bir problem daha vardı önünde: büyü akademisi başvurusu.

‘Sarıparıltı’ya ulaştıktan sonra büyü akademilerine başvurmanın bir yolunu bulmam lazım! Bulamazsam kesinlikle işimin bittiğimin işareti olacak,’ diye düşündü sıkıntıyla.

Bir problemini çözse ardından bir başkası daha geliyor ve kendisinin sonsuz bir problemler döngüsü içerisinde sıkışıp kalmasına sebep oluyordu. Bundan nefret etse de büyü akademilerinden birinin kapısına ulaşana kadar her yolu denemek zorundaydı.

Loerlerin bölgesine girmesi gerekecekse bile girecek ve o akademilerden birine başvuracaktı.

“Azıcık daha dayanmalıyım! Sonra büyünün dünyasına atılacağım,” diyerek içindeki kararlılığı harladı kendine güvenen bir ses tonuyla.

Yüzündeki gülümsemesiyle siyah kesesini tekrar kontrol etti ve karnının kendisine olan haykırışlarını kulak verdi. Maskesini takmasının ardından babasının kılıcını beline yerleştirdi ve derin bir nefes alıp her şeyin yanında olduğundan son bir kez daha emin oldu. Ardından odadan çıktı ve kapıyı kilitledi.

Tedbirli olması gerektiğini düşünüyordu.

Gece vakti hanın lokanta bölümü ağzına kadar dolmuştu ve oldukça da gürültülüydü. Birçok insan ellerinde içecekleri ve yemekleriyle birbiriyle heyecanlı konuşmalar yapıyor, gülüyorlardı. Oldukça canlı ve memnun eden bir ortamdı.

Garip bir şekilde bar masasının önündeki tekli tabureler tamamen boştu, geri kalan masalar da tamamen doldurulmuştu. Hatta masalara ek sandalyeler eklenerek insanların oturmalarına yardımcı olunmuştu. Gececi olan garsonlar masaların arasında adeta dans ederek siparişleri alıp sıkıntısız bir şekilde geri getiriyorlar ve boşalan bardakları dolduruyor, bulaşıkları alıp mutfak bölümüne götürüyorlardı.

Her şey sıkıntısız bir şekilde ilerliyordu.

Alastair aşağıdaki doluluğu görünce maskenin ardındaki kaşları kalkmıştı. Sabahki sessiz, sakin ortamla karşılaştırdığında farklı bir dünyaya kapı açmış gibi görünüyordu adeta. Sabah şövalyeye ile yaptığı küçük atışmanın arta kalanları da temizlenmiş ve yepyeni bir masa ve sandalyeler koyulmuş olduğunu gördü.

İncelemesini kısa keserek bar masasının önündeki boş taburelerden birine oturdu.

“Sen, Dev Jerry’i yere seren ufaklık olmalısın,” dedi adam yüzündeki  sıcak gülümsemesiyle. Gözleri parıldıyordu.

Adam kırklı yaşlarının son basamaklarında olan bir adamdı. Yüzündeki ışıldayan gülümsemesiyle yüzündeki kırışıklıklar daha belirgin bir hâl almıştı ama adamın böyle bir şeyden memnun olmayacak biri değildi. Adam keldi ama gür bir bıyığı ve sakalı vardı. Siyah sakalında ve bıyığında yer yer grilikler kendini belli ediyor, kendisinin yaşının ortaya çıkmasına sebep oluyordu. Adam hafif tombuldu ve kısaydı ama kolayca yere yıkılacak biri gibi de görünmüyordu.

“Özür dilerim, özür dilerim! Kusuruma bakma,” dedi Alastair’in konuşmasına dahi izin vermeden ve devam etti heyecanından bir gram dahi kaybetmeden. “Birinin o şerefsiz herifin kıçını tekmelemesi gerekiyordu. O kadar da dil döktüm zamanında Thanael’e bunu yapması için ama beni hiç dinlemedi. Kendi şövalye kuralları aracılığıyla eğittiğini ve dersini verdiğini söylüyordu ama hiç de öyle gözükmüyordu.”

Adam derin bir nefes aldı ve temizlemiş olduğu bardağı alıp arkadaki fıçılardan alkollü içeceklerden doldurup geri geldi masaya. Bardağı bekleyen garsonlardan birine bekledi ve devam etti konuşmasına.

“Bugünse bir çocuğun onu yere serdiğini öğrendim. İlk başta tabii ki de inanamadım. İnanabilir misin ki böyle bir şeye? Her neyse, oğlum Matien ve sabahları çalışan garson Shelly’den de duydum. Anca o zaman inanabildim zaten. Heyecanımı ve boş boğazlığımı affet genç adam. Jerry’nin küçük düşürülmüş olması her gün karşılaşabileceğimiz bir manzara değil neticede.”

“Ben pek bir şey yapmadım aslında. Sarhoşluğu yüzünden kendi kendine etmiş gibi oldu da diyebilirim,” diyerek karşılık verdi Alastair alçak gönüllülükle. Dedikleri de doğruydu bir bakıma.

“Alçak gönüllülük iyi bir özelliktir ama yine de birazcık kendine inansan ve üstün görsen ölecek değilsin ya! Dev Jerry’i yere senden bahsediyoruz sonuçta. Senin yaşındayken ben daha kılıcın ne olduğunu bile bilmiyordum! Neyse, fazla da abartmamak gerek. Bu gece ne yersen ye tamamı benden! Ama aklında bulunsun istesen bile alkol vermem. Seni bir doyuralım en iyisi açısındır şimdi.”

Alastair adamın konuşmasında araya girip bir şeyler demek istemiş olsa bile adamın konuşmasının arasına giremeyeceğini anlamıştı. Onun yerine yüzünde çaresiz bir gülümsemeyle adamın dediklerini dinlemekten başka bir şey yapamamıştı.

Adamın ayrılışının ardından gözlerini hanın kalabalık görüntüsüne çevirdi tekrardan. Konvoy ekiplerini ve onların lideri olabilecek kişilerin kimler olabileceğini tahmin etmeye çalıştı.

‘Susmadı ki sorabileydim!’ diye düşündü rahatsız olmuş bir şekilde. Adamın susmaması sinirini bozmuştu.

“İşte geldi! Afiyet olsun!”

Adamın geldiği gibi diğer müşterilerle ilgilenmeye dönüşüyle birlikte getirdikleri için teşekkür imkânı bile yakalayamamıştı. Getirdiği yemeğin kokularının burnuna doluşu kendisinin bunu tamamen göz ardı etmesine sebep olmuş ve odağını yemeğe çevirtmişti.

Adamın getirdiği özel servis oldukça göz alıcıydı ve ağzının sularının şelaleymişçesine akmasına sebep olmuştu. Tam kıvamında pişmiş ve soslarla harmanlanmış üstünde acılı domates soslu biftek, yanında sade patates püresi ve bir kâse de sıcacık domates çorbası getirmişti adam. Bunların yanında elma suyu ve iki de yuvarlak ekmek vermişti.

Dumanı tüten yemeklere bakarken cennette olduğunu hissetmişti.

‘Öldüğümden beri yiyeceğim en iyi yemek olacak!’ diye düşündü aç gözlülükle incelerken ve hızlıca yemeğine daldı.

“Merhaba! sen Thanael’in bahsettiği kedi maskeli çocuk olmalısın, değil mi?”

Alastair, yanındaki tabureye oturmuş olan kişiye bakış atmadan önce elma suyunun yardımıyla çiğnemekte olduğu lokmasını yuttu ve sesin sahibine çevirdi dikkatini.

Otuzlu yaşlarının ortasında olan bir kadındı. Beline kadar uzanan kızıl saçlarını at kuyruğu şeklinde bağlamıştı. Hanın aydınlatması sayesinde meraklı kahverengi gözleri büyüleyici bir şekilde parıldıyordu.

Kadının giyiniş tarzı bir erkeğinkini andırıyordu ama garip bir şekilde kadına yakışmıştı bu tarz. Kadının güçlü duruşuna gayet yakışıyordu.

Üstünde kolları dirseklerine kadar katlanmış kül rengi bir gömlek bulunuyordu. Üstteki ilk iki düğmesi dışında hepsi iliklenmişti ve bu, göğsünü açığa çıkarmasa bile ucundan başlangıcının gözükmesine sebep oluyordu. Kendisinin boğulmaması için yapmış olduğu bu tercih birçokları için kışkırtıcıydı. Altında ise bıçak kınlarıyla dolu siyah bir pantolon ve uyumlu renkte düz taban bir ayakkabı giyiyordu.

“Pardon ama sizin kim olduğunu öğrenebilir miyim önce?” diyerek karşılık verdi temkinli bir şekilde ama ses tonu saygısını gösteriyordu kadına karşı.

Alastair kadının bir anda ortaya çıkıp kendisiyle konuşmasına şaşırmıştı ama yüzündeki temkinli, düz ifadesini korumuştu. Maskenin de sayesinde bu durum güzelce pekiştirilmişti.

“Pardon, kabalığımı maruz gör küçüğüm,” demiş ve gülümsemişti. “Ben Aliena. Konvoy lideri de diyebilirim. Thanael senden biraz bahsetmişti. Ardına takılacak bir konvoy arıyormuşsun.”

Alastair de onun dediklerini duyduğunda gülümsedi. İstediği şey ayağına gelmişti ama aynı zamanda zihninde bir kuşku vardı. Thanael neden kendisine yardım etmek istemişti ki? Bundan elde edebileceği ne vardı ki?

“Somnus,” deyip kendi ismini bahşetti karşısındakine ve durumunu kısaca anlattı. “Dediklerinize gelince haklısınız ama benim bir atım yok.”

Kadın gülümsemiş ve ardından, han sahibinden kendisine bir içki istediğini söylemişti. Sonra Somnus’a döndü ciddi bir yüz ifadesiyle.

“Pekâlâ, atının olmaması biraz sorun olabilir ama bunu kolayca çözebiliriz. Thanael’den öğrendiğim ve belinden sarkan kılıcı görebildiğim kadarıyla nasıl sallayacağını biliyorsundur, değil mi?”

Aliena’nın dediklerini başını sallayarak onayladı. Kadının sunacağı teklif şimdiden ilgisini çekmeye başlamıştı. Özellikle de at sorununun çözülebileceğini söylediğinde teklifi duymayı gerçekten istemişti.

“O zaman lafı dolandırmadan direkt teklifime geçeyim,” demiş ve han sahibinin getirdiği içkiden bir yudum almıştı. “İki at var şu an boşta. Bunlardan birini sana bizim güzergâh boyunca ödünç verebilirim ama karşılığında senden koruma konusunda ekibime yardımcı olmanı istiyorum. Senden atın kirasını ve yoldaki yemek parasını bu şekilde alacağım.”

Aliena’nın sunduğu teklif gayet makuldü. Aşırı uçuk da bir şey istemiyor oluşundan dolayı Alastair rahatlamıştı. At kiralamak muhtemelen kendisine yüksek bir meblağ kaybetmesine sebep olacaktı.

Zaten kendisinin düzgün parası da yoktu. Teklif her iki taraf için de kazan-kazan durumuydu.

“Al Orman aracılığıyla Sarıparıltı’ya, oradan da gerisin geri buraya dönüp Demiryürek’e dönmeyi planlıyoruz.”

“Pekâlâ, teklifinizi kabul ediyorum.”

Aliena gülümsedi ve onu kolundan tutup çekiştirmeye başladı, “O zaman gel de ekiple tanış!”






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 47022 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr