Değerlendirme Alanı’na doğru alanına ilerleyen patika boyunca ilerleyen çocukların hepsinin yüzü çeşitli ifadelerle süslenmişti: korku, heyecan, kararlılık, endişe, kendini beğenmişlik ve özgüven. Değerlendirmelerinin sonucunu düşünüyor, ona köre geleceklerini planlamaya çalışıyorlar ve kendilerini strese sokup olumsuz duyguların insafına bırakıyorlardı. Aralarında ritmik nefesler alarak kendini hızlı atan kalplerini rahatlatmaya çalışanlar da vardı tabii. Hemen perişan olmamış ve kendilerini olumsuzluğun kollarına atmamışlardı.
Değerlendirmenin nasıl işlediğini bilen ve küstah gülümsemeleriyle en önde ilerleyen soylu sınıfın mensupları da onların hallerine bakarak kibirlerinin daha da güçlenmesini sağlıyorlardı. Heyecanlıydılar çünkü aile üyelerinin yolunda yürüyerek kendi bireysel güçlerini ve ailenin güçlerini arttırmış olacaklardı. Aile isimlerinin kendilerine getirdiği gurur ve damarlarında kan yerine akan kibir ve özgüven, kendilerini kötü düşüncelerden koruyan en güçlü yardımcıydı.
Elbette aralarında endişeli olanlar da vardı ama alt sınıfın insanlarını görünce kendilerine olan güvenleri artıyordu bu birçoğunun. Onlar da damarlarında akanın getirisine kapılarak yürürken kendilerine gelmişlerdi. Kalanları da tıpkı alt sınıfın üyeleri gibi endişelenmeye devam ediyordu.
Soyluların arasında olduğu gibi, alt sınıftan da kendilerine güvenen vardı ama onlar bunu belli etmemesi gerektiğinin farkında olan kişilerden oluşuyordu. Eğer en ufak bir belirti dahi sunarlarsa kurtlar sofrasındaki soylular tarafından canlı canlı yenebilirlerdi.
Soylular kendilerine rakip olabilecek soysuz bir alt sınıf üyesini ortadan kaldırmak için can atarlardı. Yılanın başını küçükken ezmek, onların en iyi öğrendiği şeydi ne de olsa.
Alastair de düşük bir profil çizerek alt sınıfın ortasında ilerliyor ve kendilerini soylulardan oldukça uzakta tutmaya çalışıyordu. Bir zamanlar üyesi olduğu grubun kendilerine olan bakışlarından elbette rahatsız olmuştu ama tek kelime edecek gücü dahi elinde bulundurmuyordu.
Hepsinin haksız kibrini yüzlerinde parçalamak istiyor, onları küçük düşürmek ve soylu kanlarının yetersizliğini yüzlerine tokat atarcasına öğretmek istiyordu ama acımasız düşüncelerini kendine sakladı.
Aptal cesaretine uyup kendisini yakacak değildi. En azından adının geçmesini sağlayacak bir gücü elinde bulundurana dek kimseye bir şey yapmayacaktı. Sabretmesi gerekiyordu ve edecekti de.
‘Yalnızlık…’
Alastair o sırada fark etti ki artık tek başınaydı. Sadece kendisine güvenmesi gerekecekti. Her daim karşısındaki kişi hakkında düşünerek kendisinin bir belanın ortasında bulmadığından emin olmak için uğraşacaktı.
Burası arkadaş edinmek için düzenlenen bir çay partisi değildi; burası ittifak edinmek zorunda olduğu bir savaş masasıydı. Hayatta kalmak için kurtların arasında kendine uygun bir sürü bulup bir süre o şekilde takılmalı ve ona uygun bir şekilde ilerlemeliydi.
Kendisi de dahil birçok kişi herhangi bir kilisenin yardımıyla veya bir gezgin büyücüyle yaşanan şanslı bir karşılaşmanın sonucunda buraya yollanmışlardı. Ellerinde gücün zerresini dahi bulundurmayanlar olarak avcılar tarafından yenilmeyi bekleyen acı içinde kapana sıkışmış avdan başka bir şey değillerdi.
Ne güçlü bir aileleri vardı kendilerine yardım edecek ne de güçlü bir tanıdıkları…
Herkes tek başınaydı.
‘Gerçekten de kurtlar sofrası.’
Etrafındaki akranlarına bakarken derin bir nefes aldı ve gözlerini kıstı, ‘Soylu kesimden olabildiğince uzak durmanın yanı sıra, Ephios ve Mennas’ın bulunduğu her ortamdan kaçmam gerekecek.’
Kader tarafından kendisiyle dalga geçilmediği sürece, Alastair o ikisiyle aynı akademide bulunmamış olurdu.
Eğer ki aynı akademiye düşerse kimliğinin ortaya çıkması pek de uzun sürmezdi. Ne kadar düşük bir profil çizmeye çalışsa bile muhtemelen onların radarına yakalanabilirdi ve sonucunda acı dolu bir ölüm tadardı yine.
Alastair düşündükçe yorulmaya başlıyordu. Tehlikenin tam ortasına atlamıştı ve yanlış bir hareket yapmasını bekleyen gölgelerdeki güçler tarafından tüketilmek için sunulmuş lüks bir yemeğe dönüşmüştü.
Alastair’in yine öldürülmeye niyeti yoktu, ‘Sanırım bu raddeye gelmişken yaratıcıya ilk duamı etsem iyi olur gibi.’
Patikanın sonunda kendilerini karşılayacak olan iki farklı çadır bulunuyordu ve ikisinin de farklı işlevleri vardı. İlk çadır kişinin büyüye olan yatkınlığını; ikinci çadır kişinin ana ve alt elementlerin ölçümünü yapmakla görevliydi. Ölçümlerin ardından belgeleriyle birlikte akademi seçim alanına gönderiliyordu.
Çadırların hepsi nispeten büyüklerdi. Çadırların dışı dikkat çekebilmeleri için açık kırmızı renkteydi ve sahte taşlarla süslenmişti. Güneş taşlara çarpıyor ve yansıma yaparak bakanların gözlerini kamaştırıyordu. Önlerine ‘Nitelik Ölçümü’ diye yazılan bir tabela koyulmuştu.
Tabelaların yanında ise sırtlarında kılıçlarıyla soğuk yüz ifadeleriyle şövalyeler bulunuyordu. Tepeden tırnağa zırha bürünmüş askerlerin görünüşü göz dağı vermek için yeterliydi alt sınıf insan için.
“Sıraya girin!” diye bağırdı şövalyelerden biri. Sesi, anında herkesin sıraya girmesine sebep olmuştu. Soylu veya alt sınıf fark etmeksizin yüzündeki korkmuş ifadeleriyle denileni yerine getirmişti.
Şövalyeler başlarını sallamış ve çocukları incelemeye başlamıştı bir süre. Hepsinin çeşitli yüz ifadelerine bakarken yüzlerinde mimik dahi oynamıyordu. Ciddiyet kemiklerine kadar işlenmişti.
Tabelanın orada duran şövalye içeriye baktı anlık olarak ve ardından başını salladı, “Gelmeye başlayabilirler.”
Adamın bunu demesiyle birlikte, en öndeki soyluların sırayla çadıra girişi başlamış, Alastair’e gözlemleme şansı vermişti.
Kısa bir sürenin ardından yüzündeki küstah gülümsemesiyle biraz önceki giren kız kül yutmuş gibiydi. Yüzü tamamen kararmış ve solmuştu. Yumruklarını sıkarak diğer çadıra ilerlemiş, arkasın dönüp diğerlerinin yüzüne dahi bakmamıştı. Eğer bakarsa ağlayacak, dedikodu malzemesi olacak ve küçük düşürülüp durulacaktı.
Ardından hafif endişeyle giren bir başka soylu kızın ışıldayan gülümsemesiyle çıktığını gördü. Yüzünde kendini beğenmiş gülümsemesi yerini almıştı. Sıradakilere yandan bir bakış atmış ve saçlarını savurarak sevinçten seke seke diğer çadıra ilerlemişti.
Alastair bunun gibi birçok farklı örneğe daha şahit olurken soğuk bir iç çekti, ‘Eğer benim niteliklerim de kötü çıkarsa…’
Eğer endişesi gerçekleşirse ileride Ephios ve Mennas’ın karşısına çıkmayı unutması gerekecekti. Hatta onlardan köşe bucak kaçmak, olabildiğince uzak durması gerekecekti.
Bu ihtimal onun midesini alt üst etmişti. Böyle bir yaşantının içinde bulunmak istemiyordu.
---
Şövalye başıyla kendisine işaret edince derin bir nefes alarak kendisini sakinleştirmeye çalıştı. Kalbi düşüncelerinden dolayı patlayacakmış gibi atmaya, avuç içleri de adeta minik bir göl oluşturacak gibi terlemeye başlamıştı. Yutkundu içeriye adım atarken. Midesi alt üst olmuştu ve her an kusabilirdi.
Birazdan olacaklar büyücü yolunun başlangıcında kendisinin ilerleyeceği yol için başlama noktasının çizimini gerçekleştirecekti. Bu, vücudunun kendisine olan isyanı için gerçekten de yetmişti.
Alastair son bir kez derin bir nefes aldı ve kendisine öğretildiği gibi duygularını kontrol altına almaya çalıştı.
Farklı bir yerin hayalini kurdu; kendini farklı bir şekilde düşündü, kendisini farklı bir senaryonun ortasında şekillendirdi.
Yavaşça sakinleşmeye başladı. Hâlâ heyecanlıydı ama kendisini darmadağın edecek kadar değildi.
İçerisi oldukça genişti. Çadırın arka tarafından içeriye güneş girmesini sağlayan iki küçük pencere kesilmiş, tül perdelerle kapanmıştı. Yere tamamıyla garip desenlerle dolu bir halı serilmişti.
Sağ tarafında göğsüne anca gelen kitaplıklar bulunuyordu, içleri Alastair’in beklediği gibi birçok garip malzeme içeren kavanozlarla, garip renkli içeceklerle ve birkaç da kitapla doldurulmuştu.
Girişin tam karşısında birkaç küçük sandık ve hayatında ilk defa gördüğü garip kurumuş bitkilerin asılmış olduğu bir bulunuyordu. Bitkilerin çeşitli boyutlardaydı ve garip görünüşlere sahipti.
Tam ortada iki tane masa bulunuyordu. Birinin üzerinde bir küre bulunuyordu. Küre beyaz renkteydi ve içi gözükmüyordu. Kürenin etrafına da yumruk boyutunda yıldıza benzeyen beş taş dizilmişti. Diğer masada da içinde garip jöleyi andıran siyah bir maddenin bulunduğu bir kap bulunuyordu.
Kürenin bulunduğu masada bekleyen altmışlı yaşlarının ortasında bulunan kadın bir deri bir kemik kalmıştı. Tek tük olan beyaz saçlarının birkaç tutamı bağlamış olduğu bandananın dışına çıkmış, kendilerini özgür kılmıştı. İnce lekeli teninde bazı yara izleri de bulunuyordu. Kadının boyu kısaydı ve kambur duruşu yüzünden yer ile neredeyse bir olacak gibi duruyordu.
Pençe gibi uzun tırnakları, çatlamış dudakları ve deforme olmuş yüzüyle birlikte iğrenç bir yüzü vardı. Çocuk hikayelerinden fırlamış bir cadıdan farksız gibiydi.
''Yaklaş, evladım. Yaklaş ki, kaderinin sana verdiği nitelikleri görelim,'' diye çağırdı Alastair'i.
‘Sen önünü bile görebiliyor musun ki?’ diye düşündü ama kendisine sakladı.
Hafifçe yükselen tedirginlikle birlikte kürenin olduğu masaya doğru ilerledi ve yaşlı kadının önerilerini bekledi, o sırada etrafını incelemeye devam ediyordu yoksa kusacak gibi hissediyordu.
Kadın, genç büyücü adayına kısa bir bakış attı. Yüzündeki gülümsemesiyle masanın üstündeki küçük iğneyi kemikten parmaklarıyla çocuğa doğru itti, “İğneyle parmağını kanat ve ardından üzerine küreye damlat. Oldukça basit bir işlem.”
Alastair başını salladı ve parmağını deldi hafifçe verilen iğneyle.
Temiz ve canlı görüntüye sahip parlak kan damlaları yağmur gibi küreye düştü bir süre ve aniden durdu. Ardından da kadın anlamadığı bir dille konuşmaya başladı.
Kısa süren mistik ve gizem dolu anlaşılmaz sözcüklerin ardından parıldamaya ve arı vızıldamasına benzer bir ses çıkardı, ardından ışık çevresindeki ışıklara yayıldı. Taşlar yavaş ama istikrarlı bir şekilde yanmaya başladı.
Bir… İki… Üç… Dört…
Yaşlı kadın gülümsedi ve onaylayan bir ifadeyle gözlerini çocuğa dikti. Daha önceden hazırlamış olduğu kağıtlardan birini aldı ve sonucu kâğıda işledi.
“Büyüye olan yatkınlığın dört yıldız. Yani gayet iyisin,” dedi ve ardından güçlükle oturduğu sandalyeden kalktı ve yavaş adımlarıyla diğer masadaki sandalyeye ilerdi. “Beş yıldız öyle kolayca bulunabilecek bir şey değil. Hiç yok denemez ama neredeyse yok denecek kadar da azdır. Fakat her şey şans ve azmin işin içine girmesiyle değişir. Üç yıldız biri, beş yıldız birini geçebilir ve tamamıyla arkasında bırakıp ulaşamayacağı bir yere ulaşabilir. Sakın kendini üzme.”
Kadının neşelendirmeye çalışan konuşmasına başını sallayarak onay verdi ama bir şey söylemedi çünkü aklında daha önemli bir konu vardı, ‘Ephios’un yatkınlığı kaç yıldız acaba? Ya da Mennas’ın…’
Dört yıldız yatkınlık ortalamanın üstündeydi. Mükemmel değildi ama iyiydi. Alastair için gayet yeterdi. Evrenden belasını aramıyordu ve elindekiyle yetinmeyi bilen biriydi.
Yandaki masanın önüne geçtiğinde siyah jöleye benzeyen kaptaki maddeye dikti gözlerini. Kaşları kalktı ama bir tahmin yürütemedi ama baktığında içi ürpermişti.
Öldükten sonra gittiği yerin hatırları zihnini tekrar işgal ederken soğuk bir derin nefes çekti, ‘Kesinlikle ölmek gibi bir niyetim yok!’
“O sıvı senin ana elementini ve yatkınlığının bulunduğu diğer ara elementleri açığa çıkaracak,” diye açıklamada bulundu kadın çocuğun inceleyen bakışlarıyla maddeye dikmiş olduğu gözlerine bakarken. “Bu sayede yürüyeceğin yol için başlangıç çizgisi çizimine bir adım daha yaklaşmış olacaksın. Aynı şekilde kanını kaba damlat.”
Alastair biraz önceki verilen iğneyi aldı ve tekrar aynı işlemi gerçekleştirdi. Kadının bilinmeyen mistik sözcükleri kulaklarında yankılandı kısa bir süre.
Siyah maddenin içine düştüğünde ilginç hiçbir şey olmamıştı, kan öylece araya karışıp gitmiş ve tamamen gözden kaybolmuştu. Ancak kadının sözcüklerinden sonra madde vahşice çalkalanmaya ve titremeye başladı. Kısa süren bu olayın ardından farklı renkler gözükmeye başladı.
İlk başta bulutlar maddenin içine dolmuş gibi bembeyaz olmuştu. Merkezden başlayarak dışarıya kadar uzandı ve tamamen kapladı dış tarafını, merkez hâlâ açıktaydı. Daha sonra da maddeden daha koyu bir siyah ton ortaya çıktı. Merkezden dış tarafa doğru ilerleyerek uğursuz bir hissiyat veren siyahlık beyazın yanında yerini aldı.
İki renk birbirini bozmadı, aksine ahenk içinde dönmeye devam ettiler.
Dış tarafı kaplayan iki renkten sonra merkezde iki renk daha belirdi. Ancak siyah ve beyaz renklerin aksine bunlar daha soluk, daha küçüktü ve merkezden ayrılamıyorlar gibi görünüyordu. Renklerden biri kırmızı renkteydi ama her an sönecek bir kamp ateşi kadar soluktu. Diğeriyse gök mavisi renkteydi ama her an yok olacakmış gibiydi.
Kadın şaşkın gözlerle çocuğun element niteliklerinin sonucuna bakarken, Alastair ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Tahmin üretebiliyor olsa bile net gerçeğe ulaşamıyordu.
Kadın ise uzun zamandır böylesi bir olaya şahit olmamıştı.
“Sen bir ikicisin!” dedi kadın sonunda elindeki belgeyi elinden geldiğince hızlı bir şekilde doldururken.
Alastair’in kaşları çatıldı, anlamamıştı, “İkici?”
“İkici, aynı anda iki ana elemente yatkınlığı olan büyücülerdir,” diyerek kısa bir açıklama sundu ve derin bir nefes aldı çocuğun gözlerine bakmadan önce. “Işık ve Karanlık elementi yatkınlığına sahip olan bir ikicinin pek de kolay ilerleyebileceğini sanmıyorum… Umarım bir yolunu bulup da başarabilirsin.”
Alastair tam olarak anlamamış bir şekilde kadına bakarken ona belgeyi uzatmış, geri kalan gerekli boşlukları doldurmasını söylemişti ve ardından da belgeyi alıp çadırdan çıkmıştı.
Şaşkındı, mutluydu ama en çok da kafası karışmıştı, ‘Neden öyle söyledi ki?’
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..