Alastair’in bütün düşünce sistemi şansının kendisine getirmiş olduğu bu durum karşısında tamamen durmuş ve kendisinin bir düşünce bile üretememesine sebep olmuştu.
Karşısındaki kişi Khan idi! Kendisine ayrılmasını söylediği adamı bu şekilde tekrar görme şansı yakalamış olması kendisini açıklayamayacağı bir mutlulukla doldurmuştu. Onun Sarıparıltı’da bir şövalye olarak çalışmasını hiç beklememişti. Aslında beklemediği şey, onun Sarıparıltı’da olmasıydı.
Bir süre şaşkınlıktan gözleri hafif açılmış bir şekilde bulunduğu durumu tamamen kavramaya ve kendisini toparlamaya harcadı.
Fiziksel ve zihinsel olarak kendisini tüketen yolculuğun sebep olduğu yorgunluğunun da etkisi yüzünden zar zor bir arada tuttuğu düşünceleri tamamen dağılmıştı ve toparlaması pek de kolay değildi
Ne düşünmesi gerektiğini ve ne düşünmüş olduğunu bile unutabileceği bir durumdaydı.
“Sen… Sen yaşıyorsun!” diye belirtti rahatlatan gerçeği sarılmaya devam ederken ve derin bir nefes alarak devam etti. “Sen gerçekten yaşıyorsun! Bu… Bu… Yaşıyorsun be! Öldüğünü sanmıştım ama sen…”
Alastair de şaşkınlığın ortaklığını paylaşmaya devam ederken bir süre bir şey diyemedi ve kendisini toparlayabildikten sonra gülümseyerek cevap verdi, “Ben de seni yaşayabileceğini hiç düşünmemiştim!”
Khan alınmış bir şekilde anında sarılmayı bıraktı ve kaşları çatılmış bir şekilde yüzündeki sahte öfkeyle ona baktı ama ardından kahkaha atarak tekrar sarıldı.
“Kes sesini, o kadar da salak değilim!” diyerek ekledi sarılmaya devam ederken.
Alastiar, Khan’ın bir şövalye olabilmiş olması konusunda şüpheleri elbette vardı. Karşısındaki adamda cüsse olduğunun farkındaydı ama sadece o kadardı; hiçbir spor yaptığını düşünmemişti ve tamamen doğuştan gelen bir iriliği olduğunu düşünmüştü.
Ancak şimdi karşısında bir şövalye olarak kapının önünde nöbet tutuyordu.
Baştan aşağıya kendisini kaplayan, üstünde hırpalanmaların izlerini taşıyan eskimiş demir zırhı ve toprağa saplamış olduğu geniş kılıcının görüntüsüyle birlikte karşısındaki adam tam anlamıyla bir şövalye gibiydi. Gerçek bir savaşçı gibiydi ama şu an kendisine sıkıca sarılması dışında pek de bir sorun yoktu.
Ayrıca, bu onun şimdi işine yarayacaktı ve bunun sayesinde de kalbi rahatlamış, zihninin yetkisini geri alarak parçalanmış düşüncelerini tekrardan toplamıştı. Kendisinin kasabaya girmesinde artık bir sıkıntı yaşamayacağının garantisi önündeki adamın sözleri olacaktı.
“Artık bana sarılmayı bırakır mısın? İnsanların şüphelenmeye başlamasını mı istiyorsun? Ayrıca maskemi de takmama izin ver,” diyerek anında yakınmasını dile getirmiş ve önceliği olan maskesini de vurgulamıştı Alastair.
“Oh, evet! Tabii!” dedi ve gerçekliğe döndü Khan.
Alastair’in maskesini takışını izlerken ışıldayan gülümsemesiyle ona bakmaya devam ediyordu. Zamanında kendine oldukça yardımı dokunan ve şu an bulunduğu konuma gelmesinde ona el uzatan çocuğun mezarını görmüştü. Fae ailesinin depresif ve çökmüş hallerine şahit olmuş, Alastair’in vefatının hemen ardından kasabadan tamamen elini çekmelerini izlemişti.
Bunlar Khan’ı da oldukça büyük bir şekilde etkilemişti.
Bu kendisinin de yas tutmasına sebep olmuş ve çoğu neşesini alıp götürmüştü. Eğer yanında Jade olmasa belki de şu anda yaşadıkları refahı bile yaşayamayacaktı çünkü kendisini biliyordu, bunları tek başına yapamaz ve bu acının üstesinden gelemezdi.
Ama peki ya şimdi? Ölü olduğu sanılıp cenazesi kaldırılmış bu çocuk kanlı canlı ve sapasağlam bir şekilde önünde duruyordu. Mutluydu! Mutlu olmaktan başka ne yapabilirdi ki?
“Ben dinlendikten sonra konuşsak, olur mu?” diye sordu Alastair ama cevap beklememişti.
“Tabii, tabii,” diyerek düşüncelerinden ayrılıp cevap vermiş ama onun gitmesine izin vermeden durdurmuştu. “Kasaba Meydanında öne çıkan bir han var oraya git, adı Peri Kanadı. Jade orada çalışıyor, onunla konuş. Sana bir oda ayarlayacaktır. Tamam mı?”
“Pekâlâ, teşekkürler ve sana iyi nöbetler,” diyerek Alastair veda etti ve sıkıntısız bir şekilde kapıdan geçti.
Bu beklenmedik ama gayet de keyfini yerine getiren karşılaşmanın ardından gözlerindeki bulutlar tekrar yerini almış ve zihnindeki çarklar tıkır etmeye başlamıştı.
Khan’ın bulunduğu konuma nasıl geldiğine ve Jade’in ona odayı nasıl ayarlayacağına dair düşünceler aklında yerlerini alırken dışarıda tek tük insanların bulunduğu yolda ilerlemeye devam etti.
“Hey, hey! Yavaşla bakalım,” diye tanıdık kadın sesi kulaklarını doldurmuş ve kendisinin toplanmaya başlayan düşüncelerini dağıtmıştı. “Kapı nöbetçisini tanıdığını hiç bilmiyordum.”
“Hiç söylemediğimdendir,” diye cevap verdi ama bunun kaba çıktığını düşünerek ekledi nazikçe. “Aklımdan çıkmış.”
‘Demek uzaktan izliyormuş. Yüzümü gördü mü acaba?’ diye düşünmeye başladı ama hemen bir harekette bulunmak istemedi ve onun yerine akışına bırakmayı tercih etti.
Aliena anlık olarak tek kaşını kaldırmış da olsa bir şey dememiş ve çocuğun ilişkilerini sorgulamaya da niyeti yoktu ne de olsa. Yüzünde hüzünlü bir gülümseme belirmiş ve Alastair’in atına yaklaşmıştı.
“Yaptığımız anlaşmanın gereğince artık yolları ayırmamızın vakti geldi. Umarım hayatında iyi yerlere gelirsin. Ve unutmadan söyleyeyim; hâlâ bizim ekibimize dahil olma teklifini tuttuğumu unutma.”
Alastair gülümsedi ve nazikliğini koruyarak devam etti, “Teşekkürler her şey için. Sen ve ekibin olmasaydı muhtemelen buraya gelmem oldukça sıkıntılı olacaktı veya hiç gelemeyecektim bile. Ek olarak teklifin içinden teşekkür ederim ama daha farklı planlarım var.”
Alastair attan indi ve atın iplerini Aliena’ya uzattıktan sonra tekrar etti, “Teşekkür ederim.”
Teklifini tekrar reddetmiş olduğu Aliena’yı arkasında hafif hüzünle ve pişmanlık içerisinde bırakırken cübbesini kendisine daha da sararak adımlarını hanı aramaya yöneltti.
Peri Kanadı, yıllardır bu kasabada bulunan oldukça da iş yapan ve kasabada bulunan tek handı. Yılların verdiği tanınmışlık sayesinde işleri gayet de iyiydi.
Han, iki farklı binanın sonradan birleştirilmesiyle büyütülmüş oldukça büyük bir yapıydı. İki farklı bina sonradan birleştirilmiş de olsa birleştirilen bu binaların ikisinin de işlevleri farklıydı.
İlk yapı bir zamanlar iki katlı bir tavernaydı. Hemen yanında bulunan ikinci yapı da üç katlı bir bina olarak konaklama işlevini görüyordu ama sonradan bu binalar taverna sahibi tarafından satın alınıp birleştirilerek büyük bir han oluşmasını sağlamıştı.
Binalarının ikisinin de dış yapısı tamamıyla baştan aşağıya boyanmış ve sıkıntılı, eski bölümleri de tamamen düzletilerek yepyeni hâle getirilmişti. Kasabanın ismine uygun olacak şekilde buğday rengiyle boyanması tercih edilmişti ama katların arasındaki ayrımın belirli olması için de katların arasına paralel iki beyaz şerit boya çekilmişti. Şeritlerin ortasında da kanat figürleri eklenmişti.
Ortalama görüntüsüne rağmen ortaya dökülen emeği düşünülünce gayet iyi gözüküyordu bir kasa ortamı için.
Alastair şaşkınlıkla bir süre hanın lokanta bölümünün dışını inceledikten sonra hızlı adımlarıyla binaya girdi. Rahatsız edilmeden normal bir şekilde uyumak ve rahatlamak istiyordu.
Daha yeni yeni sabah olmasına rağmen hanın içi beklenmedik şekilde kalabalık ve gürültülüydü. Ellerinde içkileri, yüzlerinde gülümsemeleriyle birbirlerine bir şey anlatıyor, gülüyor ve anın tadının sonuna kadar çıkartıyorlardı. Ortam oldukça hoş ve canlıydı. İnsanın içinin ısınmasına ve istemsizce bir rahatlığın kendisini ele geçirmesine sebep oluyordu.
Hanın girişine yakın üçer sandalye ile çevrilmiş yuvarlak altı masa bulunuyordu. Masaların hepsi örtülerle serilmiş ve içinde bir-iki çiçeği bulunduğu bir vazo ve peçetelerin bulunduğu küçük bir kutu bulunuyordu.
Hanın sağ tarafındaysa birkaç santim yükseklikte, küçük bir merdivenle çıkılabilen bir platform bulunuyordu. Bu platform kare şeklinde altı tane masa bulunuyordu ve her biri de altı kişilikti. Genelde aileler tarafından kullanılsa da herkese açıktı.
Platformun birazcık ilerisinde de sağ köşede hafif eskimiş ve birkaç çiziğe maruz kalmış olan bir piyano ve birkaç farklı müzik aleti bulunuyordu. Hanın eğlence için çalgıları da mevcuttu ama belli ki çalabilen biri henüz bulunamamıştı.
Platformun sol çaprazında ise on kişilik iki tane uzun masa bulunuyordu. Masa baştan sona büyük bir örtüyle kaplanmış olup üstünde de bir sürü peçete kabı bulunuyordu ve daha büyük çiçeklerle süslenmişti. En gösterişlisi buydu masaların. Bu masaların ilerisinde ise büyük bir şömine bulunuyordu. İçindeki ateşiyle şömine hanın içerisinin sıcak kalmasına ve aydınlanmasına katkı sağlıyordu.
Şöminen hemen sol tarafında da genelde han sahibinin bulunduğu ve onu çevreleyen, önünde sekiz taburenin bulunduğu bar masası bulunuyordu. Masanın hemen yanında yiyeceklerin, içeceklerin ve boş tabakların gelip gittiği her daim açık olan mutfak kapısı bulunuyordu.
Ek olarak bar masasının bulunduğu bölümde karanlık, uzun bir koridor bulunuyordu. Koridor konaklama işlevini taşıyan binaya geçiş içindi.
Alastair hanın genişliğine ve doluluğuna bakarken kaşlarının kalkmasına engel olamadı. Tatlı ve Tuzlu ile karşılaştırdığında Peri Kanadı kesinlikle daha önde ve daha gösterişliydi. İkisi arasında seçim yapacak olsa kesinlikle burayı seçerdi.
Alastair Jade’i bulabileceğini tahmin ettiği bar masasının olduğu bölüme doğru ilerledi ve boş taburelerden birine oturdu. Bar masası tarafı boştu ve diğer insanlar da kendi eğlencelerine o kadar kaptırmışlardı, kendisini fark etmemişlerdi bile veya fark etseler bile pek de karışacak havada değillerdi.
Bar masasının arkasında bulunan kadının üstten iki düğmesi dışında diğerleri iliklenmiş olan beyaz, uzun kollu bir gömlek giyiyordu. Kollarını dirseklerine kadar da katlamıştı. Kahverengi bir pantolon seçmiş ve aynı renkte bir önlük bağlayarak han ortamına uyum sağlamıştı. Ek olarak gümüş renkteki küpeleri ve sol elindeki gümüş alyansıyla hoş bir harmoni yakalamıştı.
Oldukça sade bir görüntüydü.
Sarı renkte olan kısa kıvırcık ve sağ tarafa doğru taranmış saçların sahibi olan kadının yüzünde mutlu olduğunu gösteren güzel bir gülümseme bulunuyordu.
Bir çift mücevher gibi parlayan mücevherden farksız olan zümrüt yeşili gözlerindeki yaşam ışığı öğlen güneşinin parıltısıyla aşık atabilecek gibi parıldıyordu. Yanaklarında bulunan çilleri sayesinde saf güzelliğiyle bezeli naif bir görüntü oluşturuyordu.
‘Khan’ın neden âşık olduğu şimdi anlaşıldı,’ diyerek yaşadığı aydınlanmaya birlikte var gücüyle çalışan kadının koşuşturan figürünü izliyordu.
“Siz ne is---”
“Beni Khan gönderdi. Daha sessiz ve dikkat çekmeyecek bir yerde konuşma ihtimâlimiz var mı?”
Jade kaşlarını çatarak önündeki çocuğa baktı ama bir şey diyemedi. Şaşkınlığının kontrolünü ele geçirmesine izin vermeden eliyle yanındaki bir başka çalışana işaret etmiş ve ardından çocukla birlikte konaklama bölümüne açılan koridora girmişti.
Ellerini pantolonun cebinde tutuyor ve çocuğun bir şey yapması ihtimaline karşın cebinde bulunan bıçağını kontrol ediyordu.
Alastair onun belirgin bir şekilde yaptığı bu davranışa karşılık sadece göz devirmiş ama endişesini gidermek için de maskesini indirme girişiminde de bulunmamıştı. Ne de olsa hâlâ birileri tarafından görülebilirdi.
Koridor boyunca hiçbir konuşma girişiminde bulunmayan ikili hızlı adımlarını hiç kesmemiş ve önlerindeki merdiven çevirmişti. İki ayrılan koridorun tam ortasında bulunan döner merdiven boyunca yukarıya doğru ilerlemeye başladılar.
Kadın cebindeki bıçağı daha da sert bir şekilde tutuyordu ama Khan’ın birini göndermiş olduğu gerçeği sayesinde bir yandan da o kadar da korkmuyordu.
Alastair’in kafası birazdan olacak potansiyel senaryoları düşünüyor ve neler demesi gerektiği konusunda ölçüm yapıyordu.
Yine yalan söyleyecekti, bu gerekliydi ve karşısındaki kişi ilk defa dostu olarak gördüğü birinin en yakınıydı. Ancak hayata geri dönüşünün kolay bir dille sanki her gün yaşanan bir şeymiş gibi açıklayamayacağının da farkındaydı.
Sessizce derin bir nefes aldı ve akışına bırakarak olacakları beklemeyi tercih etti.
Üçüncü kata ulaştıklarınd Jade cebinden anahtarlarını çıkardı ve içeri girdi anında.
Alastair anlamamış bir şekilde içeriyi inceliyordu. Bir insanın evini, hanın en üst katını tamamen kendisine ayırarak yapacağını hiç düşünmezdi. Özellikle de Khan’ın bunu yapmış olması daha da ilginç kılıyordu görüntüyü.
Oldukça güzel bir fikir olduğunu kabul ediyordu.
Etrafını incelemeye devam ederken Jade’in kendisinin ruhuna bakan yeşil gözleriyle kendisini toparlaması gerektiğini hatırladı ve gülümseyerek maskesini çözdü.
“Merhaba Jade,” dedi sanki olağan bir olaymış gibi ve bir prensesin önünde eğilen bir şövalye gibi eğilerek selamladı.
Jade olduğu yerde donakaldı. İçinde yükselen ve her yerini saran şaşkınlıkla ölü olduğunu sandığı şahsın kanlı canlı bir şekilde kendisine selam verişine bakakaldı. Ağzı birkaç kere açıldı, bir şeyler demeye çalıştı ama diyecek bir şey bulamıyordu. Aklından herhangi bir şey geçmiyordu, tamamen boşluğa düşmüş gibiydi.
“Sen…sen yaşıyorsun ama nasıl?” diyerek sonunda şaşkınlığının biraz da olsun üstesinden gelip konuşabildi.
“Orasını anlatacağım ama içeri girebilir miyiz?”
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..